31 Temmuz 2014 Perşembe

ŞEMDİNLİ’DEN HRANT’A “UZUN” BİR YOL!


9 Kasım 2005 günü, Şemdinli’de Seferi Yılmaz’a -şu anki Şemdinli Belediye Başkanı- ait Umut Kitapevi’ne yönelik bombalı bir saldırı düzenlendi. Olayda bir kişi ölmüş, bir kişi de yaralanmıştı. Olayın failleri oldukları iddia edilen ve üzerinden askeri kimlik çıkan iki kişi, linç edilmekten son anda kurtarılmış, güvenlik güçlerine teslim edilmişti. Umut Kitapevi’ni bombalamaktan suçlu bulunan astsubay Ali Kaya için dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın, "gazetelerde resmi çıkan astsubay benim yanımda görev yaptı. Tarınım iyi çocuktur" ifadesi, mahkeme aşamasındaki olayın seyrini değiştirmişti.

Şemdinli’deki bu olayı araştırmak için TBMM’de bir araştırma komisyonu kuruldu. Araştırma komisyonun, ifadesine başvurduğu isimler arasında,  dönemin Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun’da vardı. Komisyon milletvekillerinin, "Termal kamerayla izlenen yere 1 Kasım'da 150 kilo patlayıcı nasıl girdi?" sorusuna Uzun, "Yani kilit bozulmuş efendim. Evin içinden olursa her şey girer. Bölgeden eroin de geçiyor. 1 Ocak'tan beri Türkiye'de, Van, Diyarbakır, İzmir ve İstanbul'da 81 kilo plastik patlayıcı yakaladık. Bunlar tamamen PKK'nın. Oraya (Şemdinli) girse de yakalanır" açıklamasıyla bir anda gündem oluşturmuş, dikkatlerin bir kez daha Şemdinli’deki bombalama olayına çevrilmesine neden olmuştu. Bu açıklamasından sonra Sabri Uzun, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı görevinden alınarak, AKP uzmanlığına getirildi.

20 Kasım 2009 tarihinde, Habertürk Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı gazetedeki köşesinde Sabri Uzun’a ait bir mektup yayınladı. Ergenekon Soruşturması ile ilgili ifadelerin yer aldığı O mektupta Sabri Uzun,  “Bir oluşum var (!), bu oluşum, son günlerde ‘subay’ kimliğine bürünerek, Ergenekon Soruşturması’yla ilgili habire mektuplar yazıyor... Her nedense kendisi ortaya çıkmıyor... Çok da vatanperver görünüyor... Tüm Türkiye’yi peşinden koşturuyor!... Sayın Altaylı, Türkiye’nin ‘Ergenekon’ adını taktığı şeyle (asla terör örgütü demedim, demiyorum, diyemeyeceğim), 14 Haziran 2001 günü tanıştım. 2006 yılı Ocak veya Şubat ayında tekrar karşıma çıktı. Evet, o tarihlerde, ‘Bütün bunları toplayan, yazan geniş bir ekip var’ diye düşündüm, inceledim, gördüm...” sözleriyle de Ergenekon davası hakkındaki düşüncelerini kamuoyu ile paylaşmıştı.

Sabri Uzun, 22 Temmuz 2007 Genel Seçimlerinde MHP’den milletvekili aday adayı olduysa da MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından veto edildi. Uzun’un, Bahçeli tarafından veto edilmesine sebep olarak, TBMM Şemdinli Araştırma Komisyonuna verdiği ifadeler gösterildi. Sabri Uzun o dönem de tepkisini, “benim kendiliğimden gidip de başvuru yapmam mümkün mü? Elbette ki önceden temaslarımız oldu. Şimdi, neden aday göstermediklerini bana değil, partiye sormak lazım.” diyerek göstermişti.

2013 yılında, TBMM Telekulak Komisyonuna da bilgi veren Sabri Uzun, Ergenekon, Balyoz, Oda TV gibi davaların ‘fos olduğunu’ Tuncay Güney’in emniyet ifadesine eklemeler yapıldığını öne sürmüş, Türkiye’deki yasa dışı dinlemelerin de devlet görevlilerince yapıldığını iddia etmişti.

17 ve 25 Aralık operasyonlarıyla ilgili olarak da  “Avcı’nın kitabında anlattıklarının hepsine harfiyen katılıyorum. Adli ve idari makamlar bu konularla ilgili beni çağırsın bildiğim her şeyi onlara anlatacağım. Bilgiler ve belgelerle her şeyi ortaya koyarım.” diyen EmniyetİstihbaratDairesi eski Başkanı Sabri Uzun, bu ifadeleriyle de emniyeti içerisindeki yapılanmanın varlığını teyit etmiş oluyordu.

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürüldüğü (19 Ocak 2007) dönemde, Emniyet İstihbarat Daire Başkanı olan Sabri Uzun, cinayet davası kapsamında 8 Mayıs 2014 tarihinde ‘şüpheli’ sıfatıyla ilgili mahkemeye ifade verdi.

Hrant Dink cinayeti hakkında alınan istihbaratın kendisinden gizlendiğini ve bazı polis şeflerinin cinayete göz yumduğunu söyleyen Sabri Uzun, “’Hrant Dink öldürülecek’ raporunu benden gizledikleri gibi İstanbul’dan da gizlediler. F4 raporları İl Emniyet Müdürleri tarafından Daire Başkanlığı’na gönderilmelidir. F4 raporunu Trabzon’dan gönderen kişi Ramazan Akyürek’tir. Raporu bizden saklayan birim İstihbarat Daire Başkanlığı C Şube Müdürlüğü’dür. O zaman C Şube Müdürü de Ali Fuat Yılmazer’dir. Bu rapor bana sunulmadı. Rapor hakkında hiçbir bilgi verilmedi. Muhittin Zenit’in düzenlediği haber raporunu gizlerseniz ortada bir şey kalmaz, suçlu İstanbul polisi olur. Hem koruma tedbir emri, hem de F4 haber alma raporu dikkate alındığında sorumlu İstihbarat Daire Başkanlığı C Şube Müdürü ve yetkilileridir. Ya benden gizlendi ya Mülkiye başmüfettişlerinden gizlendi. Ya da resmen hainlik yapıldı. Yani bu soruşturmanın asıl sorumluları gizlenmeye çalışıldı.” ifadesiyle Hrant Dink cinayetinde devlet görevlilerinin kusurlu olduğu iddialarını doğruluyordu.

HSYK 3. Dairesi, yaptığı inceleme sonucunda Gazeteci Hrant Dink’in ölümünde görevlerini ihmal ettikleri iddia edilen,  R. Akyürek, R. Altay, E. Dinç, F. Sarı, E. Demir, Ö. Mumcu, M. Zenit ve M. Ayhan hakkında soruşturma izni vererek dosyayı Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi.

Sabri Uzun, altı yıl İstihbarat Daire Başkanlığı yapmış, kamuoyunda dürüst bir bürokrat ve deneyimli bir istihbaratçı olarak bilinir. Şaibeli birçok olay hakkında konuşmaya başlayınca da 28 Şubat döneminin İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu gibi, görevden alınmıştı.

 Sabri Uzun’un, Harnt Dink cinayetiyle ilgili ifadeleri, kendisinin ve o dönem başkanı bulunduğu İstihbarat Dairesi Başkanlığı’nın sorumluluğunu elbette ortadan kaldırmayacaktır.


Kamuoyu, Sabri Uzun’un, Türkiye’yi her platformda zor durumda bırakan Dink cinayetiyle ilgili “tüm bildiklerini” açıklamasını bekliyor.


25 Temmuz 2014 Cuma

ÖCALAN’IN SATRANÇ OYUNU

Abdullah Öcalan’ın Türkiye’de bağımsız bir “Kürdistan” veya “federasyon” talebinden çok önceden vazgeçtiği hep dillendirildi, söylendi, yazıldı.

Hatta Diyarbakır Büyükşehir Belediye Eşbaşkanı Gülten Kışanak’ın sürekli gündeme getirdiği “demokratik özerklik”ten de vazgeçtiği iddia edildi. 

Öcalan, 2013 Nevruz’unda Diyarbakır’da okunan mesajında;  “Bugün yeni bir dönem başlıyor… Yok sayan, dışlayan, asimile eden paradigma yerle bir oldu. Artık silah değil siyaset öne çıkıyor… Çanakkale’de Türkler ve Kürtlerin omuz omuza şehit düştü, Kurtuluş Savaşı’nı birlikte verdiler, ilk TBMM’yi birlikte kurdular. Geleceğimizi de birlikte kurmalıyız… Bizi bölmek ve çatıştırmak isteyenlere karşı bütünleşeceğiz, ayrıştırmak isteyenlere karşı ayrıştırmak isteyenlere inat birleşeceğiz… Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları, kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır. Gerçek anlamda bu kardeşlik hukukunda fetih, inkâr, ret, zorla asimilasyon ve imha yoktur; olmamalıdır… Son 90 yılın tüm hataları ve eksikliklerine rağmen yeni bir model inşa etmeliyiz… Zaman çatışmanın değil, birlikteliğin ve ‘helalleşmenin’ zamanıdır.” dediğinde birçok kimse, Öcalan’ın bu açıklamalarını, ‘Öcalan ve PKK,  bağımsız bir Kürdistan’dan’ vazgeçti şeklinde yorumlamıştı. O gün Öcalan’ın bu açıklamalarına ihtiyatlı yaklaşmıştık. Çünkü Öcalan, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani il birlikte, Orta Doğu’nun sisli, fırtınalı ve kaygan zemininde siyaset yapabilen ender kişiliklerdendir.

BDP ve HDP milletvekilleri tarafından zaman zaman “özgür Kürdistan” talepleri dillendirilmiş olsa da Öcalan, 2013 Nevrozu’ndan sonraki açıklamalarında, Türkiye kamuoyunu tedirgin edecek bu yönlü mesajlar vermekten kaçınmıştı.  

Öcalan, 10 Temmuz günü HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve Diyarbakır Bağımsız Milletvekili Leyla Zana ile gerçekleştirdiği görüşmede, Celal Talabani’yi “Kürt halkının özgürlüğü için ortak hareket etmeye” davet ediyordu. Enteresandır, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Öcalan'ın gönderdiği mesajdan dokuz gün sonra Almanya'daki hastaneden taburcu edildi.

Bilindiği üzere, Celal Talabani, geçirdiği beyin kanaması sonrasında uzun süreden beri (20 Aralık 2012) Almanya’da tedavi görüyordu. Tedavisi sonrasında, 19 Temmuz günü Süleymaniye'ye döndü. 

Öcalan, Fırat Haber Ajansı (ANF)’de yayınlanan mesajında; "Komşu ülkelerle yürüttüğünüz diplomasi çalışması oldukça olumlu. Şimdi de aynı çalışmasının Kürtler için yürütülmesi gerekir. Bugün dört parça Kürdistan'daki siyasi konjonktürel durum, Kürt halkını özgürlüğü için ortak hareket etmeye zorluyor" sözleriyle, bağımsız bir Kürdistan’dan vazgeçmediğini, “makyavelist ve oportünist” kişiliği gereği bu fikrinden vazgeçmediğini açıklıyordu.  

Öcalan, Talabani’ye gönderdiği bu mesajla aynı zamanda, Rojava’daki gelişmeler nedeniyle birbirleri hakkında sert açıklamalarda bulunan PKK-KCK-Kandil ile Mesut Barzani’nin liderliğini yaptığı KDP’ye yönelik mesajlar veriyor. Öcalan bu mesajla, Türkiye’ye karşı kendisinin, KDP’ye karşı ise Kandil’in elini güçlendirmeyi hedefliyor.

Nitekim Talabani’ye gönderdiği mesajın devamında Öcalan, ''Bildiğiniz gibi, hareketimizin bütün kurucularının katılımıyla ve tarihten aldığımız tüm güç ve mücadeleyle temaslara başladık, ya da çözüm sürecine başlandı. Kalıcı ve değerli bir barış için sizin de yanımda olmanızı çok isterdim. Ulusal Kongre'nin derhal toplanması için umut ve isteğim, halkımızın ortak bir çalışma yürütmesi. Eğer biz Ulusal Kongre'yi garantilemezsek, halkımız IŞİD çetelerinin saldırılarına maruz kalmaya devam edecektir." diyerek, Orta Doğu’daki IŞİD tehlikesine de dikkat çekiyordu.

IŞİD’in varlığı, Irak Bölgesel Kürt Yönetimini Türkiye ile paralel politikalar izlemeye zorluyor. IŞİD tehlikesi, PKK-KCK-Kandil ile  KDP arasındaki sıcak bir çatışma ihtimalini de ortadan kaldırıyor. 

Öcalan, yıllardır Talabani ve Barzani ile “örtülü” de olsa bir liderlik mücadelesine girmiştir. Öcalan, 15 yıldır İmralı’da tutuklu bulunuyorken, Celal Talabani; ABD’nin Irak’a müdahalesiyle Saddam Hüseyin dönenin sona ermesinden sonra şekillenen “sözüm ona” yeni Irak’ın Cumhurbaşkanı oldu. (24 Temmuz itibariyle Celal Talabani'nin partisi Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin IKYB’nin adayı Doktor Fuad Masum Irak’ın yeni Cumhurbaşkanı seçildi.) Mesut Barzani ise Irak Bölgesel Kürt Yönetiminin Başkanı olarak bölge ve dünya siyasetinde, saygın bir siyasetçi konumundadır.

Orta Doğu ve Rojava’daki son gelişmelerden sonra Öcalan’ın satranç oyunu ve bölgedeki “liderlik” mücadelesi nasıl sonuçlanacak?


Bekleyip, göreceğiz…

24 Temmuz 2014 Perşembe

SİLAH, PKK VE BARIŞ!


İdris Baluken, Öcalan’ın HDP projesine yönelik çekincelerini “HDP projesinin çok önemli stratejik proje olduğunu ifade etti. Hem Kürt ilkel milliyetçi çevreler hem de bazı Türk sol gruplarının ve sahte aydınların HDP projesinden rahatsız olduğunu kendisinin de takip ettiğini söyledi.” diyerek dile getirmişti. Öcalan’ın HDP karşı gösterilen tepkilere yönelik rahatsızlığı açıklamasından sonra, KCK Üst düzey yöneticilerinden (C. Bayık, D. Kalkan, M. Karasu)  de benzer açıklamalar geldi.  Peki, kendileri için silahı sigorta olarak gören KCK’nın bu açıklamalarını nasıl okumalıyız?

Bir hafta önce, üst düzey yöneticilerinden Mustafa Karasu’nun “Eskiden devlet kurma anlayışı vardı. Bundan vazgeçtik.” diyen bir KCK, bir hafta sonra,  üst düzey yöneticilerinden Duran Kalkan’ın “Eğer gerçekten de çözüm yönünde adım atılmaz, Önder Apo’nun ortaya koyduğu projelere karşılık verilmez, halk üzerindeki bu baskı terör devam ederse Kürdistan’da güya işte her taşın ve her tepeciğin üzerine karakol yaparak tam bir asker hegemonyası sistemi kurulmak isteniyor gerilla da müdahale eder, halk da müdahale eder.” diyen bir KCK.

KCK Üst düzey yöneticilerinin birbiriyle çelişen bu açıklamaları gösteriyor ki, Kandil şu an kendi içerisinde bir birliktelik oluşturabilmiş değil. Öcalan’ın 2013 Nevruz’unda “silahlar sussun, fikirler konuşsun” açıklamasından sonra, PKK içerisinde silahlı mücadele mi, silahsız mücadele mi tartışmalarının sonlanmadığı, örgüt içerisinde “silahlı mücadeleyi devam ettirelim” düşüncesinin, devam ettiğini göstermektedir.

Peki, Duran Kalkan’a bunu söyleten güç nedir? Elbette ki hâlihazırda ellerinde bulundurdukları silah. Duran Kalkan, eski tüfek Maocu ve PKK’nın en karanlık yöneticisidir. Sık sık uluslararası derin yapılanmalar ve Türkiye’deki bağlantılarıyla irtibatlı olduğu iddia edilmektedir.

Duran Kalkan’ın bu açıklamalarından sonra, PKK’nın yerleşim yerlerindeki marjinal  grupları, (özellikle gençlik yapılanması)  yakında yeniden yol kesme, kimlik kontrolü yapma hatta dağa adam kaçırma gibi eylemlere başvurabilirler.

KCK’nın “bağımsız devlet kurma anlayışından” vazgeçtiğini açıklaması, silahı bıraktığı anlamına gelmiyor. Öcalan’ın yakalandığı 1999 yılında da devlet kurma isteklerinden vazgeçtiklerini açıklamalarına rağmen, yıllarca Türkiye’ye silahlı mücadeleyi dayattılar. PKK-KCK-Kandil’in, sığ ifadeler kullanmak yerine, silahı, silahlı mücadeleden vazgeçtiklerini açıklamaları en doğru tercihtir.

Elinde silah bulunduran bir PKK/KCK, sadece Türkiye için değil, tüm Orta Doğu için de bir tehdit unsurudur. Silahı elinde güç olarak bulunduran bir yapılanmayı, Kürt Siyasal Hareketi (KSH) olarak değerlendirmek, bunu kamuoyu ile paylaşmak, silahı legalize etme gayret ve çabalarıdır. PKK ne zaman ki silah bıraktığını ilan eder, tamamen silahtan arınır, silahsız bir mücadeleyi ve siyaseti benimsediğini dünyaya deklare ederse, işte o zaman PKK yasal, siyasi bir hareket olarak tanımlanabilir.

“Yasal, (HDP-BDP. HDK, DTK)  yarı yasal (nasıl bir oluşum olduğunu bilmiyorum),  ve yasa dışı (PKK-KCK-Kandil)  tüm oluşumları Kürt Siyasal Hareketi (KSH) olarak adlandıran yazarlar, kimi gazeteci ve terör uzmanları!”
Peki, HAK-PAR, KADEP, TKDP hatta Hüdapar gibi partiler, bu dâhiyane tanımlamanın neresinde yer alıyorlar? Bunlar da Kürt siyasi partileri değil mi?

Peki,  neden ve ne için?

Benzer bir tanımlamayı İrlanda Cumhuriyet Ordusu (İRA) ya da Bask Vatanı/Yurdu ve Özgürlüğü  (ETA) için yapmıyorsunuz?

Sinn Fein için İRA’nın siyasi kanadı, Batasuna için ETA’nın siyasi kanadı ifadesini kullanırken,  bütünü için,  neden İrlanda Siyasi Hareketi (İSH) veya Bask Vatanı ve Özgürlüğü Siyasi Hareketi (BSH) gibi isimlendirmelerini kullanmıyorsunuz? Muhtemelen bunlarla ilgili talimat almadığınızdandır.

Hukukçularımızdan istirhamımızdır. Üçü bir arada olan, yasal-yarı yasal ve yasa dışı (isterseniz ifadesi, isterseniz tanımlaması deyin ne derseniz deyin artık) ifadesi, hukukun hangi dalının, hangi maddesine göre tanımlanabiliyor?

Sonuç olarak, tüm illegal silahlı yapılanmalar, (PKK ya da bir başkası) insanlık için her zaman bir tehdit unsurudur. Silahlı mücadeleyi hedef almış ve elinde silah bulunduran bir örgüt, nasıl ve ne şekilde yasal kabul edilir, edilebilir? Böyle bir mantıkla dünya üzerinde silahlı mücadele yürüten tüm örgütler, (El-Kaide, Hizbullah, Eş-Şebab vb.) yasal siyasi hareketler olarak mı değerlendirilmelidir?

Amacı, sadece şiddet olan birisine, karşı şiddetle mukabele ederseniz, kalıcı bir çözüm bulamazsınız.

Unutmayın! Şiddet, şiddeti doğurur.

Huzurla kalın efendim…

(Bu yazı ilk olarak 12 Mayıs 2014 tarihinde yayınlanmıştır.)

MEMDOĞLU'NDAN ÖCALAN OKUMALARI

MANSET365/HABER MERKEZİ
CÜNEYT ALPHAN
Öncellikle bütün İslam aleminin, tüm dostlarımın ve siz değerli okuyucularımın Kadir Gecesini ve mübarek Ramazan ayını tebrik eder, şimdiden herkesin Ramazan bayramını kutlarım.
Değerli dostlarım tarafından imzalanıp gönderilen, sıraya koyduğum ama yoğunluktan ötürü okuyamadığım değerli yazar arkadaşlarımın kitaplarını okumaya başladım. Onlardan ilki de arkadaşım Mehmet Memdoğlu’nun Öcalan ile okuma kitabıdır.
 “Uzun bir çalışma ve emeğin ürünü olan bu çalışmada, semavi dinlerin ve bu dinlerin ‘kutsal’ tanıdığı kavram ve değerlerin ‘Öcalanca’ okunuşuna birçok örnekleriyle tanık olacaksınız” diyor Mehmet Memdoğlu.
Evet, kitap incelendiğinde ve okunduğunda gerçekten de büyük bir emek ve sabrın ürünü olduğunu görmek mümkün.
Abdullah Öcalan’ın, farklı tarihlerde kutsal kavramlara, dine ilişkin açıklamalarını derlemek – çalışmanın sınırları ve Öcalan’ın kitaplarına ulaşmadaki sıkıntılar da göz önüne alındığında – bunları içerdikleri konulara göre sınıflandırmak, kitap dizgisini oluşturmak, ayrı bir emek, bilgi birikimi ve araştırmayı gerektiriyor.
Araştırmacı-Yazar Mehmet Memdoğlu’nun son çalışması olan ve Anatolia Yayınları tarafından yayınlanan “Abdullah Öcalan’ın Din Okumaları” kitabı da emek yoğunluklu kitaplardan biri.
Memdoğlu, kitabın önsöz bölümünde, çalışmanın bir nevi analizi yapmış, kitap ve Öcalan hakkındaki tüm düşüncelerini güzel bir anlatımla dile getirmiştir. Sonuç kısmında ise Öcalan’ın son dönemlerde din konusundaki açıklamalarının beraberinde PKK ve BDP’nin söylem ve politikalarına da yansıyan değerlendirmelerde bulunmuş, Öcalan ve Çözüm Süreci’nin geleceği ile ilgili öngörülerini dile getirmiştir.
Memdoğlu’nun, ayrıca 2012 yılında da Öcalan’ın Mustafa Kemal hakkındaki derin çelişkilerini yansıtan “Öcalan’ın Mustafa Kemal Okumaları” adlı kitabı, Yakın Plan Yayınları tarafından yayınlanmıştı.
Memdoğlu, “Türkiye’nin Öcalan’ı bütün yönleriyle tanıyamadığını, aslında böyle bir çalışma çok önceden yapılmış olmalıydı” diyerek, haklı bir tespitte bulunuyor.
Kitabın yayın aşamasına hazırlanması süreciyle ilgili, “Türkiye’deki üniversitelerin ve strateji kuruluşlarının bu konuda yetersiz kaldıklarını, gerekli araştırma ve çalışmaları yapamadıklarını, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, böyle bir çalışmayı yapmış olması gerekirdi” diyerek, çalışmanın hassasiyetine dikkat çekiyor.
Memdoğlu; “Her şeye rağmen, kendi alanında Türkiye’de bir ilk olan ve Abdullah Öcalan’ın âdeta kişilik kodlarının tahlili olan bu iki çalışmayı Türkiye’nin bilgisine sunmaktan çok mutlu olduğunu, birçok kez sabote edilmek istenmesine rağmen, iki yıldır devam eden ‘Çözüm Süreci’nin bir an önce sonuçlanması gerektiğini, sürecin şeffaflaşması gerektiğinin altını çizmek istiyorum” dedi.
Böyle bir çalışmanın süreci sıkıntıya düşürebileceği yönündeki değerlendirmelere tepki gösteren Memdoğlu, “Türkiye toplumunda Öcalan hakkındaki soru işaretlerinin devam ettiğini, bu süreçte Öcalan ile ilgili gerçeklerin Türkiye kamuoyu ile paylaşılmasının, iddia edildiğinin aksine sürece katkı sunacağını” belirtiyor.
Türkiye’nin ana sorunlarından olan Kürt sorununun çözümsüzlüğünün bir sonucu olan Öcalan’ın bilinmeyenlerini merak eden tüm kesimlerin okuması ve arşivlerinde bulundurulması gerekli iki çalışma, iki kitap.
Bu güzel çalışma ve nurlu emeğinden ötürü Memdoğlu dostumu kutlar, başarılarının devamını dilerim.

22 Temmuz 2014 Salı

YARGI BAĞIMSIZLIĞI




       12 Eylül 1980 Darbe ürünü olan Anayasamız, kuvvetler ayrılığı (yasama-yürütme-yargı) ilkesine göre düzenlenmiştir.Kuvvetler ayrılığı ilkesinin en önemli erki, şüphesiz adalet dağıtan yargıdır. Yani yargı bağımsızlığıdır. Adil bir "yargı"nın,  her türlü baskı ve etkiden uzak ve siyasal çekişmelerin dışında kalması gerekir...Türkiye'de yargı erki hiç bir zaman tam bağımsız olmamıştır.Yargı hep, gücü elinde (siyaset ya da statüko) bulunduranların tercihlerine göre kararlar vermiştir.

       Dün, ETÖ'ye üye suçlamasıyla tutuklama kararları veren yargı, bugün o tutuklamaları gerçekleştirenleri tutuklayabiliyor. Siyasi dengeler değiştiğinde, bugün tutuklama kararı verenler, yarın bir başka suçlamayla tutuklanabilirler... 

          Burası Türkiye...

       Devlet idaresi ile kamu hizmetlerinin dağıtımında; etnik köken, grup, parti, cemaat, takım, tarikat, kulüp mantığı olmamalı; aksi halde devleti oluşturan ana gövde çatırdamaya başlar ve içerisinde bulunduğumuz gemiye su sızmaya başlar. Bu sızıntıyı gören derin yapılanmalar, geminin rotasını menfaatleri istikametine çevirmenin yollarını arayacaklardır.

ÖCALAN’A GÖRE KADIN VE AİLE

8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle, iktidar, muhalefet, sivil toplum kuruluşları ile toplumun değişik kesimlerinden “kadın” ve “aile” hakkında açıklamalar, konuşmalar yapıldı. Her zaman karşılaştığımız gibi, kadınlara (güya)  armağan edilen güne tüm kesimler pragmatistçe yaklaşarak, kadını kendi politikalarına alet etmekten kaçınmamışlardır.

Bilindiği üzere, Dünya Kadınlar Günü’ne esin kaynağı olan olay; 8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York kentinde dokuma işçilerinin daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlamasının ardından, polisin işçilere müdahale etmesi sonrası çıkan yangında, işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçinin ölmesi olmuştur.

Türkiye’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlanmıştır. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmamış, 1984’ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmıştır.

Bu kısa hatırlatmadan sonra, asıl konumuz olan ve “halen İmralı Cezaevi’nde tutuklu bulunan Öcalan’ın kadın ve aileye bakışı nedir?”, onu irdelemeye çalışalım. Aslında bu konu bir yazıya sığdırılamayacak kadar geniş ve uzun bir konu. Öcalan’ın kadın ve aile hakkında sayısız açıklamaları mevcut. (Konu ile ilgili daha geniş bilgi için bakınız: A. Öcalan, Kürdistan’da Kadın ve Aile) Bununla birlikte, Öcalan’ın bakışını, yine Öcalan’ın açıklamalarından ana hatlarıyla yansıtmaya çalışacağız.

01 Mart 2014 günü yayınlanan mesajında Öcalan; “Hiçbir öykü, kadının kölelik ve özgürlük öyküsü kadar beni hem esefle, öfkeyle hem kıvançla ve coşkuyla etkilemiyor… Bana öyle geliyor ki toplumsal yaşamda yapılan en temel hata, yanlışlık ve çirkinlik kadın konusunda yapılmakta ve yaşamı peşinen kaybetmeye götürmektedir. Bunun başlıca nedeni kapitalizm kültürüdür…” dedi.

Bugün için bu açıklamayı yapan Öcalan, geçmiş yıllarda “kadın” ve “aile” için neler söylemiş?

Öcalan, “Bir Halkı Savunmak” adlı kitabında, (s.243) “Gerçek bir kadın özgürlüğü, üzerindeki koca, baba, aşık, kardeş, dost vb. köleleştirici duygu ve iradelerin kaldırılmasıyla mümkündür. En iyi aşk en tehlikeli mülkiyettir. Kadına yönelik erkek egemen dünyasının ürettiği tüm düşünce, din, bilim ve sanat kalıplarını çok sıkı bir eleştiriden geçirmeden özgür kadın kimliği açığa çıkarılamaz.” derken, kadını bir başka tartışma konusu olarak kullanmıştır.

13 Mayıs 1999 tarihli avukat görüşmesinde Öcalan; “Ciddi bir proje geliştirmek istiyorum. Bir grup kadın yoğunlaşabilir mi. Onları üçe ayırıyorum. Mitolojik bir söylemle anlatacağım. Birincisi tanrıçalık yolunda olan kadınlar ikincisi melekleşen ya da melek olma yolunda olan kadınlar üçüncüsü baştan çıkarılması gereken kadınlar. Bunu mitolojik söylemle belirtiyorum. Her grupta on ile yüz arası toplam azami üç yüze yakın gruplar olur. Bu gruplar oluşursa onlarla ilgilenirim. Her üç grupta önemli. Birbirimizle uğraşırız, onlar mı beni yoldan çıkarır ben mi onları tanrıçalık yoluna sokarım bakacağız. Herkes yerini burada görür melekleşme yoluna mı girerler, beni baştan çıkarabilirler mi, göreceğiz.” derken, kendi zaviyesinden kadın portresini çizmiş, kadını kendi politikalarına nasıl alet ettiğini açıkça ifade etmiştir.

07 Nisan 2004 tarihli avukat görüşmesinde ise: “Ben aşka ve sevgiye karşı değilim. Aşka inanan bir insanım. Aşkın büyük savaşçısıyım, emekçisiyim. Özgür bir kadın yaratmak için çok çaba sarf ettim. Dağda nasıl yürüyeceklerini, savaşacaklarını, atlayacaklarını ve yüzmeye varana kadar öğrettim” diyerek, aşk yorumunu ve kadına yaklaşım tarzını bir başka açıdan dillendirmektedir.

30 Haziran 1996 tarihinde Tunceli merkezde düzenlenen bayrak töreni sırasında kendisini havaya uçurarak 8 askerin şehit, 29 askerin de yaralanmalarına sebep olan intihar bomba eylemcisi ZİLAN (K) Zeynep Kınacı’nın bizzat Öcalan’a verilmek üzere yazdığı mektubunda; “Kendimi intihar eylemini gerçekleştirmek için aday görüyorum. Bizler, sizin bitmez, tükenmez emek ve çabalarınıza karşılık, canımızı bile versek yeterli değildir. Keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı. Siz yaşamınızla bir halkı yeniden yarattınız.” şeklindeki ifadesi, örgüt içerisindeki kadınların Öcalan’ı ne şekilde gördükleri ve nasıl bir ruh haliyle eğitildiklerinin göstergesi niteliğindedir.

“Kürdistan’da Kadın ve Aile” (s.52) adlı kitabında ise Öcalan; “Bizde aile çok yönüyle eleştiriye tabi tutulabilir. Aileden çok, bir dramdır Kürdistan’da yaşanan. Bizde bir kargaşa olan aile, düşüncenin gömüldüğü, iradenin yazboz tahtasına çevrildiği, insanımızı paramparça edildiği, dağıtıldığı bir şeytan üçgenidir. Onun için devrimcileştirilmesi gereken kurumların başında aileyi ele alıyoruz.”

“Aile, faşizmin geleneksel bir kurumudur. Avrupa’da böyle bir kurum yoktur. Avrupa bu kuruma ancak mercimek kadar değer verir. Türkiye’de ve bizde öyle değildir.” (s.92) derken de aile kurumunun gereksizliğini kendi bakış açısıyla ortaya koymaktadır.

Kadını, aileyi, anneyi, babayı sevgiliyi bu tür sembolik günlere indirgeme taraftarı değilim.

Neden derseniz?

Kendi öz değerlerimizi bir güne sığdırmaya çalışmak, Türkiye’deki toplumsal yozlaşmayı daha da derinleştirmek demektir.

Bizim kültürümüzde "Ana", baş tacıdır. Dünyanın güzelliği, “Cennet”in de anahtarıdır.

Selametle kalın efendim…

(Bu yazı ilk olarak 10 Mart 2014 tarihinde yayınlanmıştır. )

21 Temmuz 2014 Pazartesi

EY İNSANLIK!


Dünya üzerinde "Siyonizm"in derin kök saldığı birkaç ülkeden biridir Türkiye. Ve Türkiye’miz 24 Mart 1949 tarihinde İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olma özelliğine sahiptir.  Tarihi hep acı ve gözyaşıyla anılan Orta Doğu, İsrail’in kurulmasıyla birlikte artık “kan” ile anılmaya başlanacaktı…

İsrail, Filistin’de kendisine yönelik saldırılara cevap verdiğini iddia ediyor. Oysa Gazze'deki son saldırıların başından bu yana hayatını yitiren sivillerin oranı %85-90 civarında. İsrail’e göre “terör”ün tanımı, sivillere yönelik soykırım yapmak olsa gerek.

İsrail’in Gazze’ye bomba yağdırmaya başladığı günlerde,  ülke olarak, Dünya Kupası futbol maçlarına kilitlenmiştik.  Bunun sonucu olarak, Gazze'deki ihtiyar, kadın ve çocukların üzerine yağan bombalara gösterecek ilgimiz de kalmamıştı. Gazze sokaklarında oynayan çocuklar, sıcak yaz günlerinde oynadıkları bu oyunun, kendileri için son oyun olacağını nereden bilebilirlerdi?

Gazze'deki tüm menekşe ve çiçekler, insanların solan kalpleri gibi soldular, kurudular maalesef.

Ey İnsanlık!

Gazze’de çocuklar ölüyor. 

Gazze’de kadınlar ölüyor,

Gazze’de siviller ölüyor,

Gazze’de insanlık ölüyor.

Biz ne yapıyoruz? Gazze’deki soykırımı, kendi iç siyasetimize malzeme edecek kadar insani duygularımızı yitirmiş durumdayız.

Biz ne yapıyoruz? Hile, entrika ve terörizmle kurulmuş bir ülke olan İsrail'den medet umuyoruz, merhamet bekliyoruz.

Manzaraya bakar mısınız? İsrail vuruyor, başta BM, ABD ve AB olmak üzere tüm Batı, sinema seyreder gibi Gazze'deki ölümleri seyrediyor.


Aynı Batı, 1992 yılında sadece Müslüman oldukları için Sırp caniler tarafından katledilen Boşnaklara da seyirci kalmamış mıydı? Dünyanın bu sessizliğinden cesaret almaya devam eden İsrail ise Adolf Hitler’in kendilerine yaptığı soykırıma özenerek, beşikteki çocukların üzerlerine bomba yağdırmaya devam ediyor. Böyle bir vahşet karşısında sessiz kalmak, tarafsız durmak pespayeliktir…

Bu nasıl bir vahşettir ki İsrailli bir grup, İsrail'in yüksek tepelerinden Gazze'deki vahşeti zevkle izleyebiliyor. Acaba diyorum,  genetiği değiştirilmiş tarım ürünlerinin mimarı olan İsrail, kendi toplumunun genetiğini de mi değiştirdi? Başka türlü böyle bir vahşete nasıl seyirci kalınabilir?

İddia edildiği gibi, Hamas terörist bir örgüt değildir. Seçimle iş başına gelmiş Filistin’in meşru hükümetidir. İsrail hükümeti ne kadar meşru ise, Hamas da o kadar meşrudur.

Sözüm ona, çağdaş Batı...

Sözüm ona, ilerici Batı...

Sözüm ona, medeni Batı...

Sözüm ona, insan hakları savunucusu Batı...

Allah'ım! 


Bir kez daha Gazze'deki çoluk çocuğa bomba yağdıran İsrail'i ve ona çanak tutan herkesi sana havale ediyoruz.

BİN(GÖL)’ÜN ESRARI


Türkiye’de terörü sonlandırma gayret ve çalışmalarının, konuşulmasına tahammül edemeyen odaklar, ülke gündemini hemen değiştirir; kan üzerinden siyaset yapmaya devam ederler. Dün böyleydi, bugün de aynı durum ile karşı karşıyayız.

Bugün 35 yıldır devam eden çatışmaların bitirilmesine yönelik, ne zaman ki ciddi adımlar atılmıştır, çözüme yönelik tüm iyi niyetli adımlar ve çalışmalar bir şekilde sekteye uğratılmaya çalışılmıştır.  

Türkiye’de çözümün ilk konuşulduğu yıl, aynı zamanda da Türkiye’nin en karanlık yıllarından biri olan 1993 yılıdır. Genel af ve PKK’nın silah bırakmasının konuşulduğu bu dönemde, süreci sekteye uğratan olaylar zinciri birbirini takip edercesine meydana geldi. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ANAP İstanbul Milletvekili, eski Maliye Bakanı Adnan Kahveci, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis, Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, JİTEM üyesi Cem Ersever ve Gazeteci Uğur Mumcu şüpheli bir şekilde öldü, ya da öldürüldüler.  En sarsıcı olay ise 24 Mayıs 1993’te BİNGÖL- ELAZIĞ karayolunda yaşandı. İzinden dönen silahsız 33 er, korumasız ve silahsız bir şekilde otobüsle nakledildikleri sırada PKK tarafından pusuya düşürülerek şehit edildiler. Ve haince gerçekleştirilen bu olay bugün bile tam manasıyla aydınlatılmış değildir. Bu olaydan sonra “barış ve çözüm” gibi kelimeler uzun süre dillendirilmemiş, PKK ile güvenlik güçleri arasındaki çatışmalar yeniden alevlenmiştir.

1990’lı yıllarda, bölgedeki faili meçhul cinayetlerin çoğu BİN-GÖL ve civarında meydana gelmiştir. PKK’yı bitirmek için dönemin yetkilileri tarafından kurulan ve uzun yıllar varlığı inkar edilen JİTEM’in; o dönemdeki en etkili ismi olan YEŞİL kod adlı Mahmut YILDIRIM,  bölgede korku salmaya başlamıştı. “JİTEM, PKK’yı bitirmek için kurulmuştu, ancak zamanla asli görevini unutarak korku yayan bir güce dönüştü. Bu korkuyu yayınların başında da Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım geliyordu. Adından çokça söz ettiren, yaşayıp yaşamadığı bile tartışmalı Yeşil kimdi?

Yeşil kod adıyla bilinen Mahmut Yıldırım 1951 yılında Bingöl’ün Solhan ilçesinde doğdu. 1973'te Bingöl Genç İlçe Jandarma Komutanlığı tarafından kullanıldı ve ilişki aynı yıl MİT Tatvan Bölge Müdürlüğü'ne devredildi.

Yıldırım, Elazığ'da 1977'de Etibank Ferro Krom tesislerinde puantör olarak göreve başladı. İşlemleri 20938 sicil numarası üzerinden yapılıyordu. Bu elbette derin devletin Yıldırım’ı gizleme operasyonuydu. Tam dört yıl sonra farklı bir göreve soyunup, farklı bir isimle anılmaya başladı. Ahmet Demir, Mehmet Kırmızı sahte kimliklerini kullanan, Güneydoğu'da "Sakallı" adıyla bilinen Mahmut Yıldırım'ın geçmişi bir ölçüde deşifre edilebildi. Bir dönem MİT'te, bir dönem JİTEM'de görev aldığı anlaşıldı. JİTEM subayı Ahmet Cem Ersever'in öldürülmesinden, Güneydoğu'daki pek çok fail-i meçhul cinayete kadar sayısız olayda tetikçilik yaptığı belirlendi. Hatta Abdullah Öcalan'ın Suriye'de öldürülmesi için görevlendirilen ekipte de yer aldığı öne sürüldü.” *

Bingöl’deki esrarengiz olaylar zincirine bu kez bir yük treni kazası eklenecekti.  25 Mayıs 2007 tarihinde Bingöl'ün Genç İlçesi Suveren İstasyonu Burgu Mevkii'nde Tatvan-Malatya seferini yapan yük treninin geçtiği sırada meydana gelen patlamanın ardından devrilen konteynırlardan uzun namlulu silahlar bulunacaktı. PKK’nın üstlendiği eylem sonucu,  8 vagonu devrilen yük treninden, ABD menşeli boru tipi 300 adet roketatar ile çok sayıda silah ve cephane çıktığı iddia edilmişti.  

Kazanın en trajikomik yanı ise ABD patentli olan silahların İran'dan Suriye'ye gönderilmek üzere terene yüklendiği gerçeğiydi. Yapılan incelemeler sonucu, İran'dan inşaat malzemesi olarak mühürlenerek trenle Van'a gelen konteynerlerin, Van Gölü üzerinden feribotla Bitlis'in Tatvan ilçesindeki gara getirildiği, Konteynerlerin; 25 Mayıs’ta Tatvan’dan Suriye'ye gönderilmek üzere, hareket eden yük trenine konulduğu meydana çıkmıştı.

Akıllardaki soru? PKK’nın bu bombalı eylemi tamamen bir tesadüf müydü, yoksa bir plan ve program dâhilinde mi gerçekleştirilmişti?

Ve 3 Eylül 2013… Bingöl-Genç karayolu üzerinde durdurulan araçlardan, 7 adet mutfak tüpü içerisinde yaklaşık 200 kilogram patlayıcı madde ele geçirildi. Bingöl’de yakalanan 200 kilogram patlayıcı ile ne hedeflendi, yakalanan patlayıcılar nerden getirildi, istikametleri neresiydi? Bu patlayıcılar ile Çözüm süreci mi hedeflendi? Tüm bu olayların merkezinin Bingöl ve çevresi olması acaba bir tevafuk mudur?  Yoksa Fırat’ın batısında etkin olan Ergekonvari yapılanmaların, Fırat’ın doğusundaki PKK ile bağlantılı Ergenekon ile ortaklaşa gerçekleştirdikleri operasyonlar mıdır?

Kamuoyunun merakla beklediği bu soruların cevapları beklenirken; 5 Eylül 2013 günü ise KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın özetle: "1 Eylül'e kadar Türk hükümetine süre vermiştik. Şimdiye kadar bir şey görmedik. Bunun manası sorun çözülmek istemiyor demektir. Savaş yapmak istiyorlar. Biz de kendimizi savunuruz. Eğer operasyonlar başlarsa biz de buna karşı kendimizi savunuruz. Eğer savaş başlarsa ve imhaya yönelirlerse bizde gerilla gruplarını geri göndeririz" açıklaması, gündeme bomba gibi düştü ve 2012 yılının son aylarında başlayan çözüm süreci sona mı eriyor sorularını akıllara getirdi. KCK'nın Eşbaşkanı C. Bayık'ın bu güne kadar ki söylemleri ile son açıklaması da aynı içerikte. Hep tehditkâr…

Çözüm sürecinin başladığı 2012 yılının son aylarından günümüze gelindiğinde, süreci sekteye uğratacak birçok olay meydana geldiyse de, Türkiye bu olumsuzlukların tümünü sağduyu ile atlatmasını başarabilmiştir. Bölgede meydana gelen son olaylar ile KCK'nın,"Geri çekilme durdu, ateşkes sürüyor." açıklaması; devleti (süreci idare edenleri) sıkıştırmaya, taviz verdirmeye yöneliktir.  

Ancak, unutulmamalıdır ki çözüm sürecinin muhatabı Öcalan’dır. Öcalan ile başlamış olan süreç, yine Öcalan ile yoluna devam etmektedir…



(Bu yazı ilk olarak 11 Eylül 2013 tarihinde yayınlanmıştır.)

19 Temmuz 2014 Cumartesi

BARIŞIN MİMARI ANNELER!

Hiç unutmam… Yavrularını kaybetmiş dişi bir kurdun,  gece boyunca ulumasına dayanamamıştı rahmetli annem. Beraberce evden dışarı çıkmıştık. O kadar hüzünlenmiş ve ağlamıştı ki imkânı olsa, gece karanlığında gidip o anne kurdun acısını paylaşacaktı. Ve dilinden; “Rabbim! Sen evlat acısını, ciğer sancısını, dağlara, taşlara verme. Allah’ım! Bizlere evlat acısı yaşatma” duaları dökülmüştü zavallı annenim. Elhamdülillah, evlat acısı yaşamadan ahirete irtihal etti sevgili Annem.

Gencecik yavrularının ellerine kınalar yakarak, “kınalı kuzum” dedikleri evlatlarını,  kültürümüzde “Peygamber Ocağı” olarak bilinen o mukaddes hizmete, askere gönderen anneler…

Çocuğunun askerden döneceği günü sabırla ve hasretle beklerken, yavrusuna yapacağı düğünün hayallerini kurarken,  “ciğerparen en ulvi mertebeye, şehitlik mertebesine ulaştı” haberini alan anneler… Gözü yaşlı, yürekleri yaralı şehit anneleri…

Cumartesi günleri İstanbul Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemleri düzenleyerek, gözaltında kaybolan yakınlarını ve faili meçhul cinayetlere kurban giden yakınlarının faillerini arayan anneler. Evet, “Cumartesi Anneleri”nden bahsediyoruz.  1995 yılından bugüne kadar,  seslerini duyurmaya çalışan, bir umut diyerek bekleyen anneler…

Yavrusunu kaybeden her anne, onun için bir şeyler yapmak, onu ölümsüzleştirmek ister. Bunun için de her türlü şiddetin bitmesi için gayret eden, seslerini duyurmaya çalışan fedakâr, cefakâr anneler…

Geçtiğimiz Nisan ayında, haber kanallarına alışagelmişin dışında bir haber yansıdı. Yazılı ve görsel basında geniş yer alan haberin konusunda yine bir anne vardı. PKK’nın kaçırdığı yavrusunu silahtan, şiddetten hatta ölümden kurtarmak için 10 gün boyunca direnen ve nihayetinde çocuğuna sağ salim kavuşan bir anne… Aysel. B.’nin Diyarbakır’da PKK’ya karşı yapmış olduğu bu eylem bir ilkti.  23 Nisan 2014 tarihinde, pikniğe gidiyoruz denilerek alıkonan 15 çocuktan, 15 yaşındaki S. B.’nin annesi, başlattığı eylem sonucunda çocuğuna kavuşmuştu.

Aysel B.’nin, gerçekleştirdiği eylem ile amacına ulaştığını gören ve aynı tarihte Lice’de PKK tarafından kaçırılan diğer 14 çocuktan Halime Gündüz (15),  Fırat Aydın Eren ile 4 Nisan’da Şanlıurfa’da Öcalan’ın doğum günü için düzenlenen Amara Yürüyüşü etkinliklerine katıldıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamayan Hatip Temel’in (15)  aileleri, 19 Mayıs günü Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi önünde “PKK çocuklarımızı geri ver” eylemi başlattılar.

Barışın Mimarı Anneler

Büyükşehir Belediye Binası önünde ortak bir açıklama yapan ailelere,  çocukların okul arkadaşlarının da destek vermesi çok anlamlıydı. Çocukları PKK kamplarında olan ailelerin benzer şekilde eylemler gerçekleştirerek seslerini duyurmaları, PKK üzerinde toplumsal bir baskı oluşturacak, bu da ülke barışını daha da hızlandıracaktır.

Buna paralel, devlet de bir iyi niyet göstergesi olarak, geçmişte bir şekilde  PKK’ya katılmış ve güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği operasyonlarda öldürülmüş PKK’lı aileleri ziyaret edebilmeli, o annelerin acılarına ortak olabilmelidir. Böyle bir davranış sosyal devlet ilkesinin de bir gereğidir.

“Çözüm Süreci”nin başladığı ilk günden bugüne her fırsatta devletten yeni adımlar atmasını bekleyen KCK’nın da PKK’ya isteyerek katılmış, ya da PKK’nın zorla kaçırdığı çocukları,  çözüm sürecinin gereği ve bir samimiyet göstergesi olarak, şartsız bir şekilde  ailelerine teslim etmesi gerekir.

Evet,  “acı ve gözyaşı” her yerde aynıdır ve “acı ve gözyaşı”nın resmi,  her zaman olduğu gibi yine kadındır, eştir, annedir.

Evet, “barış” da her yerde aynıdır ve “barışın” da resmi,  her zaman olduğunu gibi yine kadındır, eştir, annedir.

Annelerin yüreklerine ses verin lütfen.

Barışla kalın efendim…

(Bu yazı ilk olarak, 26 Mayıs 2014 tarihinde yayınlanmıştır.)

18 Temmuz 2014 Cuma

LİCE’DE NE YAPILMAK İSTENDİ?

2 Haziran 2014 tarihli “Neden Lice?” başlıklı yazımızda  “Lice’nin PKK nezdinde özel bir konumu ve değeri vardır. PKK’ya, Kandil’e, örgüt militanları ve sempatizanlarına göre Lice; ‘Kürt özgürlük mücadelesinin tohumları’nın atıldığı ilk yer olması nedeniyle önemlidir. PKK’ya göre, Lice’de başlayan bu mücadele, yine Lice’de sonlandırılmalıdır.” değerlendirmesiyle, Lice’deki olayların tahlilini yapmaya çalıştık.

11 Haziran 2014 günü, PKK’ya yakınlığı ile bilinen Fırat Haber Ajansı (ANF)’de yayınlanan ve “36 yıl önce 27 Kasım 1978 tarihinde PKK’nın 1. kongresiyle kuruluşunu ilan ettiği Fis köyü artık yok. Ancak, kongrenin toplandığı tek katlı evin önünden geçen yolda, PKK fikrinin ve eyleminin peşinden giden gençler var…”  denilerek devam eden yazı, bu değerlendirme ve tahlilimizin doğruluğunu teyit eder nitelikteydi.

Annelerin eylemi karşısında çaresiz kalan PKK, kendisini aklamak ve haklı çıkarmak için maalesef yine anneleri kullanıyor. (http://yeniozgurpolitika.info/index.php?rupel=nuce&id=31357#.U5L8N9Dk_Mt.twitter) PKK bu süreçte, psikolojik savaş argümanlarını çok iyi kullandı. “Barış Anneleri”ne karşılık, cezaevlerindeki PKK’lı tutuklularca başlatılan açlık grevleri…

Çatışma, gerginlik ve kutuplaştırma, üzerinden gündem oluşturmak, politika belirlemek, siyaset üretmeye çalışmak, mevcut sorunlara hiçbir zaman kalıcı çözüm getirmemiştir, getiremez.

Son dönemlerde Lice’de meydana gelen olaylar ve KCK üst düzey yöneticilerinin olaylara ilişkin açıklamaları hakkında, farklı yorumlar yapılabilir. Olaylara ilişkin iki farklı değerlendirme, iki ihtimal ön plana çıkıyor. Birincisi; Öcalan son açıklamasında “Yeni aşamanın hayata geçirilmesi için yoğunlaşmam ve umudum aynı kararlılıkla sürmektedir.” diyerek, Türkiye kamuoyundaki “bebek katili” imajını düzeltecek,”barış güvercini” rolünü oynamaya devam edeceğini bir kez daha kamuoyuna deklare etmiş oldu.

İkincisi;  provokasyonlarla şiddet olaylarını tırmandırarak, güvenlik görevlilerini tahrik edip (bayrak indirme olayı buna en iyi örnektir) silah kullanmaya zorlamak, kan ve gözyaşı üzerinden beslenen odakların kontrollündeki “derin PKK-Kandil”, marifetiyle  “Çözüm Süreci”nde Öcalan’ı devre dışı bırakmak.  Nitekim KCK üst düzey yöneticileri de bu yönde ama birbirinden farklı açıklamalar yaptılar.

KCK Yürütme Konseyi, “HDP Heyetinin Lice katliamı ardından İmralı’ya gidişi elbette önemli ve anlamlıdır; fakat bazı boyalı basın çevrelerinin yansıtmaya çalıştığı gibi, Lice’deki benzer katliamları önleyecek yer, İmralı ve Önder Abdullah Öcalan değildir. Gerçek saptırılmamalı, hiç kimse İmralı’dan gerçekleşmeyecek beklenti içine sokulmamalıdır” açıklaması ile KCK Yürütme Konseyi Üyelerinden Duran Kalkan’ınÖyle bazıları gidiyor, görüşüyorlar; kendilerine görüşüyorlar. Bizim temsilcimiz falan değillerdir. HDP ve BDP; PKK değil, gerilla değil. Herkes bunu bilsin. Halkın direnişinden, gençlerin dağa çıkışından dolayı BDP’ye, HDP’ye saldırıyor. Biz muhatabız.” açıklaması, bir başka gerçeği, yani Kandil’deki iç çatışmanın derinliğini de gösteriyor.

Bu ve benzer açıklamalarla İmralı, BDP ve HDP, sürecin dışına itilmek isteniyor. Devletin,  sürecin devamında BDP-HDP’yi değil, direkt PKK’yı Kandil’i muhatap alması hedefleniyor.

09 Ocak 2013’te Paris’te PKK’lı üç kadının öldürülmesiyle sabote edilmek istenen süreç, en son Lice’de yaşanan olaylarla sonlandırılmak istenmiştir.  PKK içerisinde; silahtan-çatışmadan-kandan beslenen, barıştan korkan, Kürtlerin aleyhine çalışan “derin” bir damar mevcut. Bu damar sürecin başlangıcından bugüne kadar, süreci sekteye uğratabilecek faaliyetlerden geri durmadı.

Diyarbakır’daki bayrak indirme olayı bir kışkırtma mıdır?  Evet, bu olay tartışma götürmez bir kışkırtmadır. Gazeteci Fadime Özkan,  “Bayrağı indirsin diye direğe çocuk çıkarılmasının amacı açık: çocuk vurulursa Kürtleri, vurulmazsa Türkleri ama her şekilde süreci vurmak!” tespitiyle yapılmak istenen provokasyonun büyüklüğünü özetliyordu âdeta.

Hatırlayalım, Mersin’de 2005 Nevruz etkinlikleri sonrasında, Türkiye Bayrağı yakılmak istenmiş, bu provokasyon girişiminden sonraki yıllarda Türkiye maalesef yeni ve sonuçları çok ağır olan bir çatışma sürecine girmişti. Son bayrak indirme olayı ile de bu çatışma yeniden başlatılmak istenmiştir.

“Şiddet sarmalı ne kadar büyürse büyüsün, bu ülkenin insanları sükûnetle kardeşliğe, birliğe sarılmalı, bir daha oyuna gelmemelidir. Bu kirli kardeş kavgasında acıyı iliklerine kadar yaşamış biri olarak, emperyalist ve kolonyalist kompradorların oyununa gelmeyelim diyorum.” diyerek, temennilerini dile getiren, bölgenin hassasiyetlerini çok iyi bilen Gazeteci Cüneyt Alphan’a katılmamak mümkün mü?

Yolunuz aydınlık olsun efendim…

(Bu yazı ilk olarak 11 Haziran 2014 tarihinde yayınlanmıştır.)