29 Şubat 2016 Pazartesi

PKK ile Mücadelenin Psikolojik Boyutu...

Terör örgütleriyle mücadelede önemli bir yer tutan propaganda yöntemleri ve faaliyetleri, yerinde kullanılmadığı zaman olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir. PKK’nın 1990’lı yıllarda bu manada öne çıkmasının gerçek nedeni, propaganda faaliyetlerini çok iyi kullanmalarından kaynaklanmamaktadır. Aksine, devletin iyi sonuçlar almayı düşündüğü ama uygulamada yanlış yöntemler kullanıp, olumsuz sonuçlar ile karşı karşıya kaldığı propaganda faaliyetlerinin yetersiz kalmasıydı. Bugün hâlâ PKK’yı konuşuyor ve PKK terörüne karşı silahlı mücadele sürdürülüyorsa, bunda geçmişteki yanlış teşhis ve uygulamaların payı var demektir.

PKK’nın “hendek” stratejisinin devam ettiği bugünlerde, her ne kadar şehir merkezlerindeki psikolojik üstünlük devletin kontrolünde görünüyor olsa da ileriki dönemlerde bu psikolojik üstünlüğün PKK’nın kontrolüne geçme ihtimalini de değerlendirmeliyiz. Uygulamada yapılacak hataların ve yanlış propaganda faaliyetlerinin uzun vadede, PKK’ya yarar sağlama ihtimali göz ardı edilmemelidir.

Bu ihtimali biraz açacak olursak; PKK, bölgedeki ilk büyük kanlı eylemini sivillere yönelik yaptı. 15 Ağustos 1984’teki Eruh ve Şemdinli baskınlarından bahsediyoruz. Eylemin, büyüklüğü de göz önüne getirildiğinde, bölge genelinde ve tüm Türkiye’de büyük infiale sebebiyet vermişti. Ve o dönemin şartları baz alındığında psikolojik üstünlük devletin elindeydi. Devletin propaganda adına hazırlayıp uçaklardan kırsal alanlara attığı bildiriler -ki bu yöntem ikinci dünya savaşından kalma demode bir yöntemdi- ve içeriğindeki ifadeler, belli bir noktadan sonra vatandaş üzerindeki etkinliğini kaybetmiş, sıradanlaşmış, itici görülmeye başlanmıştı. Bunlara bir de tamamen güvenlikçi politikaların ürünü olan Güntaç Aktan’ın “Anadolu’dan Görünüm” ve Ertürk Yöndem’in “Perde Arkası” programlarında güvenlik güçlerine teslim olan PKK militanlarının, kırsaldaki arkadaşlarına yönelik: “Devletin şefkatli kollarına teslim olun, biz teslim olduk kurtulduk” mizansenlerini de eklersek, netice olarak -Vatandaşa yönelik kötü muamele, psikolojik üstünlüğün PKK’nın eline geçmesinde en önemli etken olmuştur- devletin kontrolünde olan kırsal alandaki psikolojik üstünlük PKK’nın eline geçmişti. Dememiz o ki bu ihtimal, yanlışta ısrar edildiği vakit, bir kez daha tekerrür edebilir.

Genel Kurmay Başkanlığı’nın 24 Şubat günü medyaya servis ettiği görüntülerde -kısmi de olsa- güvenlik güçlerinin bu anlamda hâlâ 1990’lı yılları aratmayan propaganda yöntemlerini kullandığı izlenimi doğmuştur. Diyarbakır Sur’daki bir sokakta operasyonlarını sürdüren güvelik güçlerinin, “Teslim olun kaçacak yeriniz yok” çağrısına, “Ateş etmeyin teslim oluyoruz” çağrısıyla karşılık veren ve sonrasında bir sopaya bağladıkları beyaz mendille açığa çıkan terör örgütü üyelerine, güvenlik güçlerinin “Evet yaklaş, eller havada, çıkart montunu” ikazlarından sonra “Evet gençler artık devletin güvencesi altındasınız, bize emanetsiniz, size kimse zarar vermeyecek” ifadeleriyle muamele etmeleri, bir operasyon için, evet; olması gereken bir yöntemdir, doğrudur. Ancak bu görüntüleri sıcak çatışmaların devam ettiği bir ortamda, psikolojik üstünlük elde etmek adına propaganda aracı olarak kullanırsanız, beklediğiniz sonuçları elde edememe riskiyle karşı karşıya kalırsınız. Bu görüntülerin bölge genelinde devletin imajı adına halk üzerinde olumsuz bir etki bırakabileceği endişesini taşıyorum.

KCK üst düzey liderlerinden Duran Kalkan’ın “Önümüzdeki Mart süreci büyük bir direniş sürecidir. Zafer ve başarı her zamankinden daha yakındır. 2016 baharı Kürdün baharı olacaktır” tehdit içerenifadesi göz önüne alındığında, Kobani’de şehir savaşlarında yeterince tecrübe elde etmiş olan PKK’nın, önümüzdeki bahar aylarıyla birlikte Diyarbakır Sur’daki hendek savaşını, merkezin en büyük ilçesi olan Bağlar’a yayma ihtimali oldukça yüksektir. 

Bununla birlikte PKK, 2016 bahar stratejisi çerçevesinde, hendek savaşlarını Türkiye metropollerine yaymak isteyecektir. Hatta sadece batıdaki metropollere değil, bölgedeki diğer büyükşehirler Van ve Mardin merkezlerine de yaymaya çalışacaktır.

Her anlamda (siyasi, askeri, ekonomik, politik…) uluslararası güçlerce desteklenen ve hücresel bir sistemle kendisini yenileyebilen -kırsal alanda kaybedince, çatışmaları şehir merkezlerine indirgeyerek yaymaya çalışan bir yapı- bir terör örgütüne karşı, duvar edebiyatı sloganları ve propagandasıyla psikolojik üstünlük sağlayamazsınız.

İletişim ve bilişim teknolojisinde çok hızlı yeniliklerin ve değişikliklerin yaşandığı bir dönemde, terörle mücadele yöntemleri bağlamında görsel ve yazılı medya ile birlikte, sosyal medyanın da propaganda faaliyetleri meyanında, yerinde ve etkin bir şekilde  kullanmak; terör örgütlerine karşı psikolojik üstünlüğü getirecektir.

Selam ve dua ile kalın…

(Bu yazı ilk olarak, 26 Şubat 2016 tarihinde http://www.sivildusunce.com sitesinde yayınlanmıştır.)

26 Şubat 2016 Cuma

Kandil, Hangi Güçlerin Taşeronluğunu Yapıyor?

Tüm dünya Suriye’deki gelişmelere odaklanmışken, (ABD ve Rusya, kendi menfaatleri çizgisinde üzerinde anlaştıkları planı adım adım hayata geçirmektedirler) Türkiye bir kez daha iç politika ve PKK terör örgütüyle mücadele etmek durumunda bırakılmıştır. PKK’nın şehir merkezlerinde başlattığı hendek ve barikat savaşlarından  -altı aylık süre zarfında-  hedeflediği sonucu elde edemediği aşikârdır. “Kürt ulusalcı çevrelerce ‘halkın özsavunması’ şeklinde tanıtılan bu strateji beş aya yakın bir sürede değişik ilçe ve illerde, yüzün üzerinde güvenlik görevlisinin şehit olmasına, bir o kadar da sivil vatandaşın ölmesine, 250.000’den fazla insanın göç etmesine veya evlerini uzun süre terk etmelerine ve 800’ün üzerinde örgüt üyesinin ölmesine neden olmuştur. Bunun yanında uzun süreli sokağa çıkma yasakları, PKK’nın boykotları ve çatışmalar sebebiyle bölgede yer yer sosyo-ekonomik hayat durma noktasına gelmiştir.” (Dr. Mehmet Yanmış-Hendek Siyaseti, Sokağa Çıkma Yasakları ve 7 Haziran Sonrası Şiddet Olaylarının Kürt Kamuoyu Üzerindeki Etkileri: Kürtler Süreci Nasıl Değerlendiriyor? Şubat: 2016)

Son dönemde Kandil’deki PKK üst düzey liderlerinin hezeyan dolu açıklamalarına sıklıkla tanık oluyoruz. Bu kez açıklama, kamuoyunda uluslararası gladyonun PKK içerisindeki uzantısı iddialarıyla gündeme gelmiş bir isimden,  Duran Kalkan’dan.

23 Şubat gecesi PKK’nın yayın organlarından Med Nuçe TV’ye konuşan Duran Kalkan, Ankara’daki menfur saldırı için “etme bulma dünyasıdır” diyecek kadar alçalarak, PKK’nın kandan ve ölümde beslenen yüzünü bir kez daha göstermiştir. Oysaki KCK; 10 Ekim 2015 tarihinde 95 insanımızın vahşice katledildiği Ankara’daki saldırı sonrasındaki açıklamasında : “Bu katliamın sorumlusu kesinlikle AKP hükümetidir… Bu katliam ve savaşı ortaya çıkaran zihniyet ve politikaları etkisizleştirmek ancak demokratik mücadeleyi yükseltmekle mümkün olur. Bu katliamdan sonra tüm demokrasi güçleri, halklarımız ve Kürt halkı ayağa kalkarak bu katliamı ve bu katliamı gerçekleştirenleri protesto etmelidir” demişti. PKK, bombalı saldırı kendi tabanlarına yönelik olursa “vahşet ve katliam”, asker ve polise yönelik olduğunda ise “etme bulma dünyası” olarak tanımlıyor. Bu tanımlama militarist bir tanımlamadır ve tam da PKK’nın kendisini tanımlamaktadır.

Duran Kalkan’ın en çarpıcı açıklaması ise Mart ayında -baharla birlikte- Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun iktidardan gideceğini iddia etmiş olmasıdır. Bu iddianın bir hezeyan olduğu tartışma götürmez. Lakin dikkate alınması gereken önemli bir nokta var. Erdoğan ve Davutoğlu isimlerinin hedef olarak alınması sizce de düşündürücü değil midir?  Bunun manası: Bizim devletle hiçbir problemimiz yok, bizim tek problemimiz Erdoğan ve Davutoğlu’yladır.

Hatırlayalım: HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş 17 Mart 2015 tarihli partisinin meclis grup toplantısında yapmış olduğu konuşmada “Sayın Recep Tayyip Erdoğan, HDP var oldukça, HDP’liler bu topraklarda nefes aldığı sürece sen başkan olmayacaksın, seni başkan yaptırmayacağız” demişti. Bu ifade, tipik bir marjinal sol söylemdir. Peki, Demirtaş’ı bu ifadeleri söylemeye iten neden neydi? Tabi ki Kandil. KCK’daki baskın yönetim anlayışı Marksikt-Leninist ideolojidir. Ve aynı ideoloji Türkiye siyasetinde kaybolmaya yüz tutmuş marjinal Türk solunun Figen Yüksekdağ üzerinden HDP’de yeniden hayat bulmuştur. Tabi Figen Yüksekdağ’ın ne kadar Kürt olduğu, bir Kürt annesinin hislerini ve acılarını ne kadar paylaştığı/paylaşabildiği ise ayrı bir konusudur. Bugün, KCK bile hedeflerine ulaşmak için Cumhurbaşkanı ve Başbakanı hedef alan bir strateji izliyorsa, Kandil’in hangi güçlerin taşeronluğunu yaptığını açığa çıkmış olmuyor mu?

Erdoğan ve Davutoğlu isimleri PKK’da bir paranoyaya dönüşmüş olsa da PKK, bu tür söylemleri bilinçli olarak kullanmaktadır. Kandil’in Erdoğan’ı ve Davutoğlu’nu hedef alan açıklamaları, karşı sertlikle -özellikle Erdoğan tarafından- anında cevap bulmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın PKK’yı hedef alan sert sözleri ise bölgede antipati ile karşılanmaktadır. Bu da KCK açıklamalarının Erdoğan’ın sert söylemleri üzerinden bölgede ete kemiğe bürünmesiyle sonuçlanmaktadır.

Duran Kalkan: Bu sisteme karşı mücadele, genel boykot topyekûn direniş temelinde olmalıdır. Bunun için de öz savunma esastır. Gençlik gerillaya katılmalı, YPS’yi büyütmelidir. Her mahallenin savunma güçleri olmalı. Her sokağa bir YPS takımı, hatta bir YPS bölüğü oluşturulmalı.”diyerek, göz göre göre ölüme gönderdikleri gençlerin ölümünü, Kürt kamuoyu nezdinde “özsavunma” fantezisi üzerinden meşrulaştırmaya çalışıyor.

Duran Kalkan’ın geçmişteki açıklamalarına bakıldığında: “Topyekûn Kürt direnişi 2013 yılında mevcut AKP politikaları sürdükçe, çok daha kapsamlı ve derin hale gelecek. “Devrimci Halk Savaşı” stratejisini en etkili bir bicinde 2013 yılında Kürtler yürütecekler… 2013 yılı daha büyük bir mücadele ve devrim yılı olacak.” (http://www.sosyalistforum.net/showthread.php?t=57347) 

"Gerçekten de final düzeyinde bir büyük mücadele yaşanıyor. Önümüzdeki kış dönemi böyle büyük bir mücadeleye sahne olacak" (http://haber.sol.org.tr/turkiye/duran-kalkan-onumuzdeki-kis-final-duzeyinde-bir-mucadeleye-sahne-olacak-136447)

“Önümüzdeki Mart süreci büyük bir direniş sürecidir. Zafer ve başarı her zamankinden daha yakındır. 2016 baharı Kürt’ün baharı olacaktır” ifadesiyle sonlandırdığı son açıklaması da terör örgütü elemanlarını motive etmeye yöneliktir. Kandil’deki KCK baronlarının her dönem bu ve benzeri açıklamaları hep olmuştur. 

25 Şubat 2016 Perşembe

Ey Can!...


Senin vedan bize mi, yoksa kendine mi?
Yolculuğun nereye?..
Bizi bırakıp hangi diyarlara gidiyorsun?
Gizemli sarayların,
Mükellef sofralarında kimleri ağırlayacaksın?...

Ey Can!..
Gönül kapılarını ne zamana kadar kapalı tutacaksın?
Çektirdiğin cefalar yetmez mi?
Ahu zarlar içinde kıvranırken,
Soğuk mu soğuk iklimlere, düçar olduğumuz yetmez mi?...

Ey Can!...
Bilirsin ki gönülden bağlıyız biz.
Kölen olduk.
Bekleme bizden ne şekva, ne şikâyet…
Selamın gelsin,
Bir tatlı gülüşün uğrarsa diyarımıza.
Abı hayat gibi yükselir ruhumuz sonsuzluğa…

Sensin can, sensin canan
Gel canım ol, cananım ol!...
Söyleme bir şey,
Karanlığı aydınlatan ışığınla gel yeter…

Memdoğlu...

24 Şubat 2016 Çarşamba

Özlem!...


Sevgili!
Tut elimi…
Al götür gönlündeki bahçene.
Tut elimi…
Uçur gökyüzündeki yıldızlara.
Tut gönlümü…
Savur bulutlara, ruhum özgürlüğü tatsın.
Tut ki…!
Bıraktığında düşeceği yeri bilsin.

Çağır, beni değil benliğimi!
Çağır, gözü değil gönlümü!
Çağır, bedeni değil ruhumu!
Çağır ki emanet yerini bulsun.
Öyle bir çağır ki
Hepsi Sen’de…
Hepsi Sen’de hayat bulsun.

Memdoğlu...

23 Şubat 2016 Salı

Sitem!...


Yine bir akşamüstü...
Hava soğuk, ruhum fırtınaya tutulmuş gibi.
Güneş batarken, yeryüzü hüzün dolu,
Merhamet göğe çekilmiş.
Bir tek yol arkadaşlarım, kalem ve defterim…
Dökülen sözcükler, kabaran duygularıma ait.
Sitemlere sığmayan bir feryat.
Kırık kalbim için
Ağlıyor kalem, ağlıyor defterim.

Ansızın gelen, ustamdı.
Görmesin, üzülmesin diyerek,
Duygunun saf hali kelamı çöpe attım hızlıca.
Ustam,
Zarifçe buruşuk kâğıdı aldı çöpten.
Bakışlarıyla ruhumu okumuş,
Sessiz çığlıklarımı o da onaylamıştı.
Gözleri ıslandı, dayanamadı.
Ağır sitemlerim onu da çökertmişti.
Başını kaldırdı: “Bu mısralar Leyla’yı anlatmışken,
Nasıl çöpe atarsın?” dedi.

Çaresizdim, öylesine harap, öylesine bitaptım ki?
Sevgili çerçöpün içinde kıvranıyor
Leyla’m zebun olmuş…
Yüreğimin sultanı göklerde değil, yerlerde sürünüyor.
Feryadım kime?...
Sevgiliye mi, Leyla’ya mı, gönül ustasına mı?...
Bir dehlizdeyim…

Memdoğlu...

22 Şubat 2016 Pazartesi

Röportaj: 28 Şubat Süreci ve Kürtler!...

Mehmet Memdoğlu: 28 Şubat post-modern darbe sürecini hazırlayan nedenlerden biri de Türkiye’de  “Kürt Sorunu”nun konuşulmaya başlanmış olmasıdır. 

1966 Elazığ doğumlu olan ve halen yayıncılık sektöründe çalışan Mehmet Memdoğlu, “Türkiye’nin Toplumsal ve Sosyal Sorunları” ile ilgili araştırmalarına devam etmektedir. Memdoğlu’nunFanos Yayınları tarafından yayınlanmış  “Kürt Sorunu Çözüm Önerileri ve 2009-2011 Panoraması”, Yakın Plan Yayınları tarafından yayınlanmış “Öcalan’ın Mustafa Kemal Okumaları” ve Anatolia Kültür Yayınları’ndan çıkan “Abdullah Öcalan’ın Din Okumaları” isimli üç kitabı bulunmaktadır. Çeşitli haber sitelerine gündeme ilişkin siyasi-politik analizler içeren yazılar gönderen Memdoğlu’nun, öykü ve şiir çalışmaları da bulunmaktadır.

Cihad Şahinoğlu: 28 Şubat sürecini özetle siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mehmet Memdoğlu: 28 Şubat post-modern darbesi, 28 Şubat 1997 tarihi olarak bilinse de darbe sürecinin başlangıç tarihi birkaç yıl daha gerilere dayanmaktadır. Refah Partisi’nin 94 ve 95 yıllarında yapılan seçimlerden güçlenerek çıkması, ordudaki hoşnutsuzluğu gün yüzüne çıkarmıştı. Kamuoyundaki askeri bir müdahaleye tepkiyi aza indirgemeye çalışan ordu, başlarda direkt olmasa da endirekt yolları denemişti. Kimi devlet kurumları üzerinden, Türkiye’nin seçilmiş meşru hükümeti hizaya getirmeye çalışılmış ve o dönemde bu manada bir hayli yol kat edilmişti. Askerler, yaklaşık üç yıl boyunca, 28 Şubat post-modern darbesinin zeminini hazırlayarak, Türkiye demokrasisini bir kez daha sekteye uğratmışlardır.

Cihad Şahinoğlu: 28 Şubat sürecinde Kürtler neler yaşadı?

Mehmet Memdoğlu: 28 Şubat post-modern darbe sürecini hazırlayan nedenlerden biri de Türkiye’de  “Kürt Sorunu”nun konuşulmaya başlanmış olmasıdır,  İslami ve Alevi kimlikler ile birlikte Kürt kimliğinin de dillendirilmesi, 28 Şubat sürecini hızlandırmıştır. O günleri hatırlayalım. 1993 yılında Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, DYP’nin başına geçen Tansu Çiller’i ziyaret etmiş ve Çiller’e, ‘Bölgeye münhasır bir kalkınma programının hayata geçirilmesi, adil düzenin kurulması, Çekiç Güç’ün Türkiye topraklarından çıkartılması, Irak’a ambargonun kaldırılması’ gibi başlıkların yer aldığı bir terör paketi sunmuştu. Erbakan’ın bu paketi o dönemde çok konuşulmuştu. Ve rahmetli Erbakan’ın gündeme getirdiği bu paketin kaynağını da 1991 yılında dönemin Refah Partisi İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından Mehmet Metiner, Abdurrahman Dilipak, Ali Bulaç ve Altan Tan’a hazırlatılan “Kürt Sorunu Raporu”dur.  O dönem de Yeni Zemin Dergisi de bu çalışmayı yayınlamıştı.

Refah Partisi Van Milletvekili Fetullah Erbaş’ın dönemin İHD Başkanı Akın Birdal ile birlikte PKK elindeki askerlerin teslim almak için PKK Kampını ziyaret etmesi, “Refah Partisi ile PKK’yı” ilişkilendiren yersiz yorum ve değerlendirmelerin gündeme gelmesiyle sonuçlandı. Kısaca özetlemek gerekirse,   o süreçte İslam; laik cumhuriyet için birinci tehdit olarak görüldüğünden, “Kürt Sorunu”nun varlığı görülmedi. Problem, terör sorunu olarak değerlendirildi hatta ateşkes ilan etmesi halinde PKK’ya yönelik operasyonların durdurulabileceği bile dile getirildi.

 

Cihad Şahinoğlu: 28 Şubat süreci Kürtler arasında ne gibi hadiselerin yaşanmasına neden oldu?

Mehmet Memdoğlu: Kanımca en büyük hadise, “Kürt Sorunu”na İslami ve insanı bir bakış açısıyla yaklaşan ve o döneme kadar devlet ile sorunlu olmayan inançlı Kürtlerin bir kesiminin, dönemin yöneticileri tarafından sorunlu görülmeye başlanmış olmaları en büyük hadisedir. 28 Şubat ile birlikte “Kürt Sorunu”nun çözümüne ilişkin İslami yöntem ve yaklaşımların önüne geçilmiş, laik ve seküler yaklaşımın alanı ve hinterlandı genişlemiştir.

Cihad Şahinoğlu: Ülkemizde ve bulunduğumuz coğrafyada yaşanılanlar göz önüne alındığında, yeniden bir 28 Şubat tehdidi ve tehlikesi söz konusu mudur? Şayet böyle bir durum ve ihtimal söz konusu ise Kürtleri planlanan bu süreçte neler bekliyor?

Mehmet Memdoğlu: Ortada bir iktidar gücü ve gücü kullanma isteği ve hırsı varken, 28 Şubat zihniyeti de hep var olacaktır. Cumhuriyet’in temelleri “laiklik” üzerine kurulduğundan, o günden bu güne; laiklik dışı bütün sistemleri tehlike olarak gören seküler yapıdaki statükocu anlayış, imkân bulması halinde -tabir yerindeyse- Türkiye’yi yeniden kuruluşundaki fabrika ayarlarına döndürmek isteyecektir. Şartlar gereği gizlenmiş olması ya da ses çıkarmaması bu anlayışın pes ettiği manasına gelmez.  Şahsi kanaatim, bugün bu güruhun fırsat kolladığı yönündedir.

Hâlihazırda bu çevrelerin gücüne güç katan ve ellerini güçlendiren bir başka konuda:  17 ve 25 Aralık operasyonları sonrasında, mevcut AK Parti iktidarı “Paralel Yapı” ile mücadele adına yeni bir cephe açtı. Ve her geçen gün bu cepheyi, bir şekilde; kazara yolu bu komitacıların mekânlarına düşmüş olanları da kapsayacak şekilde genişletmesinin, 28 Şubat zihniyetine taze bir kan hükmüne geçmesinden korkarım.

Mecelle’de şöyle bir kural vardır. Harici düşmanların hücumu esnasında dahili adavetleri terk etmek elzemdir. Bu bağlamda adaveti asıl sorumlulardan eklentilere doğru derinleştirmek, hem taktik, hem de stratejik olarak tehlike arzetmektedir. İhtimal dâhiline girmesi durumunda, 28 Şubat sürecinde sadece İslam’ı tehlike olarak gören darbeci anlayış, bu kez Kürtleri de kendileri için bir tehdit unsuru olarak görecektir.

Son söz olarak: Türkiye’nin kendi iç dinamizmini etkinleştirmesi için, toplumsal bir konsensüsü sağlayacak sivil bir anayasanın hazırlanması zaruridir.

18 Şubat 2016 Perşembe

Ankara Saldırısı!

Terör, dün akşam Türkiye’nin kalbinde kanlı ve acı yüzünü bir kez daha gösterdi. Mesaisini tamamlayarak servis araçlarına binen, sivil, masum anne ve babalar hedef alındı. Onlar şehadet mertebesine ulaşırken, arkalarında onlarca yetim ve öksüz boynu bükük çocuk kaldı.  Bu vesileyle Ankara'daki bombalı saldırıda hayatını kaybedenlere Allah'tan rahmet,  yaralılara acil şifa ve milletimize sabrı cemil diliyorum.

Güzel ülkemin, güzel insanları!

Terörle mücadele yöntemleri içerisinde, teröre karşı en büyük kalkan ve en etkili mücadele yöntemi iç barıştır, iç huzurdur. Türkiye Cumhuriyeti’nin fertleri olarak, iç huzurumuzu bozmaya yönelik her türlü fitneye mahal vermememiz gerekiyor. Sokaklarımıza hendek kazarak bizi birbirimizden koparmak isteyen uluslararası üst akılların maşalarının, kalplerimize de hendek kazmalarına müsaade etmeyelim. Ülke olarak uluslararası derin odaklarca desteklenen yeni terör şebekelerinin saldırılarıyla karşı karşıyayız.  Artık yüz yüze kaldığımız tehlikenin büyüklüğünün farkına varalım.

Patlamanın Ankara'nın kalbinde -TBMM'ye beş dakikalık mesafede- ve trafiğin yoğun olduğu akşam saatlerinde, Genel Kurmay ve Kuvvet Komutanlıklarının bulunduğu İnönü Bulvarı’nda meydana gelmesi oldukça düşündürücüdür.

Ankara’daki saldırının şekline ve yöntemine bakıldığında, bu saldırının; “hadi, Ankara’ya saldıralım, bomba patlatarak insanları öldürelim” denilecek çapta küçük olmadığı, sadece bir terör örgütünün planından ziyade, uluslararası derin akıllar tarafından uzun bir müddet üzerinde çalışılmış, planlanmış, geniş kapsamlı bir eylem olduğu görülmektedir.  

Eylemin şekline ve zamanlamasına bakıldığında, saldırı öncesinde eylemi planlayan odakların, eylemi gerçekleştirdikleri bölgede günlerce keşif çalışması yaptıkları sonucu ortaya çıkıyor. Saldırının gerçekleştirildiği İnönü Bulvarı üzerinde onlarca mobese kamerası dışında, devlet kurumlarına ait çok sayıda güvenlik kameraları da bulunmaktadır. Buna rağmen, hedef alınan askeri servis araçlarının çıkış saatleri, çıkıştan sonraki trafik ışıkları, güzergâh üzerindeki cadde ve sokak çıkışları çok iyi bir şekilde hesaplanmıştır. Tüm bu bilgiler de günleri, hatta haftaları bulabilen keşif çalışmaları sayesinde ancak elde edilebilir.

Emniyet birimleri, 28 insanımızın öldüğü, 61 vatandaşımızın yaralandığı bu elim saldırıyı gerçekleştiren teröristin Suriye uyruklu Salih Necar olduğunu açıkladı. Suriye’deki savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan mültecilerle ülkemize giriş yaptığı anlaşılan teröristin, yalnız başına bu eylemi gerçekleştirmeyeceği herkesin malumudur. Emniyet birimleri tarafından, saldırının aydınlatılmasına yönelik gerekli çalışmaların yapıldığı muhakkaktır. Ancak bu teröristin:

-Hadi, İzmir’den araç kiraladığını kabul edelim. Peki, araca yerleştirilmek üzere bu miktarda patlayıcıyı kim/kimlerden ve nereden temin etti?

-Aracın Ankara’ya getirilmesinde hangi güzergâhı izledi?

-Ankara’da kim ya da kimler ile ilişkiye geçti?

Bu soruların cevaplarının bir an önce bulunması, benzer saldırı planlarını deşifre etmek ve saldırıları engellemek açısından oldukça önemlidir.

Bu saldırıyla:

-Türkiye’nin bölgesinde belirleyici güç olma politikalarının önü kesilmek istenmiştir.

-Türkiye’nin dikkat ve enerjisinin, bölgeden iç politikalara indirgenmesi hesaplanmıştır.  

-Hendek stratejisinden istediklerini elde edemeyen uluslararası üst akıllar, bu ve benzeri saldırılardan medet ummaktadırlar.

-Saldırı faili teröristin, KCK’nın Suriye yapılanması PYD’nin silahlı unsuru YPG ile ilişkisi olabileceği değerlendirildiğinde -ki YPG’nin uluslararası istihbarat teşkilatlarının etkisi altında olduğu da göz önünde bulundurulduğunda- eylemin planlayıcısı olarak Rusya ve gizli haber alma teşkilatı KGB’nin olabileceğini düşünenlerdenim.

Bu ve benzeri saldırıların olabileceği değerlendirilmiş olmasına rağmen, hâlâ birileri, devletin kalbini hedef alabiliyor ve bu kadar büyük çapta bir eylem gerçekleştirebiliyorsa, istihbarat birimleri de ciddi bir özeleştiri yapmalıdırlar.

Saldırının sebebiyet verdiği acı kadar, TBMM'de grubu bulunan siyasi partilerin, (AK Parti, CHP ve MHP) teröre karşı imzaladıkları; "Birlik ve bütünlüğümüze, huzur ve güvenliğimize yönelik insanlık dışı terör saldırılarını şiddetle kınıyoruz. Terör ve şiddet hiçbir zaman hedefine ve amacına ulaşamacayacaktır" ifadelerinin yer aldığı ortak metne HDP’nin imza vermemesi çok daha acı vermiştir.

HDP, hâlâ bir Türkiye partisi midir?

17 Şubat 2016 Çarşamba

Kördüğüm!...


Yürek denilince!
Yumruk kadar olan bir et parçasından ibaret,
Kalp akla gelir.
Zannedilir ki atışların ritmi hep sağlıklıdır.
Oysa bilinmez…
Kalp ya yeni bahara, ya da kör karanlığa atar…

Göz denilince!
Dünyaya açılan pencere, nur ve aydınlık akla gelir.
Zannedilir ki pencere kapanır, hayat durur…
Hâlbuki ona özellik katan şey,
Acısını kapalı olan penceresinden,
Sessizce yüreğine akıtan bir inci tanesi,
Gözyaşıdır…

Oysaki bir kördüğümdür.
Hayat, nefes, göz ve yürek.
Ve onların derdi tektir.
Hayatın anlık nefesinde,
Gözün görüp, yüreğin hissettiği bir yudum sevgi…
Hepsinin özü kelimelerde saklıdır.
Bütün dünya sığar içine.
Oysa ta başlangıçta kendisini belli eder.
Zamanda, hayatta, yürekte ve nefeste…

Memdoğlu...

12 Şubat 2016 Cuma

Suriye’nin Geleceği ve PKK’nın “15 Şubat” Beklentisi!...

Türkiye gündemini uzun zamandan beri işgal eden Suriye’deki iç savaş ve PKK’nın şehir savaşları, uzun bir müddet daha gündemimizin ilk sıralarını işgal edeceğe benziyor. Suriye politikasında Türkiye’yi yalnızlaştıran Batı,  (ABD, AB ve Rusya) PKK konusunda da her zaman olduğu gibi ikiyüzlü politikalar izlemeye devam etmektedir.
 12 Kasım 2015 tarihli “G-20 Zirvesi ve Türkiye” başlıklı yazımızda o günkü konjonktürü,  “Suriye’ye yönelik bir kara harekâtının konuşulduğu bu günlerde, Türkiye’nin ABD ile muhtemel ortak bir kara harekâtına katılması, Türkiye’yi Suriye bataklığına gömecektir. Suriye’ye girmek demek tabir yerinde ise emperyalizmin kucağına düşmek demektir. Dünyanın iki süper gücünün (ABD ve Rusya) Suriye’de kendi menfaatleri çerçevesinde birbiriyle uyumlu hareket etmesi ne anlama geliyor? Rusya’nın Suriye’deki savaşa müdahil olmasından sonra Suriye’nin toprak bütünlüğünden bahsetmek imkânsız hâle gelmiştir. Rusya Suriye’ye Esed iktidarına destek olmaktan öte Akdeniz’e çıkış kapısı olan Lazkiye’deki varlığını devam ettirmek için girmiştir ve bu varlığını devam ettirmek için her türlü riski göze alacaktır. Rusya’nın ‘Esed’li geçiş’ için hazırladığı ve altı aylık süreceği öngören planı, bu tezimizi doğrulamaktadır” diyerek ifade etmiştik.   (http://mehmetmemdoglu.blogspot.com.tr/2015/11/g-20-zirvesi-ve-turkiye.html)

G-20 zirvesi sonrasındaki gelişmelere bakıldığında, hava sahamızı ihlal eden Rus savaş uçağının, savaş uçaklarımız tarafından düşürülmesi, Türkiye’nin; Batı’nın PYD’yi Cenevre toplantıları dâhil etmek istemesini veto etmesi,  Rusya’nın başta Halep olmak üzere hedef gözetmeksizin sivilleri katletmesine karşı BM, ABD ve tüm dünyanın sessiz kalması,  ABD’nin ısrarla “PYD bizim için terör örgütü değildir” demesi ve ABD’nin; PKK’nın Suriye’de yeni Kandilcikler oluşturmasına göz yumması. ABD, Kobani’nin Orta Doğu’nun yeni virüsü olan IŞİD tarafından işgal edilmek istendiği 2014 yılının Eylül ve Ekim aylarında da benzer bir açıklama yapmış ve Türkiye’yi bir kez daha yüzüstü bırakmıştı.

Geldiğimiz noktada, o günkü değerlendirmelerimizin maalesef, bizi bir kez daha haklı çıkardığı görülmektedir. Bölgede yaşanan son gelişmeler, önümüzdeki süreçte de Suriye meselesinin Türkiye açısından çok daha zorlu geçeceğinin habercisi niteliğindedir.

Ve PKK’nın devam ettirdiği hendek savaşları!...

Hatırlanacağı üzere, Öcalan 01 Ekim 2014 tarihinde HDP milletvekilleri ile yapmış olduğu görüşmede, “Kobanê kuşatması, sadece Kürt halkının demokratik kazanımlarını hedeflemekle kalmayıp Türkiye’yi de yeni bir darbe sürecine sokacaktır” sözleriyle,  o dönemki olayların başlangıcı olan fitili ateşleyerek tüm sorumluluğu üstlenmişti.

Kandil, Öcalan’ın bu açıklamasından güç ve destek alarak 6-8 Ekim’de Türkiye’de estirilen terörü planlamış, HDP ise bu olaylarda PKK’nın yaktığı ateşe su yerine, bir kez benzin dökmüştü.

Şehir savaşlarında -hendek ve barikat- sivil halkı bir türlü sokağa indiremeyen, güvenlik güçlerinden de büyük bir darbe yiyen PKK,  son bir hamle olarak Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirildiği tarih olan 15 Şubat’ı hedef aldı. PKK medyası ve KCK üst düzey yöneticileri günlerdir -kendi ifadeleriyle-  “Uluslararası komplonun 18. yılı ve İmralı’da devam eden tecridi protesto için sokaklara inelim” çağrıları yapmaktadır.   

Cemil Bayık, Yeni Özgür Politika’da Kürtçe yayınlanan dünkü ”Ji Îmralî Heta Cizîrê Cîhad-i Ekber” (İmralı’dan Cizre’ye kadar Cihad-ı Ekber) başlıklı yazısında, İmralı sakini Öcalan’ın durumunu Şeyh Sait ile ilişkilendirmeye çalışmaktadır.  Hâlbuki Öcalan Şeyh Sait için; “O dönem Türklerin de işbirlikçi kesimleri var. Şeyh Sait, Kürt ulusal kurtuluşçusu değildir, din ağırlıklı feodal otonomicidir.” ifadesini kullanmıştır.  (29 Eylül 2004 tarihli Avukat Görüşme Notları’ndan) Yine bir başka görüşmesinde, "1806'da Süleymaniye'de Abdurrahman Paşa İngilizlere kapıyı açtı. Abdurrahman Paşa ile başlayan bu süreç Berzenci, Şeyh Sait, 1946'da da Barzanilerle devam etti. Sonra Talabani'ye uzandı. Ve bugün bu devam etmektedir” diyor.  (10 Nisan 2009 tarihli Avukat Görüşme Notları’ndan)

Marksist-Leninist ideoloji temelinde kurulan PKK, İslam’ı; -Öcalan’ın tarifiyle-  “İslamlık, Kürdün beyninde ve yüreğinde milli inkârı hazırlayan ve kaleyi içten fethetme rolü oynayan bir ‘Truva Atı’ gibidir." (A. Öcalan Kürdistan Devriminin Yolu, Manifesto; s.25 ) diye tanımlarken, şehir merkezlerinde devam ettirdikleri hendek savaşlarını Kürtlere Cihad-ı Ekber olarak yutturmaya çalışıyorlar. Anlaşılan Cemil Bayık da din ve dini şahsiyetler üzerinden takiyecilik yapmaya başlamıştır.

Kürtçe yayınlanan yazısında KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, “Rêber Apo Cîhadi Ekber a li Îmraliyê mîna xwe gihandina rastiya şerê ji bo gelê Kurd îfade kiriye. Rêber Apo, şert û merc çi dibin bila e dixwaze ku gelê Kurd li gund, bajarok û bajarên xwe li ber xwe bidin” Türkçesi:  (Önder Apo, İmralı’daki kendini olgunlaştırma faaliyetini Kürt halkı için bir Cihad-ı Ekber olarak değerlendirmiştir. Şartlar ne olursa olsun, Önder Apo; köy, İlçe ve şehirlerdeki halkımızın direnmesini istemektedir.) Gerçekte Öcalan'ın böyle bir çağrısı bulunmamaktadır. Öcalan’ın son üç yılın Nevruzlarındaki açıklama ve çağrıları herkesçe malumdur. Öcalan, silah ve şiddetin sona ermesi gerektiğini ifade ederek, sivil siyasetin güçlendirilmesi gerektiğini söylememiş miydi?

Şahsımın, Öcalan hakkındaki düşünceleri nettir. Yazı ve kitaplarımız ortadadır. Ama KCK üst düzey yöneticileri, kendi başarısızlıklarını Öcalan savunuculuğu yaparak perdelemeye çalışmaktadırlar. Çünkü Öcalan ismi kendi tabanları üzerindeki en etkili araçtır.

Türkiye’nin, tüm bölgeyi kucaklayacak bir siyaset dili kullanarak,  yeni stratejiler belirlemesi gerekmektedir. Böyle bir strateji bölgede etkinleşmeye başlayan Şii-Selefi-Vehabi tesirini de kıracaktır.  

9 Şubat 2016 Salı

“Aydın” Olmanın Ölçüsü!...

Hep merak etmişimdir, bu kez aklımdayken sormak istedim?
Türkiye’de aydın olmanın ölçüsü nedir?

Aydın olmanın ölçüsü,  boy ve kiloya göre mi belirleniyor?

 Yoksa cinsiyetine göre mi?

Ya da medeni hallerine bakılarak mı belirleniyor?

Türkiye’de aydın olmanın ölçüsü, aydın diye addedilen kişinin yaşam standardına göre midir?

Bir kişinin “aydın mı, değil mi” olduğuna karar vermek için, ayakkabı numaralarına mı bakılıyor?

Acaba Batı’ya olan hayranlık mıdır aydın olmanın ölçüsü?

Veya son dönemlerde olduğu gibi, Türkiye’yi uluslararası platformlarda şikâyet etmek midir?

Aydın olmak için, ülkeyi kan gölüne döndürmeye kararlı bir terör örgütünün şiddetini meşrulaştırmak mı gerekir?

Aydın olmanın ölçüsü, kutsala hakaret; beşeri kutsallaştırmak mıdır?

Aydın olmak için, PKK ile mücadele eden devleti, güvenlik güçlerini tahkir etmek mi gerekir?

Aydın olmak için,  ölçü olarak, ne idüğü belirsiz fikirler mi baz alınıyor?

Yoksa farklı televizyonlara çıkarak, hepsinde benzer şeyleri tekrarlayıp durmak mıdır, aydın olmak?

Aydın olmanın ölçüsü, Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil etmiş/eden devlet büyüklerine hakaret ve küfür etmek midir? Milleti temsil etmiş/eden bir şahsiyeti sevmiyor, beğenmiyor olabilirsiniz. Bu his ve düşüncelerinizi ona küfür ve hakaret ederek gösterme hakkını nereden buluyorsunuz?

Aydın olmak,  kendi insanını beğenmeyip, “dağdaki çobanla benim oyum eşit olamaz” diye feryat etmek midir?

Bunları neden mi soruyoruz?

Peşinen söyleyelim,  bu ölçütlerin aydını değiliz, olmak da istemiyoruz.

Aydın olmak için kariyer sahibi olmak gerekmez.

Aydın olmak için yabancı hayranı olmak gerekmez.

Aydın olmak için Nişantaşı’nda ikamet etmek de gerekmez…

Aydın insan; ırk, mezhep ve ideoloji taassubu yapmaz. Yapıyorsa “bin” bilse de sıradan bir “cahil” olmaktan kurtulamaz.

“Aydın”lık kalpte başlar, bakış açısında biter.

Ve kalbi “aydın”lık olmayanın, dünyası aydınlık olmaz.

Hak ve hakikatten yana olmayan bir vicdan, hiçbir zaman aydın olamaz.

Hak ve hakikatin ölçüsünü ise İslami, Kur’an ışığında insani bir anlayış ve yaşayıştır.

Eviniz, yuvanız, kalbiniz hep “AYDIN”LIK olsun efendim.