30 Aralık 2015 Çarşamba

DTK’dan “Teslimiyet” Manifestosu!...

Geçtiğimiz hafta sonu Diyarbakır’da düzenlenen Demokratik Toplum Kongresi (DTK) olağanüstü kongresinin sonuç bildirgesi açıklandı. Bildirgeden aklı selim yerine, hendek ve barikat siyasetine -ne yazık ki- tam destek çıktı.  Bu da sivil Kürt siyasetinin PKK şiddetine teslim olduğu manasına geliyor. 

Sonuç bildirgesinin “Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan” ile başlayan ifadesine dikkat edildiğinde,  bu tarz bir söylemin Kemalist çevrelerin alışılageldik “ulu önder Atatürk”  şablonunun bir versiyonu olduğu görülecektir. Kemalizm’i örnek alan seküler HDP,  Kandil’i yönlendiren üst akılların plan ve politikalarını gerçekleştirmek için “Apo ve Apoizm’i” kalkan olarak kullanmaya başlamış, bu ve benzeri ifadeleri, kendilerini maskelemek için kullanmaktadır. Bu tür söylemler, tabandan gelen halk tepkisini aza indirgemek için özellikle kullanılan söylemler olarak da değerlendirilebilir. Bu da halk nezdinde kendi meşruiyetini kaybeden HDP'nin gayri meşru söylem ve taleplerini maskelemek için geliştirdiği bir dildir. “Önder” olarak gördükleri Öcalan’ın 2013 Nevruz’unda “silahlar sussun, fikirler konuşsun” çağrısına, “silah, hendek ve barikat” ile karşılık veren bir PKK ve PKK’nın kuyruğuna takılarak bu ortama zemin hazırlayan bir HDP! 

“Kuşkusuz ülkemizin sorunlarının çözümü derinlikli ve güvene dayalı bir müzakere temelinde Türkiye Büyük Millet Meclisi onayı ile gerçekleştirilmelidir” diyen bir akıl. Peki,  TBMM’yi sorunların çözümü için gören bu akıl, neden hâlâ PKK’nın “hendek ve barikat” stratejisine sahip çıkıyor? Ve yine, “Kürt halkının hukuki, siyasi ve statü talebi kabul edilmediği için Kürt halkı da kendi öz gücüne dayanan bir mücadele sürecine girmiştir” cümlesiyle sahiplenilmek istenen hendek siyasetinin, “siyasi statü” ile ne tür bir ilişkisi olabilir?

  -Siyasi statüyü, halk tarafından seçilmiş ve temsil rolünü üstlenmiş siyasetçiler kullanmıyor mu?  

-59 milletvekilli ile TBMM’de temsil edilen parti HDP değil midir?

-Bölgedeki üçü büyükşehir olmak üzere çok sayıdaki il, ilçe ve belde belediye başkanlıkları HDP’nin elinde değil midir?

-Belediye kontrolündeki araç ve gereçlerle hendek kazıp, barikat kurmak mı siyasi temsiliyettir? Kimse boş heveslere kapılmasın.  Tüm “meşru” taleplerin temsil mekânı TBMM’dir.

 “DTK olarak halk meclislerinin ilan ettiği özyönetim ilanlarını ve halkımızın her alanda yürüttüğü bu haklı ve meşru direnişi sahipleniyor; Kürt halkının ve tüm Türkiye halklarının bu direnişlere katılmasını ve destek vermesini demokrasi ve özgürlük mücadelesi gereği olarak görüyoruz.” ifadeleri,  bildirgenin özeti mahiyetindedir. Ülke gündemini meşgul eden ve hâlihazırdaki  mevcut anayasaya aykırı olan; maddi-manevi, telafisi mümkün olamayacak mağduriyetlere yol açan, “şiddeti meşrulaştıran ve şiddete teşvik eden” bu sözler, alenen bir isyan çağrısıdır ve suçtur.  Ve bu çağrıyı “Türkiyelileşme” vaadiyle kurulan HDK-DTK felsefesine dayalı;  HDP içerisinde siyaset yapan, sivil (!) siyasetçiler yapıyor.

Bildirgede maddeler halinde sıralanan son bölüm, merkezi Kandil’de olan, PKK’nın kontrolü altındaki yazılı ve görsel meydanın tamamını sevk ve idare eden, “Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi”nin, Öcalan’ın 18 Ağustos 2010 Tarihli Avukat Görüşme Notu’nda açıklamış olduğu; altı ana maddeden oluşan  (Siyasi Boyut, Hukuki Boyut, Ekonomik Boyut, Kültürel Boyut, Öz Savunma Boyutu, Diplomasi Boyutu) “Demokratik Özerklik” projesinin detaylandırılmış şeklidir.

(Detaylı bilgi için: KCK’nın ‘Demokratik Özerklik’ Aldatmacası-I http://mehmetmemdoglu.blogspot.com.tr/2015/08/kcknn-demokratik-ozerklik-aldatmacas-i.html  ve KCK’nın ‘Demokratik Özerklik’ Aldatmacası-II  http://mehmetmemdoglu.blogspot.com.tr/2015/08/kcknn-demokratik-ozerklik-aldatmacas-ii.html  linklerine bakılabilir.)

Açıklanan sonuç bildirgesi sonrasında, BBC Türkçe servisine konuşan DTK Eş Başkanı ve HDP Hakkâri Milletvekili Selma Irmak,  bildirgedeki “özerk bölgeler oluşturulması” çağrısının ayrılık anlamına gelmemesi gerektiğini ifade ederek büyük bir çelişkiye düşmüştür.  Irmak, “Şu an hendeklerin arkasında çok büyük bir öfkeyle, kızgınlıkla mücadele eden ve artık kopuşu da tartışmaya başlayan gençler konuşmaya başlayacak” diyerek, Türkiye’yi açıktan tehdit etmekten de geri kalmamıştır. Selma Irmak’ın kimi açıklamaları, “DTK Sonuç Bildirgesi”yle zıtlıklar içermektedir. Dolayısıyla, uluslararası  istihbarat örgütlerinin kontrolünde çok başlı bir yönetim sergileyen Kandil’den sonra, HDK bileşenlerinde de çok başlı bir yönetimin varlığı gün yüzüne çıkmıştır.

DTK’nın sonuç bildirgesi olarak açıkladığı şeyin, aslında KCK tarafından hazırlanan bir metin olduğu aşikârdır. 

Başta HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş olmak üzere, çok sayıda HDP’linin Kandil’in dayattığı “özyönetim, hendek ve barikat” stratejisinin anayasal suç olduğu bile bile meşrulaştırma çabalarına girmesi sonrasında haklarında hazırlanan savcılık iddianameleriyle, “sivil siyasetin de önü kesiliyor” bahanesiyle kendileri için yeni bir mağduriyet söylemi oluşturmayı amaçlamaktadırlar. Devletin, HDP’nin bu kirli oyununa gelmemesi gerekir.

Sonuç olarak, “Özyönetim, hendek ve barikat stratejisi inadı, HDP ve Kandil’de bölünmelere sebebiyet verebilir. Bölünmelerin Türkiye ve Kürtler açısından ne tür sonuçlar doğuracağını şimdiden kestirmek zordur, bekleyip görmek lazım.

28 Aralık 2015 Pazartesi

Yorgunum...


Kalemimin mürekkebinden dökülen kelimeler sayısınca...
Gece karanlığında
Gökyüzünden ayrılıp yere düşen yıldızlar kadar...
Yorgunum...

Gözleri yolda, kalbi yasta,
Yar’dan haber bekleyen âşıklara mektup götürmek için çırpınan
Postacı kuşlar kadar...
Yorgunum...

Ormanlardaki vahşi avcılardan kaçan yaralı bir ceylan gibi…
Ve ağaç dallarından usulca yere inen yapraklar misali...
Yorgunum…

Ocak başında elinde çekiç, ateşin yumuşattığı demire şekil veren...
Sabırla, aşkın hallerini işleyen demir ustaları kadar…
Yorgunum…

Rotasında ilerlemeye çalışan seyr-ü seferdeki sefineler gibi…
Sürgün yemiş, rıhtımda bekleşen umut yolcuları “Alan”lar kadar...
Yorgunum...

Memdoğlu...

23 Aralık 2015 Çarşamba

Karayılan’ın Hezeyanları!...

Kandil’deki KCK üyelerinin düzenli aralıklarla PKK’nın Avrupa’daki yayın organlarından Yeni Özgür Politika Gazetesi’ne beyanat verdikleri malumunuzdur. Yeni Özgür Politika’ya bu kez (21 Aralık 2015)  KCK’nın silahlı kanadı HPG’nin başı Murat Karayılan konuştu.

PKK’nın son dönemlerdeki hendek ve barikat eylemlerini, iç savaş olarak yorumlayan Murat Karayılan, “Evet. Yani bir savaşta kullanılabilecek bütün silahlar kullanılıyor. Şehirler tarumar ediliyor. Şu an Sur’da binaları yıka yıka ilerlemek istiyorlar. Koskoca uluslararası bir yol olan İpek Yolu bir haftadır kapatılmış bulunuyor. Kendi memurlarını Cizre ve Silopi’den çekmiş bulunuyorlar. Yani bir savaş var ve bu savaş kendi halkına karşı veriliyor. O zaman bu bir iç savaştır” diyerek, PKK faşizmini meşrulaştırarak, Türkiye’nin barışını, barış hayallerini bu hendeklere gömen PKK faşizmi değil midir?

PKK şiddetinden ve faşizminden kaçarak evlerini boşaltmak zorunda kalan Kürtlerin evlerine el koymak mı özgürlüktür? Böyle bir yöntem olsa olsa,  çapulculuk, talancılık ile açıklanabilir ve bu ahlaksızlığın daniskasıdır.

PKK ve liderlerinin yapmak istediği de bu. Kara propaganda ve algı operasyonlarıyla dünya kamuoyunu Türkiye’de bir iç savaş yaşandığına ikna etmeye çalışmak. Hâlbuki Karayılan’ın da “AKP devletinin çokça belirttiği gibi sadece hendekleri kapatmak ve kamu düzenini sağlamak değildir. Çok daha kapsamlı bir amaçları söz konusudur.” diyerek itiraf ettiği gibi, amaç; bölgede PKK’nın şehir yapılanması YDG-H tarafından, hendek ve barikat stratejisiyle istismar edilen kamu düzeninin tesis etmektir.

Bakınız! PKK üst düzey yöneticileri kullanacak materyaller bulamadığı zaman, ne tür safsatalara sarılıyor?

Karayılan, “Hiç kimse hiçbir şey yapmasaydı da bunlar bastırma hareketini yapacaklardı. Bu tıpkı 1925’teki Şark Islahat Planı’na dayalı bastırma hareketinin aynısıdır; onun güncellenmiş halidir” diyerek, düşünce dünyalarının hâlâ 1925’lerde olduğunu beyan ediyor. Karayılan ve PKK tarihi gerçekleri ters yüz etmeye çalışarak gündem oluşturmaya devam ediyorlar. "Evleri, okulları, hastaneleri yerle bir edin. Ambulansları hedef alın vurun" diye talimat yağdıran,  ruh sağlığı bozulmuş,  hastalıklı kişilikler ancak 1925’ler ile bugünü terazinin aynı kefesine koyabilirler. 1925’ler ile günümüz arasındaki farkın en önemli parametresi,  “Şark Islahat Planları”nın uygulandığı dönemlerde, Kürtleri temsilen -seçilmiş-  bir tek milletvekilinin TBMM’de yer almıyor olması değil midir? Oysa  “ne yazık ki” tüm iradesini Kandil’e teslim etmiş olan HDP’nin bugün TBMM çatısı altında 59 milletvekili bulunuyor. (AK Parti ve diğer partiler içerisinde siyaset yapan Kürt milletvekilleri bu hesaplamanın dışındadır)

Karayılan, asıl gücümüz şehir merkezlerine inmemiştir, böyle devam etmesi -operasyonları kast ediyor- halinde HPG’nin de şehir merkezlerindeki çatışmalara müdahil olacağını ima ederek, kendince Türkiye’ye gözdağı vermeye çalışıyor. Karayılan, şehir merkezlerine hiçbir zaman silah yığınağı yapmadıklarını, özyönetim gereği bahsi geçen bölgelerdeki halkın kendi imkânlarıyla bu silahları elde ettiklerini söyleyecek kadar yalan konuşmaya devam etmektedir.  

Ey Kara-yılan! Bölge halkı bu silahları kendisi mi imal etti?

Hezeyan dolu açıklamalarına devam eden Karayılan, “Kaldı ki YDGH defalarca ordunun hedefi olmadığını ve üzerine gelmedikçe orduya karşı eylem yapmayacağını duyurdu. Evet, Oradaki gençler orduya karşı olmadıklarını ilan ettiler ve orduya karşı yaptıkları bir eylemleri yoktu… Yani burada orduya karşı olma, Türk bayrağına karşı olma, TC devletine başkaldırma gibi bir durum yok. Burada bir hak talebi vardır. Zorunlu bir biçimde, var olabilmek için kendini savunma tutumu vardır. İrade olmada ısrar vardır. Bu çok anlamlı ve çok değerlidir” ifadesiyle âdeta devlet aklıyla alay etmektedir. Devlet, ordusu ve polisi ile bir bütündür. Karayılan bunu bilemeyecek kadar cahil değildir, bu açıklamadan maksat,  asker ve polisi karşı karşıya getirmektir.

Karayılan, Türkiye’nin bölünmemesi ve birlikte yaşaması için “demokratik özerkliğin” gerekli olduğunu iddia ediyor. Bu iddiasıyla aynı zamanda öncelikli olarak özelde Kürtleri, genelde toplumu manipüle ediyor.  İki halkın birlikte yaşam iradesine silahlı bir örgüt değil ancak onların sivil temsilcileri karar verebilir. Bu tür kararların alınacağı siyaset kurumunun temsil edildiği TBMM çatısıdır.

Öncelikle, devletin PKK ile mücadelede kararlılık göstermesi, bu mücadele esnasında bölge insanının zarar görebileceği uygulamalara mahal vermemesi gerekmektedir. PKK’nın, oluşturduğu şiddet deryası içerisinde boğulması için bölge halkının desteğine ihtiyaç vardır. Bu da güvenlik güçlerinin halka göstereceği muameleden geçmektedir.

Kamu düzeninin tesis edilemediği yerde devlet yoktur.

18 Aralık 2015 Cuma

“Kandil”leşen HDP!...

PKK cenahında ilk kez 19 Mayıs 2006 tarihli Avukat Görüşme Notları’nda Öcalan,  “Kürt sorununa çözüm ve Türkiye'yi demokratikleştirme iddiasıyla kurulmuş olan DTP'ye ilişkin olarak ben, ancak bir sempatizan olarak fikirlerimi beyan edebilirim. İtalya'daki son seçim modeli yeni bir model olarak düşünülebilir. Sola gidilebilir, sol partilerle yeni bir çatı partisi kurulabilir. Bunu değerlendirmek ve tartışmak lazım. Gerekirse AKP ile de görüşülebilir" diyerek, bugünkü HDP’nin çatısını oluşturan “çatı” partisi fikrini gündeme getirmişti.

Tüzüğünde, “Parti, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan bütün halkların ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle birlikte mücadele yürüten güçlerin her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmak üzere bir araya geldiği, demokratik halk iktidarını hedefleyen bir siyasi partidir" denilen, HDP 1. olağanüstü kongresi, 27 Ekim 2013'te Ankara'da Ahmet Taner Kışlalı Spor Salonu'nda gerçekleştirildi. Kongre sonucunda, Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel partinin Eş Genel Başkanları seçildiler.  28 Nisan 2014 tarihinde dönemin BDP milletvekilleri Halkların Demokratik Partisi’ne katıldılar. 22 Haziran 2014 tarihinde yine Ankara Ahmet Taner Kışlalı Spor Salonu’nda gerçekleştirilen 2. kongrede eş genel başkanlıklara Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş seçildi.

“Çözüm Süreci”nin devam ettiği dönemlerde genelde Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve İdris Baluken’den müteşekkil olan HDP heyeti; Hükümet ve İmralı ile çok sayıda görüşme gerçekleştirdiler. Farklı isimlerin yer aldığı HDP heyetleri de zaman zaman Kandil’e giderek KCK liderleriyle görüşmeler gerçekleştirdiler.

2014 yılında yapılan Cumhurbaşkanı seçiminde Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ı aday göstererek katılmış olan HDP,  % 9,5 oranında hatırı sayılabilecek bir oy aldı. % 13,5 oy aldıkları 7 Haziran seçimi sonrası yapmış olduğu açıklamada, Demirtaş; “Artık HDP gerçek bir Türkiye partisidir” diyerek, HDP’deki emanet oylara sahip çıkacaklarını beyan etmiş; hemen her açıklamasında, HDP’nin PKK-KCK ile bağlantısı olmadığını dile getirerek, bu minvaldeki tüm iddiaları yalanlamıştı. Peki, hakikatte böyle bir bağlantı yok muydu? PKK’nın “Çözüm Süreci”ni sonlandıran silahlı eylemlere başlaması sonrası bu gerçek yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başladı.  Kamuoyuna Türkiye partisi olacağını, “Türkiyelileşeceğini” taahhüt eden HDP, aksi bir rotaya girerek Kandil’in sözcülüğünü yapmaya devam etti ve “Kandil”leşme yolunda hızla ilerlemeye başladı.

HDP’nin nasıl “Kandil”leştiğini, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve Kandil sözcülerinin son bir haftadaki açıklamalarına bakarak görebiliriz.

PKK’nın Avrupa’daki yayın organlarından Yeni Özgür Politika Gazetesi’nde 15-16 Aralık’ta yayınlanan röportajında Demirtaş: “Hatırlanırsa Şırnak'ta, Cizre'de sivil halk meclisleri öz yönetim ilan ettiğinde ne hendek vardı, ne barikat vardı? Ama ne yaptı devlet? Belediye başkanını, o açıklamayı okuyanı, açıklama okunurken yanında bulunanı... Herkesi tutukladı… Orada yaşayan gençler, siyasetçiler, halk, ‘Yahu bizi bu kadar rahat biçimde gelip mahallemizde, evimizde gözaltına almalarına izin vermeyeceğiz’ dedi. Bunu da bir fiziki engelle, taktikle nasıl yapabiliriz sorusundan tahmin ediyorum ki hendek gibi bir şey çıktı” diyerek, PKK’nın Kürtleri boğmak için sürdürdüğü “hendek ve barikat” stratejisini meşrulaştırdı. Açıklamalarının devamında ise Bir defa Kürtlerin ve Kürdistan’ın geleceğiyle ilgili mevzu, dünya genelinde de bir siyasi statü meselesidir. Bu, Kürdistan’ın dünya genelindeki, uluslararası toplum nezdindeki kabulüyle ilgili meseledir. Kürtlerin mutlaka şu veya bu şekilde siyasi statüsü olmalı. Bunun da ismi devlettir. Bu devletin içinin nasıl doldurulacağı ideolojik bir meseledir” diyerek, hem yüzündeki maskeyi çıkarmış, hem de “HDP Kandil’in TBMM’deki uzantısıdır” iddialarını meşrulaştırmıştır. Bugünkü yapısıyla HDP, Kürtlere jakobenizmi dayatan bir “elitist-burjuva” partisidir.

Demirtaş’ın açıklamalarının yayınlandığı gün, Mustafa Karasu’nun “HDK ve DTK’sız Bir HDP Düşünülemez” başlıklı yazısında: “HDK’nın farklı bileşenlerinden gelinse de dışa karşı HDP’li gibi yansımak ve HDP’li olarak çalışmak önemlidir. Çünkü HDK çizgisi, tüm HDK bileşenlerini güçlendiren, onların toplumsal ve siyasal taleplerini yansıtan bir partidir” diyerek, PKK’nın hendek ve barikat stratejisine karşı duruş sergileyen HDP içerisinde farklı sesleri de tehdit etmiştir.

KCK’ya göre “hendek ve barikat stratejisi” yeni demokratik Orta Doğu’yu inşa ediyor. PKK’ya göre, PKK faşizmine karşı çıkan Kürt, Kürt değildir. Hatırlanacağı üzere KCK aynı söylemi Suriye’deki uzantısı olan PYD faşizmi için de dillendirmişti. Maalesef bu zihniyet Hitler faşizmi döneminde muteberdi. Ve yine Kandil’e göre Türkiye, demokratik Orta Doğu’nun inşasına müdahale ederek, izin vermiyor.

Esasında HDP bir Kürt partisi olmadığı gibi, bir Türkiye partisi hiç olamamıştır. Sol, sosyalist ve enternasyonalist, hedefi ihtilalcilik olan, kuruluşundan bugüne Kandil’in güdümünden çıkmayan bir partidir. Kürtler ve “Kürt Sorunu” HDP için bir figürdür. HDP’ye oy vermiş Kürtlerin büyük bir çoğunluğu ne yazık ki HDP’nin ideolojisinden bihaberdirler. Bunun sonucu olarak da HDP içerisindeki Türk Solu'nun eskimiş "sosyalist" artıklarından kendilerine hiçbir fayda gelmeyeceğini bilmiyorlar.

Çarlık Rusya’sını yıkan Lenin’in, Çarlık coğrafyasındaki Müslüman halkları kendi emellerine alet edip kullandığı gibi, tüm iradesini Kandil’e teslim etmiş olan HDP de Müslüman Kürtleri “demokratik konfederalizm, özerklik, özyönetim”  saçmalıkları için kendi emellerine alet etmektedir. HDP takiyeci bir partidir, takiyecilik yapmaktadır. "Kürt Sorunu"nun çözümü demek, PKK ve HDP'nin nemalandığı kaynağın kuruması demektir. Çünkü çözümsüzlük, PKK ve HDP'nin yaşam kaynağıdır.

14 Aralık 2015 Pazartesi

PKK’nın Barzani Sancısı!...

PKK’nın Avrupa’daki yayın organlarından Yeni Özgür Politika Gazetesi’ne Hüseyin Ali mahlasıyla yazı yazan, KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, Mesut Barzani’nin Türkiye’ye yaptığı ziyarete ilişkin değerlendirmelerin de yer aldığı "Sur'a  Saldırı, Amed’in Ruhuna Saldırıdır” başlıklı yazısında, PKK’nın “hendek” stratejisiyle sürdürdüğü terörizmi perdelemek için akla ziyan iddialarda bulunuyor. 

Mustafa Karasu, “Polisler, askerler, özel harekâtçılar, Esadullah timi denilen JİTEM artıkları Amed’de şehrin en eski yerleşim yeri olan Sur içinde cami, minare, han hamam demeden yakıyor ve yıkıyor ama basın ‘teröristler yıktı’ diye yalan propaganda yapıyor” diyerek, ifsatçılıkta yeni bir çığır açıyor. PKK bunu -kara propaganda ve dezenformasyonla toplumu manipüle ermeyi-  hep yapmıştır ve yapacaktır da. Çünkü PKK’nın beslendiği ana kaynak bu yöntemdir.

Emperyalist devletlerin Orta Doğu’yu kan gölüne çevirdikleri, yüz binlerce insanın öldürüldüğü, milyonlarcasının evinden ve yurdundan edildiği, bölgenin yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı bir ortamda Barzani’nin Türkiye ziyaretini; “Mesud Barzani Türkiye'yi ziyaret etmiştir. Bu ziyaretin ilk önce MİT’le görüşmeyle başlaması, bu gidişin amacı ve içeriğini ortaya koymaktadır. Ziyaretin MİT’le görüşmeyle başlatılması ise Güney Kürdistan ve Kürt gerçeğine gösterilen yaklaşımla ilgilidir. Bu, bilinçli bir ayarlamadır. MİT’in şu anda en fazla uğraştığı, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin tasfiyesi konusudur. Bu açıdan MİT görüşmesinin yüzde 80’i PKK'ye karşı nasıl mücadele verileceği üzerinedir”diyerek değerlendirmeye çalışan Karasu;  örgüt merkezli pragmatizmi esas almıştır. PKK'nın   geçtiğimiz yıl da Barzani için “Sünni Araplar, IŞİD ve diğer terörist gruplarla Musul’un işgali için Ürdün’de toplantı yaptı” iftirasında bulunduğunu hatırlatalım.

Mesut Barzani Türkiye’ye gerçekleştirdiği ziyaret sırasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu ve Savunma Bakanı İsmet Yılmaz ile birlikte, aralarında Eş Başkan Figen Yüksekdağ, Leyla Zana, Osman Baydemir, Dengir Mir Mehmet Fırat, Ahmet Türk ve Nazmi Gür’ün yer aldığı HDP heyetiyle de bir görüşme gerçekleştirmiş, görüşmede; şiddetin azaltılarak hendeklerin kapatılması gerektiğini ifade etmişti.  Mustafa Karasu, Barzani’nin bölgenin geleceğini ilgilendiren görüşmelerin yapıldığı temaslarını görememiş, PKK faşizmini yansıtan bakışını bir kez daha kamuoyuna yansıtmıştır. 

PKK’nın katı Stalinist anlayışına karşılık, Barzani’nin “hiçbir Kürde karşı silah kullanmayız, kan dökülmesine izin vermeyiz” anlayışı yan yana getirildiğinde, PKK’nın gerçek profili bir kez daha ortaya çıkarmaktadır.

Bir yandan, kan ve gözyaşından nemalanan uluslararsı istihbarat örgütlerinin kontrolündeki PKK, diğer yandan Irak bataklığında kendisini halkına adamış KDP lideri Mesut Barzani.

PKK’nın Barzani karşıtlığının nedenleri incelendiğinde akla ilk olarak Türkiye ile olan dostane ilişkileri, bölge petrolü ile Kürtler üzerindeki güç ve iktidar mücadelesi gelse de ana neden Barzani'nin İslami kimliği ve geçmişten kaynaklı Kürtler nezdindeki misyonudur.

Bugüne kadar yüz bin Kürdün ölümüne sebebiyet vermiş olan PKK; katı, totaliter ve örgütsel oligarşizmi hedef almış silahlı bir yapılanmadır. PKK bu kimliğe, ziyadesiyle gerçekleştirdiği örgüt içi infazlarıyla ulaşmıştır.

Türkiye’nin, son dönemlerde Rusya-İran ve Irak ile yaşadığı sorunlar ve bölgede oluşabilecek muhtemel yeni krizler öncesinde, Barzani’nin Türkiye ziyareti oldukça manidardır. Türkiye’nin doğalgaz konusunda Rusya ve İran’a olan bağımlılığı göz önüne alındığında, enerji alanındaki işbirliği ile birlikte, ziyaretinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.

Tarihte bölgenin barışı ve kardeşliği adına İdris-i Bitlisi ve Said Nursi’nin yüklendiği rolü, bugün Mesut Barzani sürdürmektedir. Barzani’nin son Türkiye ziyaretiyle birlikte,  Orta Doğu başta olmak üzere tüm dünyaya yeni bir Türk-Kürt ittifakının temellerinin atıldığı mesajı  verilmiştir.

10 Aralık 2015 Perşembe

İran-ca Komşuluk (!)...

Tarih boyunca istikrarsız bir seyir izlemiş olan Türkiye-İran ilişkileri, son yıllarda iki ülkenin karşılıklı bölgesel liderlik mücadelesiyle devam etmektedir.

Osmanlı döneminde -saray içlerine kadar-   her türlü casusluk faaliyetlerinde bulunmuş ve 1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla bugünkü sınırlarımız çizilmiş olan İran ile 19. yüzyılda Rusya tehdidine karşı ittifak kurulmuştur. Tarihten günümüze Kürtlerin Ruslar nezdindeki itibarını (!) da gözler önüne seren aşağıdaki alıntı, bu tespitimizi teyit eder mahiyettedir. “Kont Gudoviç’ten sonra Kafkasya’ya başkomutan olarak gelen Süvari Generali Tormasov, (1809 yılından itibaren) Markiz Pauluççi (1811 yılından itibaren) ve Tümgeneral Rtişçev (1812 yılından itibaren) Türkiye ve İran ile aynı zamanda olan savaşlarımızı etkili şekilde sürdürdüler. Türkler ve İranlılarla ortak askeri harekâtlar düzenlemelerine engel olmak amacıyla Kürtler ile olan ilişkilerimizi desteklerdiler… Kürtler Rus uyruğuna geçmeseler bile, hiç olmazsa Rus birlikleri ile çatışmalara girmiyorlardı ve sınırımızı geçip topraklarımızda çapul yapan yalnızca küçük eşkıya çeteleriydi; bu çeteler de gerçekte İranlılara ve Türklere hiçbir yarar sağlamıyorlardı, tam tersine onların bu tür çapulları, Rusya’ya karşı ittifak kuran İran ve Türkiye’nin ikili ilişkilerinde yalnızca sorun yaratmaya yarıyordu.” (P.İ. Averyanov, Osmanlı İran Rus Savaşlarında Kürtler (19. Yüzyıl),  Shf: 34-35)

Osmanlı’nın yıkılması sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti ile İran’daki Pehlevi  Hanedanı arasında yeni bir dönem başlamış, komşuluk ve dostluk bağları güçlenmiş, her iki ülke içerisindeki ayrılıkçı gruplara karşı -özellikle de Kürt-  ortak politikalar izlenmiştir. Türkiye ve İran,  ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki soğuk savaş dönemlerinde ABD’nin yanında yer almışlardır.

Adına “İslam İnkılabı” denilen ve İran Devrimi'yle birlikte İran'ın manevi tahtına oturan Humeyni sonrası iki ülke arasındaki ilişkiler, ticari manada bozulmamış olsa da diplomatik anlamda kısmi bir sarsıntı yaşamıştır. Bunda, İran’ın mezhep eksenli kendi rejim politikalarını ihraç etmeye çalışması etkili olmuştur.

1991 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yıkılması sonrası, bölge; -özellikle Orta Asya’da- yeni bir Türkiye-İran liderlik mücadelesine sahne olmuştur.  Türkiye’nin yeni kurulan devletlerde ABD ile birlikte etkin olma politikasına karşılık, İran’da Rusya ile yakınlaşmaya başlamış ve o dönem başlayan bu yakınlaşma bugün de iki ülkenin Suriye politikalarına yansımıştır.

PKK terörü ile mücadelenin Türkiye’nin ana gündemi oluşturduğu 1990 sonrası dönemde, Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler, bir kez daha menfi bir seyir izlemiştir. Türkiye'nin, PKK’nın desteklenmemesi yönündeki talepleri, her defasında İran resmi makamlarınca reddedilmişti.  Oysaki bu dönemlerde İran PKK’yı himaye etmekle kalmamış, gerektiğinde Türkiye’ye karşı taşeron bir örgüt olarak da kullanmıştı. Türkiye’nin PKK ile mücadele için Irak’ın kuzeyine yönelik sınır ötesi kara ve hava operasyonları, her ne hikmetse İran’ın tepkisiyle karşılaşmıştır. İran’da idam edilen Kürtler için bir şey yapmayan PKK ise Türkiye’deki faaliyetlerine ve silahlı eylemlerine aralık vermeden devam etmiştir.

İran'ın  iki binli yıllardaki nükleer silah edinme ve uranyum zenginleştirmeye ilişkin çalışmaları neticesi Batı ülkeleri tarafından uygulanan ekonomik ambargo günlerinde, Türkiye -Brezilya ile birlikte- Batı ile İran arasındaki müzakere sürecinin başlatılmasına büyük katkı sunmuştu.

2011 yılı Mart ayında başlayan Suriye’deki iç savaş, Türkiye-İran ilişkilerinin bir kez daha zedelenmesine neden olmuştur.  Türkiye, ABD ve AB’nin yer altığı Batı bloku  ile hareket ederken, İran; Rusya ve Çin’in yer aldığı Doğu bloku içerisinde yer almayı tercih etmiştir. İran bu dönemde Suriye rejimine destek vermekle yetinmemiş, Suriye’deki muhaliflere karşı savaşmak için kendi askerlerini de göndermiştir.

İran dünyada paramparça olmuş İslam âleminin sorunlarına çare olacak politikalar geliştirmek yerine, bölgede bir “Sünni-Şii” çatışmasına sebebiyet verebilecek icraatlar ve söylemlerden vazgeçmeyeceğe benziyor. "Esed kırmızı çizgimizdir" diyen İran, mezhepçiliğini ortaya koyarak; Orta Doğu'yu şiacılıkla istila etmek istiyor.

Bölgedeki mezhepsel gerilimleri azaltmak için İran'ın Türkiye'ye yönelik gizli düşmanlık yapma alışkanlığını terk etmesi gerekir.

5 Aralık 2015 Cumartesi

PKK Amacına Ulaşıyor mu?

“Çözüm Süreci” ile birlikte bölgedeki köylere geri dönüşler olmuş, yaşam normalleşmeye başlamışken PKK’nın, süreci sonlandıran silahlı eylemleriyle birlikte geri dönüşler durmuş, bölgeye yeniden korku ve endişe hakim olmuştur. PKK’nın silahlı eylemlere devam etmesinin artık hiçbir mazereti kalmamıştır. Devlet -Yeni Anayasa’yı katmazsak-  bu manada PKK’nın kendi propagandasına alet ettiği bütün argümanları boşa çıkarmıştır.

“Çözüm Süreci”nin devam ettiği dönemlerde PKK,  sürecin sonunda “özyönetim” ilan edeceklerini; kendilerine destek veren kesimleri bürokratik mekanizmalarda yer alacaklarına, silahlı unsurlarının ise asayiş güçleri olacağına inandırdı.

Geldiğimiz süreçte PKK, çok bileşenli; uluslararası çıkarları güden bir yapılanma haline, bir örgüte dönüşmüştür. Bugün, uluslararası istihbarat örgütlerinin kontrolündeki Kandil, (Cemil Bayık’ın PKK’nın sınır dışına çekilmesi kararını ne HDP ne de Abdullah Öcalan’ın veremeyeceğini, böyle bir kararı ancak kendileri verebileceğini açıklaması, PKK’nın Öcalan’ın kontrolünden çıkarak, uluslararası istihbarat örgütlerinin kontrolüne girdiğinin delili ve ispatıdır.) şehir yapılanması YDG-H üzerinden özyönetim saçmalığı adı altında bölgeyi yaşanmaz hale getirmek için her şeyi göze almış durumdadır.  YDG-H, devlet otoritesini devre dışı bırakmak için bölge insanında can güvenliği korkusu oluşturarak,  kendilerinden olan aileleri ve çocukları silahlandırarak güvenlik güçlerine karşı kullanmakta, kendilerinden olmayan, kendileri gibi düşünmeyen zavallı masum Kürtleri de göçe zorlamaktadır. PKK’nın özyönetim ilan ettiği yerlerde, ticaret durma noktasındadır ve sağlıklı ve düzenli bir eğitim yapılamamaktadır.

Türkiye’de Suriye benzeri bir iç savaş hayali kuran Kandil, Cizre, Şemdinli, Silvan, Lice, Sur, Nusaybin ve Derik’te özyönetim adı altında savaşı şehir merkezlerine yayarak, bu yerleşim yerlerinde kendilerinden olmayan Kürtlere yaşamı zehir etmektedirler. 20 bin nüfuslu Mardin’in Derik ilçesinden beş bin kişinin göç ettiği iddia edilmektedir. Ne acıdır ki Kandil’in bu kanlı planına HDP’li birçok belediye de destek vermektedir.  Bölge halkının çoğunluğunun HDP’ye destek veriyor olması, HDP’nin PKK’ya karşı siyaseten güçlü olma amaçlı olmasına rağmen HDP; iradesini hâlâ Kandil’e teslim etmiş vaziyette.Son dönemlere yaşanan olaylardan sonra HDP’den kendilerini Kandil’in vesayetinden kurtardıklarını gösteren açıklamalar ve siyaset beklemek, çok iyimser bir beklenti olur.

PKK liderlerinden Mustafa Karasu özyönetim safsatası ve hendek stratejisini, “Kürt halkı haklı, meşru ve hiç kimsenin itiraz edemeyeceği biçimde özyönetim hamlesi yapmıştır. Türk devleti bunu kabul etmediği için saldırmakta, halk da direnmektedir. Tabii ki bu direnme içinde hendekler de barikatlar da vardır. Halk devletin özyönetimi inşa edip kendi kendini yönetmek istediği alanlara girmesini istememektedir. Devlet belli merkezlerde var olabilir, ama halkın yaşam alanları olan mahallelere ve sokaklara giremez. Halkın kendi kendini yönetmesine karışamaz” diyerek açıklamaktadır. Kandil bir halk hareketi (!) olduğunu iddia etmeden önce, kamuoyuna kendi iç infazlarını açıklamalıdır.

PKK’nın en belirgin özelliği, kendilerine inanmış; özgürlük adına kendilerini PKK’ya adamış kişilerin adeta beyinlerine müdahale ederek,farklı bir Kürt tipioluşturmak istemesidir. PKK güdümündeki yayın organlarına bakıldığında, bu özellik kolayca görülmektedir. Yıllardır burjuvaziye karşı mücadele verdiği iddia eden PKK;  “özyönetim” planıyla kendi faşizan ve burjuva sistemini kurma ve hayata geçirme peşindedir.

Devlet tarafından sıklıkla ilan edilen sokağa çıkma yasaklarının uzatılması, ilan edilen her sokağa çıkma yasağının PKK’ya yaradığı aşikârdır. PKK’nın istediği bölgede bir savaş ortamı görüntüsü oluşturmak ve bunu kendi yayın organları üzerinden dünyaya servis etmek olduğu düşünüldüğünde; devletin PKK’nın bu amacına hizmet etmemesi gerekmez mi?

PKK’nın “özyönetim” ilan ettiği yerlerde bir an önce kamu düzeni tesis edilmeli, bölgenin PKK tarafından insansızlaştırılmasına izin verilmemelidir. Bölgenin insansızlaştırılması PKK’nın amaçlarına hizmet edecektir.

2 Aralık 2015 Çarşamba

Adıyaman Madde Bağımlıları Rehabilitasyon Merkezi...

5 Haziran 2015’te Diyarbakır,  20 Temmuz 2015’te Suruç ve 10 Ekim 2015’te Ankara’ya düzenlenen bombalı saldırıların faillerinin Adıyaman nüfusuna kayıtlı olması, tüm dikkatlerin Adıyaman’a çevrilmesine sebebiyet verdi. Hâlbuki Adıyaman, bölgenin en güvenli ve huzurlu şehirlerinden birisidir. Bölge insanı böyle vahşiyane olayların failleriyle anılmaktan oldukça rahatsız.

Kamuoyunda yeterince bilinmeyen Madde Bağımlıları Rehabilitasyon Merkezi, Adıyaman’ın yüz akı örnek çalışmalarından biri.  Bir vesileyle gittiğimiz Adıyaman’da Rehabilitasyon Merkezi’ni görme ve inceleme fırsatı bulduk. Rehabilitasyon Merkezi’nin çalışmalarına ilişkin olarak Merkez Müdürü Şerafettin Sayın tarafından bilgilendirildik.

Madde bağımlılarının psikososyal rehabilitasyonu ve bilinçlendirme projesi kapsamında, 15 Şubat 2013 tarihinde hizmete açılan Rehabilitasyon Merkezi,  Kardelen Gençlik Merkezi tarafından hazırlanan, İpekyolu Kalkınma Ajansı ve SODES tarafından finanse edilmektedir.

Adıyaman Valiliği öncülüğünde Adıyaman Belediye Başkanlığı, Sağlık Müdürlüğü Kamu Hastaneleri Birliği, Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü, İl Emniyet Müdürlüğü, İl Müftülüğü, İl Spor Müdürlüğü ve Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü’nün koordineli çalışmalarıyla, uyuşturucu bağımlısı gençler yeniden topluma kazandırılıyor.

Proje kapsamında, Adıyaman Belediye Başkanlığı tarafından bina tahsisi yapılmıştır. İl Spor Müdürlüğü tedavi merkezindeki gençlere haftanın dört günü sportif faaliyetler, (yüzme, futbol ve masa tenisi),  Kamu Hastaneleri Adıyaman Şubesi, psikolojik destek ve tedavi, İl Müftülüğü, görevlendirdiği imam nezaretinde temel dini bilgiler eğitimi ve manevi destek verilmektedir. Ayrıca Halk Eğitim Merkezi tarafından tedavi gören gençlere yönelik el sanatları kursları (ahşap boyama ve oymacılık, resim, ebru) düzenlenmekte, İŞKUR bu kurslarda yer alan gençlere maddi destek sağlamaktadır.

Tedavi merkezindeki düzenin tesis edilmesi için İl Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şube Müdürlüğü tarafından bir polis memuru görevlendirilmiş durumda.  Yine Emniyet Müdürlüğü Toplum Destek Şube Müdürlüğü ile yapılan ortak çalışmalar sonrasında, il içerisindeki madde bağımlılarının tespiti yapılarak, Rehabilitasyon Merkezi’ne yönlendirilmesi sağlanmaktadır.

Merkeze ilk müracaat anında bağımlı, öncelikle hastaneye götürülerek ilgili bir uzmanın kontrolünden geçirilmektedir. Tedavi süresi 45 gün olarak planlanıyor. Yer konusunda problem yaşanmadığında,  il dışından da müracaatlar kabul edilmektedir.

Rehabilitasyon merkezinin kapasitesi -şimdilik- 10 bağımlı ile sınırlı. Açılışından bugüne 102 bağımlı genç tedavi edilerek (%70 başarıyla) yeniden topluma kazandırılmış. AMATEM merkezlerinde tedavi gören bağımlıların yeniden topluma kazandırılma oranı %3-4 oranlarında olduğu düşünüldüğünde, Adıyaman’daki Madde Bağımlıları Rehabilitasyon Merkezi’nin büyük bir başarı elde ettiği görülmektedir.  Başarı oranının yüksek olmasında birincil etkenin; “tedavi olmak isteyen bağımlıların” kendi istek ve tercihleriyle merkeze müracaat etmesi teşkil ediyor. Başarıdaki ikinci etkeninin ise rehabilite çalışmaları çerçevesinde, her hafta il sınırları içerisindeki tarihi ve turistik yerler ile manevi mekân gezilerinin tertip edilmesi oluşturmaktadır. 

Merkezde tedavi gören gençlerin hepsinin birbirinden pek de farklı olmayan, ayrı hayat hikâyeleri var. Gençlerin neredeyse tamamı, uyuşturucuya başlamalarını; aile içi şiddet,  maddi imkânsızlıklar, manevi boşluk ve yanlış arkadaş seçimlerine bağlıyorlar.  Ve en çok da “bir kez denemekten bir şey olmaz” diyerek, bu tuzağa düştüklerine dikkat çekiyorlar.

Son dönemlerde bölge genelinde artan terör, işsizlik ve madde bağımlılığı dikkate alındığında, Adıyaman’daki Madde Bağımlıları Rehabilitasyon Merkezi’nin önemi katbekat artmaktadır. Günümüzdeki mevcut rehabilitasyon merkezlerinin yetersiz olduğu, yeni projelerin hayata geçirilerek ülke gençliğinin bu illetten kurtarılmaları aciliyet kesp etmektedir.

Gençler bir ülkenin geleceğidir, geleceğimize sahip çıkalım. 

29 Kasım 2015 Pazar

Od’a Yandı...


Hüzünle nakşedip,
Prangalardan zincirlere vurarak,
Yüreğime gömdüğüm resmin yandı.
Geriye bir tek o sürmeli gözlerin kaldı...

Binbir cefa, zahmet, emek vererek,
Anahtarını Sevgili’ye teslim ettiğim
Gönlümdeki sermayem yandı
Biricik “hazinem” yandı….

Söz bitti, kalem tükendi
El yandı, tutuştu yürek yandı.
İnledim, ses verdim duyan olmadı.
Feryadım göklere dayandı...

Gönül denizindeki
Sevgi kelimelerimi yüklediğim,
Beyaz kâğıttan gemilerim yandı.
İçerisinde "Yâr" da vardı. O da yandı,
Od'a yandı...

Memdoğlu...

28 Kasım 2015 Cumartesi

Barışa “Elçi” Olmak da Yetmedi!...

Tarihi dört ayaklı minare önünde basın açıklaması yapıldığı esnada,  bir araç içerisinden  uzun namlulu silahlarla güvenlik güçlerine ateş açılmış, çıkan çatışmada Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi hayatını kaybetmiş, bir polis memuru şehit olmuş, ikisi polis; bir gazeteci de yaralanmıştır.  Saldırıda hayatını kaybeden Elçi ve şehit polisimize Allah’tan rahmet, ailelerine başsağılığı diliyor, yaralı polisler ve gazetecinin bir an önce sağlığına kavuşmasını temenni ediyorum.

Bu saldırı Türkiye’nin birliği ve beraberliğine yapılmış, provokasyon amaçlı bir eylemdir. Saldırı bir an önce tüm boyutlarıyla -adli ve idari- en kısa zamanda sonuçlandırılmadır. Otopsi sonrası yapılan ilk açıklamada Elçi’ye isabet eden tek kurşunun ensesinden girip, sol gözünden çıktığı belirtildi.

Tahir Elçi, 14 Ekim 2015 tarihinde katıldığı bir televizyon programında “PKK terör örgütü değildir” diyerek, gündeme gelmişti.  Bu açıklamasına bakılarak Elçi’nin PKK yandaşı olduğunu iddia etmek doğru değildir. Bugüne kadar bölgeye barışın gelmesi için gayret eden Elçi, saldırıdan dakikalar önce yaptığı açıklamada, “Bu bölgede silah sesleri istemiyoruz” demişti. Elçi, geçtiğimiz hafta içerisinde, “Devlet operasyonu esnetsin, yasadışı silahlı gruplar ilçeden ayrılsın, hendekler kapatılsın” çağrısı yapmıştı ve bu çağrı ile PKK’nın “yasadışı” silahlı gruplar olduğuna dikkat çekmişti. Elçi’nin, bu açıklamadan sonra öldürülmesi oldukça dikkat çekicidir.

Diyarbakır Baro Başkanlığını yürüten Tahir Elçi, Türkiye’ye barışın gelmesi için her zaman halkı itidalli olmaya davet etmiş iyi bir hukukçuydu. Elçi’nin öldürülmesi kime ne kazandırır veya  ne kaybettirir? Bunun cevabını bulabilmek için yakın tarihe bir göz atmak yeterli olacaktır. 5 Temmuz 1991’de evinden kaçırılan ve 7 Temmuz 1991’de Maden yakınlarında cesedi bulunan dönemin Diyarbakır HEP İl Başkanı Vedat Aydın ve 20 Eylül 1992’de Diyarbakır Seyrantepe’de uğradığı silahlı saldırı sonrasında hayatını kaybeden Musa Anter. Vedat Aydın ve Musa Anter cinayetleri, PKK için bir dönüm noktasıydı ve bu cinayetler PKK’nın bölgedeki etkinliği açısından bir milat olmuştu. Her iki cinayette de devletin damarlarına girmiş derin yapıların izlerine rastlanılmasına rağmen, failler bulunamamış; cinayetler faili meşhul kalmıştı. Bu cinayetler üzerinden bölgede etkin bir propaganda faaliyetine koyulan PKK, binlerce elemana kavuşmuş, bölgenin devlet ile bağlarını koparmasının tohumlarını atmıştı.

Yeniden bugüne dönecek olursak, bölgede yaşananlar PKK’nın “hendek” stratejisinin eseridir(!) Hendek stratejisiyle çatışmaları şehir merkezlerine ingirgeyemeyen ve gün geçtikçe halk nezdindeki desteğini kaybeden PKK’ya,  Elçi cinayeti üzerinden nemalanma imkânı verilmemelidir.  Bu saldırının “Çözün Süreci”ni de sonlandıran PKK içerisindeki “derin PKK” tarafından gerçekleştirilmiş olması muhtemeldir.

PKK, “Elçi’yi devlet katletti” propagandası üzerinden protesto yürüyüşleri düzenletmek isteyebilir. Nitekim, PKK yandaşları tarafından yurt dışında bu maksatlı protesto eylemleri düzenlenmektedir. Dolayısıyla, cinayetinin tüm yönleriyle aydınlatılarak kamuoyuna açıklanması elzemdir.

Vedat Aydın ve Musa Anter’in öldürülmeleri, kime-kimlere fayda sağlamışsa, Tahir Elçi'nin öldürülmesi de aynı kan emici odaklara fayda sağlama amaçlıdır. Hedef, bu ülkenin birlik ve beraberliğine halel getirmektir. Siyasi parti temsilcileri başta olmak üzere, herkesin sorumlu davranarak, dikkati ve sağduyu elden bırakmaması gerekmektedir.