31 Temmuz 2015 Cuma

PKK’nın Dönüşümü ve Kürtler!...

“Marksist-Leninist” temel üzere kurulmuş olan PKK, doksanlı yıllarda Kürtlerin hayatında dinin (İslam’ın) etkisini görmeye başlamış, bu yöndeki politikalarında değişime yönelik çalışmalar yapmaya başlamıştır.

Öcalan, dinin, insanın var olduğu ilk dönemlerde anlam bulamadığı doğa güçlerine karşı zayıflığı dolayısıyla tanrılar yaratarak, korkularından, zayıflıklarından kurtulmak çabasının sonucu olarak ortaya çıktığını ve tek tanrılı dinlerin toplum içinde egemen sınıf, aşiret ya da hanedanın menfaatlerine hizmet ettiğini savunan sosyalist söylemini korumuş olsa da; dinin Kürt toplumu üzerindeki etkisinin farkına varmıştır.
             
Öcalan'ın dine bakışındaki değişimi, PKK’nın kullandığı dil ve beraberinde uygulamalara da yansımıştır. PKK, bu değişimle kimi zaman dinî bir söylem kullanmak zorunda kalmış, çoğunluğu sağa meyilli olan dindar Kürtlere yönelik propagandalarında Türk sağı ile olan anlaşmazlıkları dile getirmiştir. İslam ile Kürt ulusal kimliğinin çelişmediğini, Kürtlerin çoğunluğunun Şafii mezhebine bağlı olması hasebiyle; Şafii mezhebinin Hanefi mezhebine üstün olduğunu iddia etmiştir.

Öcalan’daki bu değişime paralel olarak PKK da, Federasyona Civaka Îslamiya Kurdîstan (CİK)  Kürdistan İslam Toplumu Federasyonu isimli bir yapılanmaya giderek, Ramazan ayı ile birlikte kutsal gün ve gecelerde bünyesindeki ‘meleleri’ aracılığıyla Roj TV’de programlar düzenlemiş, Cudi ve benzeri yayınlarında da kimi ayet ve hadisleri delil göstererek, tabanını genişletmeye çalışmıştır. Öcalan’ın talimatıyla 13.05.2007 tarihinde bölgedeki dindar Kürt tabanının AK Parti’ye kaymasını engellemek amacıyla, Din Adamları Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği kurulmuştur.

Bölgenin hassasiyetlerini iyi bilen Öcalan, 04. 09 2009 tarihli avukat görüşme notlarında: “Urfa’da dinler araştırması yapılabilir. Bu konuda çalışmalar yürütülebilir. Hatta bir önerim var; bize yakın olanlar Diyarbakır’da İslami Kültür Derneği kurabilirler. Burada İslamiyet’e ilişkin çalışmalar yapılır. Dini yanlış anlıyorlar, dini namaz kılmak, oruç tutmaktan ibaret sayıyorlar. Dinin bir ideolojisi vardır, bunu anlamak, tartışmak gerekir.” talimatını vermiştir.

15 Nisan 2011 tarihli bir diğer avukat görüşme notlarında ise Öcalan, devam eden ‘sivil itaatsizlik’ ve ‘sivil cuma namazları’ hakkında:  “Sivil cuma namazlarına ilişkin de şunları belirtmek istiyorum; Bu sivil itaatsizlik eylemlerini destekliyorum ve onları selamlıyorum. Gerçek İslam işte budur. Bu Medine İslamı’dır. İktidara bulaşmamış Hz. Muhammed'in İslam’ı budur. Ben de ilkokuldan itibaren Cuma namazlarına gittiğimi iyi biliyorum. İslam'la Selam kelimesinin kökeni aynıdır, barış, huzur, esenlik demektir. Bu sivil cuma namazlarına katılan bütün halkımızı selamlıyorum. Onların, barışı, selam'ı yani İslam'ın da gerçek anlamı olan barışı esenliği getirme yolundaki namazlarının kabulünü diliyorum.” değerlendirmesinde bulunmuştur. Bu talimatların gereği olarak KCK İnanç Komitesi de 8 Nisan 2011’de  yaptığı bir açıklamayla “Bundan sonra Kürt halkının cuma namazlarını bu çadırlarda kılması” gerektiğini belirtmiştir.

Yaşanan bu gelişmelere paralel olarak Demokratik Toplum Kongresi (DTK) bünyesinde 6-7 Şubat 2010 tarihinde Mardin'de bir ‘inanç çalıştayı’ düzenlenmiştir.

Bölgedeki sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları Türkiye’nin diğer bölgelerine göre daha hareketlidir. Bu çalışmalardaki kilit kesim Kürt ve İslamî hassasiyetleri yüksek olan kesimlerdir. Bölgedeki nüfusun büyük bir kesiminin 30 yaş altında olması, sivil toplum kuruluşlarının dinamizmini arttırmaktadır. Dindar kesim bölgede Kürt sorununa hep mesafeli dururken,  son yıllarda ise bu sorunun içerisinde olduklarını görüyoruz. 

Öcalan, 2013 Nevrozuna gönderdiği mesajında, “Zaman ihtilafın, çatışmanın, birbirlerini horlamanın değil, ittifakın, birlikteliğin, kucaklaşma ve helalleşmenin zamanıdır. Çanakkale’de omuz omuza şehit düşen Türkler ve Kürtler; Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yapmışlar, 1920 meclisini birlikte açmışlardır. Ortak geçmişimizin önümüze koyduğu gerçek; ortak geleceğimizi de birlikte kurmamız gerektiğidir. TBMM’nin kuruluşundaki ruh, bugün de yeni dönemi aydınlatmaktadır… Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in mesajlarındaki hakikatler, bugün yeni müjdelerle hayata geçiyor, insanoğlu kaybettiklerini geri kazanmaya çalışıyor.” diyerek, farklı bir Öcalan profili çizmiş ve bölgedeki inançlı-dindar Kürtleri etkilemeyi başarmıştır.

Benzer açıklamalarına devam eden Öcalan,  2013 yılı Kurban Bayramı için gönderdiği mesajda; “Bu kongre çalışmalarında Alevisi, Sünnisi ile tüm halkımızın derinlikli tartışmalar yürütmesi, kongrenin anlamlı kararlaşmalarla ve kurumsallaşmalarla sonuçlanması son derece önemlidir. Hz. Muhammet'in Medine şura çalışmaları örnek alınarak Şeyh Sait gibi tarihi kişiliklerin ruhuna uygun olarak bu çalışmaların yapılması önemlidir. Bu temelde tüm halkımızın Kurban Bayramını bir kez daha kutluyorum”  ifadesiyle tavan yapan dinî içerikli söylemler, BDP’nin de politikalarında yeni arayışlara girmesine ve dinî içerikli argümanlar kullanmasında etkili olmuştur.

Öcalan'ın dine bakışındaki değişim, BDP’nin geldiği gelenekteki siyasi partilerin kullandığı dil ve beraberindeki uygulamalara da yansımıştır. (30 Mart 2014 yerel seçim çalışmaları döneminde Adana ve Mersin mitinglerinde Mersin Din Adamları Derneği (MEMİDER) temsilcilerinin -sarıklı ve sakallı mollalar- katılmasını bu uygulamaların bir sonucu olarak değerlendirebiliriz. http://www.inovatifhaber.com/haber/bdp-mersin-es-baskan-adaylarini-tanitti-8259.html) BDP, bu değişimle kimi zaman dinî bir söylem kullanmak zorunda kalmış, İslam ile Kürt ulusal kimliğinin çelişmediğini iddia etmiştir.

O dönemde BDP’nin seçim çalışmalarında etkili olan, 17 ve 25 Aralık operasyonlarına da atıfta bulunan bir başka söylem ise Van-Edremit Belediye Başkanı seçilen Sevil Rojbin Çetin gibi BDP’li birçok siyasetçinin, AK Parti’nin “Kürt halkını sömürmek için kullandıkları en büyük argümanları olan sahte dindarlık kisvesi gün yüzüne çıkmıştır. Din iman diyerek bir taraftan halkı kandıranlar diğer taraftan imanlarını ayakkabı kutularına doldurarak bu halkın kaderiyle oynadılar.” propagandası ile bölge insanının tercihini BDP ve HDP’den yana kullanmalarında etkili olmuştur.

Yine Öcalan’ın çağrısıyla 10-11 Mayıs 2014 tarihleri arasında Diyarbakır’da gerçekleştirilen, yurt içi ve yurt dışından çok sayıda İslam âlimi, kanaat önderi, akademisyen ve siyasetçinin katılımı ile toplanan Demokratik İslam Kongresi açılışında okunan mesajında Öcalan: “İslami ümmet anlayışı öz itibariyle ulus devletçilikle asla bağdaşmaz… Daha somut olarak genelde tüm canlılara özelde insana özgü topluluklara İslam evrenselliğinin özünde yatan adil ve özgürce yaklaşımları uygulamalıyız. Kul hakkı yememek ve karıncayı ezmemekle dile getirilen budur… Kongrenizin hem İslam’ın evrenselliği hem tekilliği bağlamında gerek İslami Milletler Birliği gerekse bağrındaki çoğulculuğun ifadesi olan her mezhebi tekiller sorununa doğru yaklaşımlar ve uygulama esaslarını gerçekleştireceğine dair inanç ve umudumu ifade etmek isterim… Adil, özgür ve demokratik İslam bu gerçeğin alternatifi olarak, kendini anlamlandırmak ve sürekli bir kurumsallaşmaya tabi kılmak durumundadır. Yeni kurumsallaşmanın adını, örgütlenme esaslarını ve amel biçimlerini derin bir vukuf ve iradeyle oluşturacağınıza dair inancımı belirtmek isterim” diyerek, bugüne kadar PKK’ya mesafeli duran inançlı-dindar Kürt kesiminin sempatisini kazanmıştır.

Tüm bu gelişmelere paralel olarak, “Devlet Kürtlere zulüm etmiştir. Kürtlerin hakkını yemiştir. Kürtler düşmana karşı savaşmaktadır, bu da helaldir” propagandası ile sivil itaatsizlik eylemleri çerçevesinde başlatılan cuma namazı eylemleri, BDP tabanı ve bölge insanı üzerinde çok etkili olmuştur. BDP, 2014 yerel seçimlerinden önce sivil itaatsizlik eylemleri çerçevesinde başlattığı “sivil cuma namazı” eylemleri ile bölgede kendilerine yönelik olumsuz algıyı değiştirmeyi başarmıştır.

10 Ağustos 2014 tarihindeki Cumhurbaşkanlığı seçiminde, HDP’nin adayı olan Selahattin Demirtaş’ın, seçim çalışmaları süresince kullandığı dil ve vermiş olduğu ılımlı mesajlar sadece inançlı-dindar Kürtlerin değil, Türkiye’deki birçok kesimin takdirini kazandı.

7 Haziran seçimi öncesi Türkiye’nin gündemini işgal eden “Diyanet” polemiği tartışmaları da beklentilerin aksine, geçmiş dönemlerde AK Parti’ye oy vermiş inançlı-dindar Kürtlerin tercihlerini HDP’den yana kullanmalarında etkili oldu. Yıllarca "etnisiteye" dayalı uygulanan politikalar, bölgede karşıt bir Kürt kimliğinin oluşmasına neden oldu. Bu kesim için artık “İslamî” kimlik değil,  “Kürt” kimliği ön plandadır.

Ve bugün gelinen nokta: Şehir merkezlerinde evlerinde, eşlerinin yanı başında PKK tarafından şehit edilen güvenlik görevlileri ve bu cinayetlere sessiz kalan inançlı-dindar Kürtler ile sözüm ona sivil siyasetin temsilcileri olan HDP’li milletvekilleri.

HDP milletvekili aday listeleri Kandil onaylı olduğu için, HDP'li vekiller; KCK'ya olan diyet borçlarını, PKK terörüne sessiz kalmakla gösteriyorlar. İnançlı-dindar Kürtlerin, HDP’li milletvekillerinin Şengal’deki, Kobani’deki, Suruç’taki IŞİD vahşetine gösterdikleri haklı tepkiyi, (özellikle her fırsatta İslami gelenekten geldiklerini ifade eden Altan Tan, Kadri Yıldırım, Ayhan Bilgen, Hüda Kaya, Seher Akçınar Bayar)  son günlerde yoğunlaşan PKK terörüne de göstermelerini bekliyoruz.

Unutmayın! Bir ülkeye barış ve huzur, o ülke insanların her türlü terör ve şiddet olaylarına karşı duruşuyla gelebilir. 

28 Temmuz 2015 Salı

HDP Bir Tercih Yapmak Zorunda...

2012’nin son aylarında devlet tarafından Öcalan ile başlatılan, ilk dönemlerde “İmralı Süreci” sonraki dönemlerde “Çözüm Süreci” olarak adlandırılan ve Türkiye toplumunun büyük bir çoğunluğu tarafından desteklenen süreç, IŞİD’in Suruç’taki bombalı saldırısına misilleme olarak, Ceylanpınar’da iki polisin uykudayken şehit edilmesinin HPG tarafından üstlenilmesi ile yeni bir evreye girmiş oldu.

Hatırlanacağı üzere, İmralı ile görüşmeler başlandığı andan itibaren, süreci sekteye uğratmaya ve engellemeye yönelik çok sayıda provokasyon girişimleri olmuştu. Zorlu bir süreç olacağı belli olan, inişli çıkışlı aşamalardan geçen “Çözüm Süreci”nde, Kürtler önemli kazanımlar elde ettiler.

Bu iki yıllık süre zarfı içerisinde HDP’nin (BDP) bir türlü inisiyatif belirleyememiş olması Kandil’i cesaretlendirmiş ve bu süreçte sadece HDP’yi değil Öcalan’ı da devre dışı bırakmaya çalışmıştır. (Daha geniş bilgi için http://mehmetmemdoglu.blogspot.com.tr/2014/10/ocalanin-sarsilan-otoritesi.html?spref=tw) Kandil, Orta Doğu’daki IŞİD virüsünün vahşetinden sonra, IŞİD’e karşı verdiği mücadele nedeniyle Batı nezdinde elde ettiği prestiji Türkiye’ye karşı kullanmaya çalıştı. Bununla da yetinmeyerek, en küçük bir olayda Türkiye’yi suçlayarak “Çözüm Süreci’ni sonlandırmakla tehdit etti.

Son üç yıldaki Nevruz mesajlarında PKK’ya “Silahlar sussun, fikirler konuşsun... barış savaştan daha zordur ama her savaşın da mutlaka bir barışı vardır... Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi sonlandırma kongresi toplansın...” çağrıları yapan Öcalan’a rağmen, elinde silahı bir güç ve tehdit unsuru olarak bulundurmaya devam eden bir PKK var olduğu sürece, “Dolmabahçe Deklarasyonu”nun bir hükmü olur muydu?

 “Çözüm Süreci”nin devam ettiği dönemlerde, KCK’nın hem kırsal için eleman temin ettiği, hem de yerleşim yerlerindeki cephe faaliyetlerine hız verdiği anlaşılmaktadır. HPG-Basın ve İrtibat Merkezi (BİM)’in, Şanlıurfa Ceylanpınar’da şehit edilen iki polisin kendilerine mensup “fedai timi” tarafından gerçekleştirildiği açıklaması. Yine, Diyarbakır’da kaza ihbarında giden trafik polislerinin şehit edilmesi ve Muş Malazgirt’de eşi ve çocuğunun da bulunduğu araçta Malazgirt İlçe Jandarma Komutanı Binbaşı Arslan Kulaksız’ın şehit edilmesi,  bunun açık kanıtıdır.

Bugünkü şartlarda, IŞİD Türkiye için ne kadar tehditse, her fırsatta “Türkiye’yi savaş alanına çevireceğiz” diyen PKK da o kadar tehdittir. KCK Yürütme Konseyi Duran Kalkan’ın “Halk bizden intikam bekliyor, elbette intikam alacağız. En büyük intikam zaferdir, Kürdistan’ın özgürlüğüdür”  ifadesi, PKK tehdidinin delilidir.

Çatışma ve şiddet üzerinden ne Kürt sorununu, ne de PKK şiddetinden kaynaklı terör sorununu çözemezsiniz (35 yıllık silahlı çatışma dönemi buna örnektir). Elinde silah, Türkiye’ye yönelik terör eylemlerini sürdüren PKK’nın varlığı ile de kalıcı bir  “çözüm” elde edemezsiniz.

PKK, her fırsatta “Türkiye partisi olacağız, Türkiyelileşeceğiz” diyen HDP’nin önündeki en büyük engeldir. (TBMM Başkanlık Divanı üyelerinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yaptığı ziyarete HDP’li divan üyelerinin katılmaması, HDP’nin bugünkü tercihinin sivil siyaset olmayacağının bir göstergesidir.)

HDP, Türkiye partisi olma iddiası noktasında eğer samimi olmuş olsaydı, Kandil’e (silaha) karşı net bir tavır alırdı/almalıydı. HDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Kandil ile anlaşamadığımız noktalar var” (http://www.ilkehaber.com/haber/demirtas-kandil-ile-anlasmadigimiz-noktalar-var-33183.htm)  açıklaması, HDP’nin Kandil çizgisinde siyaset yaptığının itirafıdır.

HDP, seçim barajını geçmek için “Çözüm Süreci”ni günlük siyasi çıkarlarına kurban etti.

HDP, Kandil’in kendilerini PKK’nın siyasi alternatifi ve uzantısı olarak göstermesine engel olamadı.

Çatışma, kan, acı ve gözyaşı üzerinden siyasi menfaat hesapları yapmak da bir nevi terördür, terörizmdir.

Savaş demek, kan ve gözyaşı demektir, ölüm demektir. Ölümler üzerinden siyaset üretmek, politika belirlemek fırsatçılıktır, acizliktir, zayıflıktır, alçaklıktır.

Hak arama yolları demokratik ve adil yöntemler olmalıdır. Silah ile hak aramanın hiç bir haklı yanı olamaz. Türkiye’deki Kürtler demokratik kazanımlarının çoğunu çatışmaların yaşanmadığı “Çözüm Süreci” döneminde (2013-2015) elde etmişlerdir.

HDP’nin bir karar vermesi gerekiyor (!)

Ya kendi iradeleri doğrultusunda sivil siyaset,  ya da eli silahlı Kandil’in gölgesinde siyaset. Yok, eğer silahın gölgesinde siyaset yapmayı tercih ederlerse, Türkiyelileşemeyecekleri gibi; siyaseten de kendi sonlarını hazırlamış olacaklardır.

21 Temmuz 2015 Salı

Terörün Kanlı Yüzü!...

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti teşkilatlarına “Seçime hazırlıklı olun” talimatıyla birlikte, Türkiye gündemini ilk sırasına yeni hükümet kurma arayışları değil, olası muhtemel bir erken seçim meşgul etmeye başlamışken Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde sivilleri hedef alan bombalı saldırıyla, yıllardır yüz yüze kaldığımız terörün acı ve kanlı yüzüyle maalesef bir kez daha yüzleştik. Suruç’taki menfur saldırıda 31 vatandaşımız öldü 100’den fazla vatandaşımız da yaralandı.

Terör, etki alanı geniş olan ve insanlığı tehdit eden uluslararası bir sorundur. Terörün ne dini, ne de kimliği vardır. Terör her yerde terördür. Bu vesile ile Suruç’ta sivillere yönelik düzenlenen bombalı saldırıyı kınıyor ve lanetliyorum.  Bu saldırı ile Türkiye, Orta Doğu’daki savaş ortamına sürüklenmek isteniyor.

9 Temmuz 2015 tarihli, "Erken Seçim Gerekli mi?" başlıklı yazımızda, "Türkiye’nin “Yeni anayasa, Çözüm Süreci, Suriye ve Orta Doğu, AB ile ilişkiler ve ekonomik istikrar gibi çözüm gerektiren sorunları varken... yakın zamanda yapılacak bir erken seçim lüksü yoktur…" derken, bu ve benzeri olaylara dikkat çekmeye çalışmıştık.

19 Temmuz 2015 günü, Fırat Haber Ajansı ANF’ye verdiği demeçte: "Halkımız meşru savunma örgütlenmesini ve bilincini de geliştirmeli. Bu sadece askeri güçlerin büyütülmesi temelinde değil, halk olarak meşru savunmasını geliştirmeli. Tüm halkımız silah almalı, bu temelde kendini eğitmeli ve örgütlemeli..." diyen KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın açıklamasından bir gün sonra PKK, Adıyaman Kömür beldesi Kurk ve Derinsu mevkilerinde arama tarama faaliyeti yapan güvenlik güçlerine yönelik düzenlediği silahlı saldırıda bir askeri şehit etmiş, iki askeri de yaralamıştır. “Barış” kelimesini ağızlarından düşürmeyen, “Halkımız meşru savunma örgütlenmesini ve bilincini geliştirmeli” diyen Cemil Bayık’ın düşünce yapısı ile bu ülkeye “çözüm” gelmez.

Suruç’ta meydana gelen patlamadan hemen sonra, Orta Doğu’da emperyal güçlerin taşeronluğunu yapan KCK, “Bu katliamdan birinci derecede IŞİD'i destekleyip büyüten AKP Hükümeti sorumludur. Bu gençlerin katili doğrudan AKP hükümetidir. AKP'nin Kürt düşmanlığı temelinde IŞİD’le kurduğu ilişkiler ve ittifak bu katliamı ortaya çıkarmıştır” diyerek, her zaman yaptığı gibi kolaycılığa kaçmış,  Türkiye’ye yönelik düşmanlığını bir kez daha tescil ettirmiştir.

Bir hafta önce katıldığı bir televizyon programında “PKK silah bırakmalıdır” diyen  HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş, Suruç’taki patlamaya ilişkin yapmış olduğu yazılı açıklamada, “Halkımız, siyasi kurumlarımız, sivil toplum örgütleri, belediyeler, meslek örgütleri gibi bütün toplumsal yapılar kendi güvenlik tedbirlerini de geliştirmelidir. Parti binalarımıza giriş çıkışlar, toplu eylem ve etkinliklerin yapıldığı yerler mutlaka özel olarak güvenliği sağlanan yerler haline getirilmelidir”  akıllara ziyan sözleriyle, provokasyonlara zemin hazırlamıştır. Nitekim 20 Temmuz gecesi, başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin birçok yerinde polis noktalarına yönelik saldırılar düzenlenmiştir.

IŞİD, Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmek isteyen Batı’nın bir projesidir. Batı’nın Orta Doğu’da PKK ile kurduğu stratejik ortaklık da bu projenin devamı olan bir projedir. Türkiye Orta Doğu’daki ateş çemberine çekilmek istenmektedir.

Ortada bir facia varken, kan ile beslenen kimi çevreler, acı üzerinden siyasi kazanç elde etmeye çalışıyorlar. Suruç'ta yaşanan bu acı üzerinden siyasi hesap gütmek namertliktir, alçaklıktır. Bu nasıl bir halet-i ruhaniyedir ki ortak acılarımız bile "ötekileştirilmeye" çalışılıyor, yazık, çok yazık...

Suruç’taki bu elim olay, 11 Mayıs 2013’te Reyhanlı’da meydana gelen ve 52 vatandaşımız ölümüne, 146 vatandaşımızın yaralanmasına neden olan patlamalar öncesindeki istihbarat zafiyetini bir kez daha açığa çıkarmıştır.

Suruç'taki olay partiler üstü bir vakıadır. Provokasyonlara mahal vermemek adına, TBMM'de temsil edilen siyasi partiler, vakit kaybetmeden bir an önce ortak bir kınama metni yayınlamalıdır.

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Masal!...

Sözcüklerim yetmiyor uzaklara…
Her biri, binlerce kilometre mesafeye kanat çırpan kuşların kanatlarında seyr-i âlemi aşan kelimelerimin varabileceği son nokta,
Saçlarının tek telinden ibaret...

Kâinatın, mozaik edasıyla neşrettiği tüm ahengi, bir dalgıç misali gün yüzüne çıkarmanın haklı gururunu yaşarken sıfatlarım,
Seni görünce, gerisin geriye atıyor adımlarını.
Gülümsemenin peşi sıra, küçülüp, nokta halini alan bir çift ışık huzmesinin üzerinde oluşturacağı tahribatı biliyor çünkü?

Seni anlatabilmek gibi ağır bir yolu arşınlayıp, vuslata ereceği iddiasını savururken etrafına,
Yirmi dokuz harfin oluşturabileceği tüm kombinasyonların adının ilk harfine kâfi geldiğini fark edince,
Birer birer düşüyor süngüler; ağır yenilgiler alarak…

İçerisinde, herhangi bir yerinde, bir mısrada, bir harfte…
Noktada bile olsa, seni tarif edebilme avuntusu, kendini imkânsızlığın tesellisinde buluyor her seferinde.

Var olduğun düşüncesi,
Yokluğunun kıyametinde eridi eriyeli sükûtun gölgesinde tazeliyor sabahlar...
O gölgelik ki doğan günün hükümsüzlüğünde geçirilen saatler boyu,
Boylu boyunca uzanan kumsal…
Ve sen!
Gerçeği binlercesine kâfi gelen bir masal!

Masal!…

Memdoğlu...


13 Temmuz 2015 Pazartesi

HDP’nin Yükselişinde Gezi’nin Etkisi!...

27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan Taksim-Gezi olayları Türkiye için bir milattı. O gün Gezi’de başlayan Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı 7 Haziran seçiminde (Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim meydanlarına inmesiyle ki bence yanlış bir tercihti) doruk noktaya ulaştı.

Devlet, Gezi olaylarını maalesef doğru okuyamadı. Evet, Taksim-Gezi olaylarının bir provokasyon olduğu tartışma götürmez bir hakikattir. Yapılmak istenen şey Taksim’i yayalaştırma çalışmalarıydı ama birinci derecede sorumlu ve yetkili olanlar, yapmak istediklerini halka doğru olarak anlatamamış, bunu fırsat olarak gören “Erdoğan ve AK Parti karşıtları” (uluslararası derin güçler, iktidardan rahatsız olan sağcı, solcu, muhafazakâr, milliyetçi, ulusalcı, vb. marjinal gruplar) Taksim Meydanı’nda bir araya gelmişlerdi.

Türk bayrakları yerine Atatürk resimleri, Öcalan posterleri, PKK bayrakları, yasadışı terör örgüt flamaları ile “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganlarıyla protestolara katılan ve kimi çevrelerce “Gezi ruhu” olarak adlandırılan kitlenin büyük çoğunluğunun 7 Haziran’da HDP’ye oy verdiğini düşünüyorum. Tek ortak noktaları “Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı” olan,  HDP’li yetkililerin “emanet oylar” diye nitelendirdiği  “Gezi ruhu” ile HDP arasındaki doku uyuşmazlığı çok yakında gün yüzüne çıkacaktır.

O dönem, Öcalan’ın, “Direnişi anlamlı buluyorum ve selamlıyorum... Ancak hiç kimse ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevrelere de kendini kullandırmamalı” mesajıyla Gezicilere mesafeli yaklaşan Selahattin Demirtaş, 6-7-8 Ekim Kobani’yi protesto eylemlerindeki sorumluluğuyla “Gezi güruhu”nun takdirini kazanmıştı.

HDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın 7 Haziran seçimi öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ithafen“Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı ve diğer Eşgenel Başkanı Figen Yüksekdağ’ın, Türkiye’nin Batı illerindeki mitinglerinde “7 Haziran seçimi, Gezi’de yarım bıraktığımız işi tamamlama olacak” sözü, Gezi eylemlerine katılan çevrelerin oluşturduğu BHH’yi (Birleşik Haziran Hareketi) cesaretlendirmiş, bu cenahın oylarını HDP’ye vermesiyle sonuçlanmış ve HDP’nin Meclis’e girmesinde önemli rol oynamıştır.

Gezi güruhunun Erdoğan ve AK Parti karşıtlığını anlaşılabilir bulsam da HDP’ye oy vermiş dindar Kürt kesimin AK Parti karşıtlığına bir anlam veremiyorum. Cumhuriyet Türkiyesi’nin Kürtler açısından en şeffaf iktidarı olan ve birçok demokratik kazanımlarını bu iktidar dönemlerinde elde eden dindar Kürtlerin AK Parti’ye kırmızı kart göstermesini tarih not edecektir.

7 Haziran seçiminde bölgedeki dindar Kürtlerin büyük bir çoğunluğu “Çatışmalar başlamasın, bölgedeki huzur ortamı devem etsin” düşüncesiyle HDP’ye oy verdiler. KCK’nın “ataşkesi sonlandırdık” açıklaması, öncelikle bu seçimde HDP’ye oy vermiş dindar Kürtler üzerinde hayal kırıklığı yaşatacaktır.

Gezi ve sonrasında meydana gelen olaylar, hassas ve kırılgan bir yapıya sahip olan Türkiye’nin toplumsal ve sosyal fay hatlarını yerinden oynatmaya yetmiş, 7 Haziran seçimleri ise toplumsal ayrışmayı daha da derinleştirmiştir.

Bu ayrışmanın sonucu, kurulması düşünülen AK Parti-CHP, AK Parti-MHP koalisyon hükümet formüllerinde gizlidir. AK Parti, CHP ve MHP’nin; HDP’li bir koalisyon seçeneğini telaffuz etmemeleri ve HDP’li bir koalisyonun içerisinde olmayacaklarını açıklamaları, toplumdaki ayrışmanın ve kutuplaşmanın derinliğini göstermektedir. Türkiyelileşme iddiasındaki HDP’li siyasetçiler, toplumun büyük bir kesiminin neden HDP’li bir koalisyon seçeneğine hazır olmadığını anlayışla karşılamalı, toplumun çekincelerini ortadan kaldıracak yeni bir siyasi dil oluşturmalıdırlar.

Elbette silahlı bir PKK ile arasına mesafe koy(a)mamış, toplumun büyük kesiminin çekincelerini ve korkularını giderememiş bir HDP, Meclis’teki diğer partilerin koalisyon seçenekleri arasında yer almayacaktır.

Taksim-Gezi olaylarında Kürtleri sokağa indiremeyen toplum mühendisleri, 7 Haziran seçiminde “Gezi ruhu” olarak adlandırılan kesim ile “Erdoğan ve AK Parti karşıtı” inançlı Kürtleri HDP’de buluşturmayı başarmışlardır.

Salt Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı nedeniyle geçici körlük yaşayan, hergün HDP ve Kandil’e güzellemeler dizen Kemalist, ulusalcı, liberal, paralelci yazar ve çizerlerin; KCK’nın “Ateşkesi sonlandırdık” açıklamasından sonra da devam eden baraj inşaatlarını durdurmadığı ve çatışmasızlık ortamının sona ermesine neden olduğu gerekçesiyle devleti suçlamaya devam edeceklerini düşünüyorum.

 Her fırsatta devleti suçlayan kesimler!

Kaçak elektrik kullanan, elektrik borcunu ödemeyen, elektriği kesilince yolu işgal eden, “barajlar hedefimizdir, ateşkes sona ermiştir" diyen KCK'ya da söyleyecek bir sözünüz olsun. 

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Kadir Gecesi...

“Maddi ve manevi pek çok hikmet ve rahmeti, bereket ve mağfireti bünyesinde barındıran Ramazan ayında yer alan, Yüce Yaratan’ın insanlığa kurtuluş çağrısı olan Kur’an’ın indirilmeye başlandığı, esenlik ve güvenliğin her tarafa yayıldığı, sema kapılarının açıldığı, dua ve tövbelerin kabul edildiği kutlu gece… Leyle-i Kadir…Kadrü kıymet bilme, Rabbimizin bizlere sunduğu sayısız nimetlerin farkında olma zamanı…

‘Gerçek biz onu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin (o büyük fazl-u şerefini) sana bildiren nedir? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Onda melekler ve Rûh, Rablerinin izni ile, herbir iş için iner de iner. O (gece) tan yeri ağarıncaya kadar bir selamdır’. (Kadir, 97/1-5)

Peygamber Efendimiz ‘Faziletine inanarak ve sevabını da yalnız Allah’tan umarak Kadir gecesini güzel amellerle geçirenlerin geçmiş günahlarının bağışlanacağı’ (Buhârî, İman, 25, 27, 28; Müslim, Müsafi rîn, 173-176) müjdesini vermekte ve bu gecede ‘Allah’ım sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affeyle’ (Tirmizi, Deavat, 84; İbn Mâce, Dua, 5)diyerek dua etmemizi tavsiye etmekte”… (1)

“Kadir gecesinin bazı alâmetlerinden söz edilmiştir. O gecenin sabahında güneşin parıltısız olarak, yani çevresinde ışık hüzmeleri görünmeden ve gözü rahatsız etmeden dolunay gibi doğup yükselmesi, o gece havanın  nisbeten ılıman olması gibi. Ayrıca, karanlık yerlerden dahi nurlar parladığını fark etmek, o gece yapılan duaların kabul olduğuna şahit olmak gibi haller de bu belirtilere dâhil edilmiştir.

Bu gecenin özel alâmetlerini fark etmek, elbette herkes için mümkün değildir. Ancak ilâhi lütuf ve manevi keşifle bir şeyler görülüp sezilebilir. Bununla beraber, o gece olağanüstü şeyler görüp ibadetten uzak kalmaktansa, hiçbir şey görmediği halde dua ve ibadet halinde olmak elbette daha iyidir.

Kadir gecesini iyilik ve ibadetle ihya ederek araştırmak müstehap olduğu gibi, o geceyi zamanında fark eden kimsenin bu müşahedesini fazla açığa vurmadan gizlemesi, Allah’a şükür ve duada bulunması da müstehaptır. Kadir gecesini takip eden gündüz de, cuma gecesi ve gününde olduğu gibi hayır ve ihya bakımından o geceye dahil sayılır.

Bu geceyi ihya etmekten maksat, bir saat dahi olsa gecenin bir kısmının ibadetle, canlı ve uyanık geçirilmesidir. Kur’an ve hadis okuma, dua ve tövbe, tesbihat ve salâvat, dini sohbetler, gece namazı ve kaza namazları başta olmak üzere, Allah rızası için daha başka iyilik ve güzelliklerle, bu mübarek geceden mümkün mertebe faydalanmaya çalışmalıdır. Bu gece, duaların pek makbul olduğu bir gecedir.

Kadir gecesi ümidi ve niyetiyle geceyi ihya eden, o geceye denk gelmese bile elbette bol sevaba kavuşur. Bu geceye mahsus, özel bir namaz ve ibadet şekli yoktur. Kadir gecesi namazı olarak, yatsıdan sonra bir nafile namaz kılınması öteden beri hoş görülmüş bir adet ise de, güvenilir kaynaklarda bu konuda bilgi mevcut değildir. Öyleyse herkes istediği gibi nafile namaz kılabilir. Kaza namazı borcu olanın ise, bolca kaza namazı kılması daha uygundur. Ramazanın son on gecesi, kadir gecesine rastlama ümidiyle ayrı bir öneme sahiptir ve ibadetlerle ihyası müstehaptır.

Kadir gecesi, akşam ve yatsı namazlarını cemaatle kılmakla veya yatsı ve teravihin kılınmasıyla kısmen ihya edilmiş olur. Yatsı ve sabah namazının cemaatle kılınması da böyledir. Tabii ki gecenin çoğunu veya tamamını ibadetle ihya etmek çok daha güzeldir.

Hanımların namazları vaktinde kılıp, gecenin diğer amel ve adabını kollamakla; namaz kılma imkanı olmayan mazeretli kimselerin de ibadet niyetiyle dini eserler okuma, dinleme, tefekkür, dua, zikir ve tövbe gibi hallerle gecenin hakkını verip, hissedar olmaları mümkündür.”(2)

Cenab-ı Allah bu mübarek gecenizi ve her gecenizi Rahim ve Cemal sıfatlarının tecellileriyle güzel eylesin…

9 Temmuz 2015 Perşembe

Erken Seçim Gerekli mi?...

Maalesef Türkiye’de her şey siyasallaşmış/siyasallaştırılmış vaziyette. İşçinin ve emekçinin hakkını savunması gereken sendikalar, siyasi partilerin arka bahçelerine dönüşmüş. Halkı doğru bilgilendirme görevi bulunan medya kuruluşları, tarafgirlikte futbol seyircisine şapka çıkartacak seviyeye ulaşmış. Ülkenin nabzını yoklamak için kurulmuş olan araştırma şirketleri,  siyasi partilerin birer şubesi haline dönüşmüş…

Seçimin üzerinden bir ay geçti. TBMM Başkanı’nın seçilmesinin ardından, Meclis yönetiminin de oluşmasıyla birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hükümet kurması için -teamüller gereği- Başbakan Ahmet Davutoğlu’na yeni hükümet kurma görevi vermesi bekleniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hükümetin şekillenmesinde de etkin rol oynayacağını tahmin ediliyor. Sayın Erdoğan’ın kuruluşunda aktif rol alacağı bir koalisyon hükümeti, uzun ömürlü olmayacaktır. Kimi çevrelerin “Cumhurbaşkanı Erdoğan süreci yavaşlatmaya çalışarak erken seçim zemini hazırlıyor” iddialarını gerçekçi bulmuyorum. Sayın Erdoğan erken bir seçimin risklerini de okuyabilecek,  görebilecek bir siyasetçi ve devlet adamıdır.

AK Parti’li birçok siyasetçinin, Türkiye’de bugüne kadar kurulmuş koalisyon hükümetlerinden sonra, koalisyon ortaklarının tek başına iktidar olamadıklarının farkında ve bilincinde olduklarından, koalisyon yerine; erken seçim ihtimaline sıcak baktıkları iddia ediliyor. Temennimiz 45 günlük yasal süre içerisinde yeni hükümetin kurulması yönünde. Şayet bu süre zarfı içerisinde hükümet kurulamadığı takdirde anayasa gereği 90 gün sonra Türkiye yeniden sandık başına gitmek zorunda kalacaktır.

Meclis’te hükümet oluşturulamayacak bir tablo görünmüyor ama AK Parti’siz bir hükümetin kurulma ihtimali de bulunmuyor. TBMM Başkanlık seçimi bunun en güzel örneği. Meclis Başkanı seçiminde ittifak edemeyen üç muhalefet partisinin, AK Parti’siz bir hükümet formülünde ittifak edebilecekleri ise ihtimal dışı. Mevcut şekliyle hükümet çıkaramayan TBMM ise itibar kaybına uğrayacaktır.

Kimi araştırma şirketlerinin “bugün seçim olsa” anketleri,  Türkiye gerçekleriyle bağdaşmıyor. Aynı araştırma şirketlerinin 7 Haziran seçimden önce yaptıkları değerlendirmeler, manipülasyondan öteye gitmemiş, hem kamuoyunu hem de siyasi partileri büyük bir yanılgıya düşürmüştü. Muhtemel bir erken genel seçimde, Türkiye; bugünkü tablodan çok farklı bir tabloyla karşılaşmayacaktır. Kısmi bir oy artışı elde etse de AK Parti’nin tek başına iktidar olabilecek çoğunluğa ulaşacağını sanmıyorum.

Erken seçim ihtimalini devre dışı bıraktığımızda, ortada AK Parti-CHP ya da AK Parti-MHP koalisyon ihtimalleri duruyor. “AK Parti-CHP Koalisyonu mu?” başlıklı yazımızda, “Türkiye’nin öncelikli politikaları göz önünde bulundurulduğunda devlet tecrübesi olan CHP ile kurulacak geniş tabanlı bir koalisyon hükümeti kısa ve orta vadede bir istikrarı da beraberinde getirebilecektir.” demiştik. Bugün de aynı noktadayım. Ve seçimden sonra iç ve dış politikada yaşanan gelişmelere bakıldığında, önümüzdeki sürecin bir AK Parti-CHP koalisyonuyla atlatılmasının Türkiye için doğru bir tercih olacağını gösteriyor.

Seçmen, muhtemel bir erken seçim durumunda, ülkeyi hükümetsiz bıraktıkları için  Meclis’teki mevcut siyasi partilere tavır alarak daha farklı tercihlere yönelebilir. Seçmenin Meclis’teki siyasi partileri cezalandırma adına kullanacağı tercihlerden de tek başına bir iktidarın çıkması mümkün görünmüyor. Hükümetsiz bir Türkiye’de başta siyasi istikrarsızlık olmak üzere, ekonomik istikrarsızlık da baş gösterecektir. 

Bugün Yunanistan’da yaşanan sorunlar siyasi istikrarsızlıkla başladı. Ülkedeki siyasi istikrarsızlık beraberinde ekonomik istikrarsızlığı ve iflası getirdi. Türkiye olarak -1990’lı yıllarda benzer şartlarda yaşadığımızı geriye dönüp hatırlarsak- Yunanistan’dan çıkarmamız gereken çok büyük dersler vardır.

Evet, erken seçim de demokrasinin bir gereğidir. Türkiye’nin “Yeni anayasa, Çözüm Süreci, Suriye ve Orta Doğu, AB ile ilişkiler ve ekonomik istikrar” gibi çözüm gerektiren sorunları varken, siyaset kurumu ve siyasetçilerin hissiyatlarına yenik düşmeden, küskünlük ve alınganlık göstermeden, siyasi kazanç ve menfaat hesaplarını devre dışı bırakarak hareket etmeleri gerekir.

Türkiye’nin, yakın zamanda yapılacak bir erken seçim lüksü yoktur…


6 Temmuz 2015 Pazartesi

“Siyasi Hatıratım”da Sultan Abdulhamit’in Kürtlere Bakışı!

Osmanlı Devleti’nin 34. Padişahı, İslam Âleminin 113. Halifesi olan Sultan Abdülhamit,  22 Eylül 1842 tarihinde doğmuş, 10 Şubat 1918 tarihinde vefat etmiştir.  33 yıl süren padişahlığı döneminde Osmanlı’nın en çok tartışılan padişahlarından biri olmuştur. Sultan Abdülhamit, kimilerine göre “Kızıl Sultan”, kimilerine göre ise “Ulu Hakan”dır. Bir kesime göre devletin “şefkatli yüzü”, diğer kesime göre “baskıcı” ve “istibdatçı”…  

Sultan Abdülhamit, Filistin topraklarının tamamını arazı-i şahane (padişahın şahsi arazisi) ilan ederek, Filistin’de Yahudilere toprak satışını yasaklamış; kendisine bağlı bir orduyu da Filistin’de görevlendirmiştir.  Dönemin şartları göz önünde bulundurulduğunda,  yürüttüğü politikalarla  “dengeli siyasetin” mimarı olarak anılmaktadır.

Dergâh Yayınları tarafından yayınlanan “Sultan Abdülhamit Siyasî Hatıratım” kitabının önsüzünde: Sultan Abdülhamid'in bu hatıratını ilk defa Türk ya­yın hayatına kazandırmakla bahtiyarlık duyuyoruz. He­nüz aydınlığa kavuşmamış olan yakın tarihimizin bazı ihtilâflı noktalarının çözümü için bu eserin yardımcı olaca­ğına inanıyoruz. Böylelikle bu eser,  yakın tarihle ilgilenen araştırmacılara rehberlik edecek ve daha objektif değer­lendirmelere yol açacak bir kaynak eser olacaktır. Hatı­ratı kendi bütünlüğü içinde eksiltme ve kısaltma yapma­dan konularına göre beş bölüme ayırdık. Eserin iyice anla­şılmasına yardımcı olmak amacı ile bu devrin fikrî ve si­yasî olaylarına ait bazı bilgiler vermeyi de gerekli buluyoruz. Ayrıca Abdülhamit hakkında iyi veya kötü bir takım şartlanmalar içinde bocalayan kimselerin düşüncelerinde yeni ufuklar açacağını ümit ediyoruz denilmekte.

“Bavê Kurdan”  (Kürtlerin Babası) olarak da anılan Sultan Abdülhamit Han’ın Kürtlere yönelik iki önemli politikası vardı. Biri “Hamidiye Alayları” diğeri ise “Aşiret Mektepleri” idi.

Kitabın tamamını birkaç kez okumuş biri olarak, Sultan Abdülhamit Han’ın Kürtlere ilişkin fikirlerini özetlemek yerine, tamamını kamuoyu ile paylaşmanın daha uygun olacağını düşündük. İşte “Siyasî Hatıratım”da Sultan Abdülhamit’in gözüyle Kürtler.

“Türk unsurunu kuvvetlendirmeğe dikkat etmeliyiz. Bosna - Her­sek ve Bulgaristan'daki Müslüman halkın çoğalıp arta­nını muntazaman buraya getirip yerleştirmeliyiz. Muhaceret, yalnız millî kudreti artırmakla kalmayacak, aynı zamanda İmparatorluğumuzun iktisadî kudretini de fazlalaştıracaktır. Rumelinde ve bilhassa Anadolu’da Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden evvelde içimizdeki Kürtleri yoğurup kendimize mal etmek şarttır. Türk tahtına çıkmış olan seleflerimin en büyük kusuru,  Slav unsurunu Osmanlılaştırmamış olmalarıdır.” (Siyasi Hatıratım, sahife: 72)

“Anlaşılan, kurtlarla birlikte ulumak gerek! İyi de olsa kötü de olsa, Meclis-i Meb'usan'ı açmak ve Kanun-u Esasî'yi ilân etmek suretiyle, ifa edeceğim vazifenin ehemmiyetine inandığımı göstermeliyim. Kürt alaylarını teşkil ettiğim için, Avrupa gazeteleri acı tenkidlerde bulunuyorlar ve bu teşkilât meydana geldiğinden beri Kürtlerin, Şark vilâyetlerindeki Ermenilere daha vahşice davrandıklarını iddia ediyorlar ve bizim tarafımızdan teşkilâtlandırılan bu Kürtlerin, istiklâllerini ilân etmek için bize karşı isyan edeceklerinden endişe ettiklerini söylüyorlar.

Anlaşılan, gazeteler mevzu arıyorlar, bu sebeple de yalan yanlış duydukları her şeyi yazıyorlar. Muhabirler, Kürdistan’daki vaziyeti, Beyoğlu’nda oturdukları rahat köşelerini terk etmeksizin, ancak Ermenilerin görüş zaviyesine göre mütalâa ediyorlar. Her ne kadar paşalarımızdan bazılarının da ‘Kürt Kazakları’ ile teşkil ettiğimiz alaylara itiraz ettikleri bir hakikat ise de, fikir, Erzurum’daki eski IV’üncü Ordu kumandanı Zeki Paşa’ya ait olduğundan, bu meslektaşlarım kıskanmış olmalarına da delâlet edebilir.

Rusya ile harp vukuunda, disiplinli bir şekilde yetiştirilen bu Kürt alayları, bize çok büyük hizmetlerde bulunabilirler. Ayrıca orduda öğrenecekleri "itaat" fikri, kendileri için de faydalı olacaktır. Zabit unvanı verdiğimiz Kürt ağaları ise yeni mevkileriyle övünecekler ve bir miktar zabt û rabt altına girmeğe gayret edeceklerdir. Çıraklık devirlerini bu şekilde tamamlıyacak olan “Hamidiye Alayları” sonunda kıymetli bir ordu haline geleceklerdir.

Kürt ağalarının bazılarının çocuklarını, İstanbul’a getirip memuriyete yerleştirdiğim için de tenkid edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hıristiyan Ermeniler nazır mevkilerini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmakta ne gibi bir zarar olabilir? Aynı şekilde Bedirhanoğullarını himaye ettiğim ve merkezde muhafaza ettiğim için, bunların memleketin huzurunu bozacakları söylenerek de tenkid ediliyorum. Tabiî herkes istediği gibi düşünmekte serbesttir!

Fakat ben kabul ettiğim Kürt politikasında doğru yolda olduğum kanaatındayım. Vaziyeti mahallinde tetkik eden Zeki Paşa, Kürt kazaklarından alaylar teşkil etmek fikrini ileri sürmek suretiyle en muvafık yolu göstermiştir. Her ele aldığımız mesele tenkid edildiğinden, sonunda tenkid edilmeğe alışmış bulunuyoruz.” (Siyasî Hatıratım, sahife: 73,74, 75)

“Şark eyaletlerimizdeki Ermenilerin, şikâyetlerinde pek çok defa haklı olduklarını inkâra imkân yok ise de, müba­lâğa ettiklerini söylemek de yerinde olur. Ermeniler, hiç de hissetmedikleri bir acı için ağlar gibidirler. Büyük dev­letlerin arkasına gizlenip, en ufak bir sebeple yaygara ko­paran, kadın gibi nazlı ve korkak bir millettir. Kürtler ise tam aksine kuvvetli ve kavgacıdırlar. Çobanlıkla geçinen bu vahşi ve sert adamlar, tarihi bilinmeyecek kadar eski zamanlardan beri bu eyaletlerde yaşamış olduklarından Ermenilere yabancı gözüyle bakarlar. Buralarda Kürtler daima efendi, Ermeniler uşak addedilmiştir.

Bu sebeplerle bizim bu eyaletlerdeki vaziyetimiz çok naziktir. Büyük devletlerin bize teklif ettikleri, Islâhat hareketlerini tatbik etmekteki güçlüğü, temsilcilerinin bil­meleri icap eder. Fakat onlar vaziyeti Avrupalı gözüyle mütalâa etmektedirler. Medeniyet seviyesinin çok aşağı derecelerinde bulunan bir cemaatin ihtiyaçlarını Avrupa­lıların anlayamayacağı aşikârdır. Memleketin ne kadar fu­kara olduğunu, mahsûlde husule gelen en ufak ziyanın aç­lığa sebep olabileceğini bilemezler. Bu halk, gıdasını temin edebildiği zaman biz mesut oluruz. Mektep, mahkeme gibi lüzumlu müesseseler, burada ikinci derecede ehemmiyeti haizdirler.

Görülüyor ki bu iktisadî şartlar altında çabuk terak­ki imkânı yoktur. Bir asırdır devam eden bozukluğu düzeltmek güçtür.

Acaba hududun öbür tarafında yani Rus kısmında vaziyet daha mı iyidir? Bizde olduğu gibi oradaki Ermeniler arasında da kaynaşma mevcut mudur?” (Siyasî Hatıratım, sahife: 83, 84)

Abdülhamit Han’ın Kürt politikası elbette bu kitaptaki ifadelerden ibaret değildir. Bugün de Türkiye’nin birincil sorunlarından olan “Kürt Sorunu”nun Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren gündem oluşturduğu, dönemin şartları içerisinde sorunun çözümüne yönelik çalışmaların yapıldığı görülmektedir.


1 Temmuz 2015 Çarşamba

Yalnız Ülke: Türkiye!...

Türkiye, dış politikanın iç politikaya malzeme edildiği çok hassas bir süreçten geçiyor. “Suriye’ye girelim mi, girmeyelim mi?” tartışmaları gündemin öncelikli konusu… Ankara’da konu ile ilgili toplantı üstüne toplantı yapılıyor, tüm detaylar görüşülüyor, her şey en ince ayrıntısına kadar değerlendirilmeye çalışıyor.

Suriye konusunda Doğu (Rusya, Çin ve İran) ve Batı (ABD, AB ve İsrail) bloku ülkelerinin politikaları ve siyasi hamleleriyle yalnızlaştırılan Türkiye, çareyi kendi politikalarına uygun bir çözüm modelinde bulmaya çalışıyor. “Suriye’ye askeri bir müdahalenin getirisinin ne olacağı, muhtemel bir askeri müdahaleye dünyanın nasıl tepki vereceği, Türkiye’nin nasıl bir sonuçla karşılaşacağı” gibi konular en ince ayrıntılarına kadar hesaplanmalıdır.

Askeri seçeneğin, Türkiye’nin uluslararası politikaları açısından olumsuz sonuçlar doğuracağı muhakkaktır. Haklı sebeplerle bile olsa tampon bölge olarak kurulması planlanan yerin Orta Doğu bataklığındaki Suriye olması ve bunu yapacak ülkenin de Türkiye olması,  olumsuz sonuçların doğması için yeterlidir. İngiltere’nin Daily Telegraph gazetesinin daha şimdiden “Türkiye IŞİD ve Kürtleri durdurmak için Suriye işgaline hazırlanıyor” manşeti buna en güzel örnektir.

“Sözlük anlamıyla “Tampon Bölge” (Buffer Zone), düşman birlikleri, grupları ya da milletleri birbirinden ayırmak için oluşturulmuş ara bölgeye denmektedir. Tampon bölgeler, genellikle askerden arındırılmış bölgelerdir ve tarafsızdırlar. Tampon bölgeler, karşıt gruplar arasında şiddet eylemlerini engellemek, göç akınını önlemek suretiyle emniyet ve asayişi tesis etmek, terörist saldırıların ve sızmaların önüne geçmek, doğal çevreyi korumak, yerleşim birimlerini sınai kazalardan ve felaketlerden korumak gibi çeşitli amaçlarla oluşturulabilir. Ancak bu yöntemi kullanmanın hukuki şartları ve yolları üzerinde genel bir düzenleme olmadığı gibi, yerleşik bir teamül de bulunmamakta.”*

Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde oluşturmak istediği tampon bölgeyi kendi güvenliği için oluşturacak ama iç politikadaki yansımaları çok farklı olabilecektir. Türkiye’yi IŞİD terör örgütüne yardım etmekle suçlayan içimizdeki İrlandalılar, Brütüsler bu kez yapılan ya da yapılacak olan operasyonun PYD’ye yönelik olduğu yaygarası ile halkı sokaklara çıkaracak ve bir kez daha 6-8 Ekim olaylarına benzer olayların meydana gelmesine sebebiyet vereceklerdir.

ABD -Orta Doğu’daki çıkarları için Türkiye’ye ihtiyacı olması nedeniyle- Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine yönelik muhtemel bir askeri operasyonuna karşı çıkmayacaktır. Oysa aynı ABD, PKK ile mücadelesinin etkin olduğu yıllarda Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde bir tampon bölge oluşturma isteğine onay vermemişti.

Suriye muhalefetine (ÖSO) yardım konusunda bahane üstüne bahane üreten ABD, değişen şartlara göre PYD’yi ve IŞİD’i kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır. IŞİD ile mücadele adı altında PKK’nın Suriye yapılanması PYD’yi silahlandıran ABD, Esed güçleriyle çatışan IŞİD militanlarına ise göz yummaktadır.

Peki, Suriye bir tuzak mı? Bence evet. Türkiye bu noktada çok daha dikkatli davranmak zorundadır.  Suriye’ye girecek olan Türkiye askerini, Esed ajanları, IŞİD ve PYD militanlarıyla diğer yerel güçler karşılayacaktır. Yıllardır Irak ve Suriye sınır hatlarının güvenliğini sağlayamamış olmamız,  oluşturulması düşünülen tampon bölgenin nasıl ve ne şekilde korunacağı sorularını da akıllara getiriyor.

Murat Karayılan’ın, “Açıkça söyleyelim. Eğer onlar Rojava’ya müdahale ederlerse biz de onlara müdahale ederiz. O zaman Türkiye’nin tümü bir savaş sahasına dönüşür” tehdidi de göz önünde bulundurulursa; Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi demek, PKK ile var olan cepheyi daha da genişletmesi demektir. Askıya alınmış olmasına rağmen, “Çözüm Süreci”nin tamamen sona ermesi demektir. Türkiye’nin Orta Doğu’daki bataklığa bulaşması demektir. Türkiye’nin Suriye’deki ateş çemberine müdahil olması demektir.

Türkiye, son dönemlerde Irak Kürtleriyle gerçekleştirdiği ekonomik ve ticari entegrasyonu Suriye Kürtleriyle de gerçekleştirmelidir. Konjonktürel şartlar, Türkiye’nin komşuları olan Kürtlerle her alanda entegrasyonunu zorunlu kılmaktadır.

Sözün özü: ABD hâlâ Türkiye’nin onay vermediği 1 Mart tezkeresinin faturasını kesiyor.

*http://sahipkiran.org/2014/10/07/tampon-bolge/