31 Aralık 2016 Cumartesi

“Makyavelist” PKK!...

Türkiye,  yıllardır uluslararası güçlerce her alanda (siyasi, askeri, ekonomik, politik…) desteklenen ve hücresel bir sistemle kendisini yenileyebilen bir terör örgütüyle, PKK-KCK ile mücadele etmektedir. PKK, sadece terör örgütü değil, aynı zamanda; uluslar arası baronlar tarafından kontrol edilen, çok bileşenli anonim bir şirkettir.

Bugüne kadar onbinlerce insanın ölümüne sebebiyet vermiş olan PKK; katı, totaliter ve örgütsel oligarşizmi hedef almış silahlı bir terör örgütüdür. Yıllardır “Kürt Sorunu” üzerinden Kürtleri istismar ederek uluslar arası istihbarat örgütlerinin maşalığını yapan, Kürtlere acı ve gözyaşından başka bir şey veremeyen PKK-KCK;  artık ideolojik olarak da tükenme noktasına gelmiştir.

Geçtiğimiz yıl, gerek şehir merkezlerine indirgediği “hendek ve barikat” stratejisiyle, gerekse kırsal bölgelerde güvenlik güçleriyle girdiği çatışmalarda beklemediği kayıplar vererek büyük bir darbe yiyen PKK, silahlı mücadele alanındaki zaafiyetini “Marksist” gelenekten gelen, irili ufaklı diğer sol terör örgütleriyle ortak eylem birliğine giderek gidermeye çalıştı. Yurtiçinde, özellikle Karadeniz kırsalında düzenlediği birkaç cılız eylemden sonra, bu stratejisinde de başarısız oldu.

FETÖ’nün, 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrasında, Türkiye’deki mevcut durumu kendileri için fırsata çevirmek isteyen PKK ve müttefikleri, saldırılarını bölge ile sınırlandırmak yerine daha geniş bir alana (yurtiçi ve yurtdışı) yaymak istediler. PKK’nın 15 Temmuz sonrası saldırıları incelendiğinde, -özellikle bombalı araç ve canlı bomba eylemleri- terör örgütünün bu amacı güttüğü görülecektir.

Türkiye içerisinde istediği hedefe/hedeflere ulaşamayan PKK, kısmen de olsa Suriye ve Irak’taki hedeflerine ulaştır. Türkiye ile ABD arasında yaşanan anlaşmazlıkların başında yer alan Menbiç, PKK’nın Suriye yapılanması ve kolu olan PYD-YPG tarafından hâlâ boşaltılmadı. Aksine, yerel kaynaklardan elde edilen bilgiler, PYD-YPG’nin çok sayıda silahlı militanını Menbiç’e kaydırdığı yönünde.

Irak’ın Şengal (Sincar) bölgesini Kandil benzeri ikinci bir üs haline getirmeye çalışan PKK, İran destekli Haşdi-Şabi milislerinin Şengal üzerinden Telafer’e geçişini sağladığı gibi, kendilerine ait kamplarda eğittikleri bu militanların karşılığında, Irak merkezi yönetimi tarafından askeri ve lojistik destekle ödüllendirildi. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başbakanı Neçirvan Barzani'nin, "Şengal'den çıkın, yoksa güç kullanırız" sözlerine PKK; "Kimsenin güçlerimizi zorla Şengal'den çıkarmaya gücünün yetmeyeceğini tarih ispatlamıştır" tehdidiyle cevap verdi. PKK’nın Irak’taki yapılanması PÇDK’nin Suriye’deki yapılanması PYD gibi etkin olamamasının önündeki en büyük engel Mesut Barzani’dir. PKK’nın “Barzani karşıtlığının” nedenleri incelendiğinde akla ilk olarak Türkiye ile olan dostane ilişkileri, bölge petrolü ile Kürtler üzerindeki güç ve iktidar mücadelesi gelse de asıl neden; Barzani'nin İslami kimliği ve geçmişten kaynaklı Kürtler nezdindeki misyonudur.

Düne kadar, hemen her açıklamasında Türkiye’yi DAEŞ terör örgütüne destek vermekle suçlayan PKK, Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekâtı çerçevesinde El-Bab’da Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile birlikte gerçekleştirdiği operasyonlardan kaçan DAEŞ’li teröristlere kucak açacak kadar pervasızlaşmıştır.

Son dönemlerde bölgedeki desteğini büyük oranda yitiren ve 2017 yılı için klasikleşmiş eylem şekillerinden farklı bir tarzda hazırlanacağı değerlendirilen PKK’nın,  “makyavelist” düşünce tarzı gereği, eylemsellik noktasında; Türkiye’yi hedef alan tüm silahlı terör örgütleriyle (FETÖ, DEAŞ, DHKP/C…) birlikte hareket edebilir.

Bu çerçevede PKK’nın, önümüzdeki dönemde bombalı araç, canlı bomba, mayınlama ve suikast tipi eylemlerden tutun da sabotaj türü eylemlere yönelmesi/yönelebileceği kuvvetle muhtemeldir.

Allah ülkemizi, her türlü şer odaklarının saldırılarından muhafaza etsin. Rabbim; din, devlet ve millet düşmanlarına fırsat vermesin...

Selam ve dua ile kalın efendim…

17 Aralık 2016 Cumartesi

İlk ve Son Av!...





Hamza, uzun kış gecelerinde evlerinde toplanan babasının arkadaşlarından, av hikâyelerini dinlerken bazen heyecanlanır bazen de günün birinde kendi av hikâyelerini anlatacağı anların hayalini kurmaktan geri durmazdı.

Yemyeşil bir vadinin yamacına kurulu kasabaları ve kasabalarını bölgenin cazibe merkezine dönüştüren, bölge sakinleri tarafından “Umut Gölü” olarak adlandırılan, sulama baraj gölünün bulunduğu güzel bir yerleşim yeri…

Yoğun kar yağışına rağmen, vadinin iki yanını kaplayan ve yeşilliklerinden ödün vermeyen ormanlık alan ile dupduru maviliğine, gökyüzünün turkuaz maviliğini de ekleyen,  göçmen kuşların uğrak yeri olan baraj gölü ve tabi ki seyrine doyum olmayan muhteşem bir doğal güzellik…

Güneşin vurduğu yerlerde erimiş olsa da gölgeliklerde kar parçacıklarının bulunduğu,  kasaba sakinlerinden kimilerinin, ilkbaharla birlikte meyve bahçelerindeki meyve ağaçlarını ilaçladıkları, mübarek Ramazan’ın bereketinin yaşandığı Mart ayının son günlerinde, Hamza ve arkadaşları güneşlenmek için kasabanın girişindeki yamaçta oturmuş sohbet ediyorlar.

Gölün bulunduğu sazlıkların arasından, meyve bahçelerinin yer aldığı vadiye doğru giden bir tavşan görürler. On yedi yaşında bir delikanlı olan Hamza ile arkadaşları arasında tavşanın avlanılıp avlanılmaması konusunda kısa bir tartışma yaşanır.  Hayalini kurduğu av hikâyesinin fırsatının geldiğini düşünen Hamza eve gelir. Annesinin, “sadece eğlenmek” için hayvanların öldürülmesine karşı olduğu belirtmesine rağmen, babasına ait; on ikilik diye tabir edilen av tüfeğini alır, seri bir şekilde evden çıkar. Elinde tüfek, vadiye doğru koşuşturan Hamza, kasabanın usta avcılarının -biraz da alaycıl- takılmalarına aldırış etmeden,  hedeflediği noktaya ulaşır.

Olan bitenden habersiz olan tavşan,  meyve bahçelerinin içinden geçtikten sonra Hamza’nın siper aldığı noktaya doğru gider.  Tavşanın menziline girdiğine karar veren Hamza, tüfeğin tetiğine basar. Etrafı, duman ve barut kokusu sarar. Hamza tavşanın gözden kaybolduğu noktaya doğru koşmaya başlar. Evet, tavşanı vurmuştur ancak yüreğine tarifi mümkün olmayan bir hüzün çöker. Cebinden çıkardığı bıçakla boğazını kesmeye çalıştığı tavşan, son bir gayretle kaçmaya çalışır ama nafile, tekrar yere yıkılır. Yerde yaralı olarak yatan tavşanın çıkardığı sesler, Hamza’nın aklını başından almıştır. Tavşanın inlemesi, kundaktaki bir bebeğin inlemesini andırır. Hamza bir an, boğazını kesmeye çalıştığı şeyin bir bebek olduğu hissine kapılır ama yapması gereken şeyi yapar ve tavşanın boğazını keser.

Hamza’nın bedenini garip ve tuhaf bir duygu sarmıştır. Bir yandan hayalini kurduğu, av hikâyesi, diğer yandan sebepsiz yere;  kim bilir belki de yavruları olan bir hayvanı öldürmek...  “Hikâyenin zamanı mıydı, ne günahı vardı da bu hayvanı öldürdüm?diyerek,  oturduğu yerde bir süre ağlamaya başlar ve yaptığından büyük pişmanlık duyar.  Kolu kanadı kırılmış, vücudu boşalmıştır adeta. 

Bir süre sonra oturduğu yerden kalkan Hamza, tavşanı alır eve doğru yola çıkar. Gözleri kimseyi görmez, eve giderken kendisini tebrik edenleri duymaz. Hatta, köyün yaşlı ve usta avcılarının: “Hamza! Nasıl oldu da tavşan avladın. O tavşan kör müydü, topal mıydı?” şeklindeki sorularına cevap vermeden, sessizce eve girer. Elinde tavşan ile eve dönen oğlunu gören basası sevinir. Beti benzi atmış,  yüzü sapsarı olan Hamza’ya babası: “Bir şey mi oldu oğlum?” deyince, Hamza ağlamaklı bir ses tonuyla: “Baba bu tavşanı vurduğumda, zavallı hayvan bir bebek gibi ağladı” der. Bu kez araya annesi girer: “Demedim mi oğlum, gitme diye! Yufka yürekli insandan avcı olmaz. Sen de yufka yüreklisin Hamzam, senden de avcı olmaz” der ve sözünü tamamlar. 

Kısa bir sessizlikten sonra Hamza: “Söz baba! Allah’a yemin ediyorum ki bu saaten sonra avlanmayacağım ve sebepsiz yere hiçbir hayvanı öldürmeyeceğim” diyerek, tüfeği babasına verir ve bir daha ava çıkmaz.

Yıllar sonra anlatacağı bir av hikâyesi bulunsa da Hamza;  hikâyeden çok,  avladığı tavşandan duyduğu pişmanlığı hep yüreğinde taşır.

Sözün özü: Hayat da her insanın  pişmanlıklarının olduğu/olabileceği inkar edilemez bir gerçek. Ancak! Bu pişmanlıkların nasıl yaşanacağı ve hayatımıza ne kadar zarar verebileceğini belirleme iradesi de bizim elimizdedir.

Allah (C.C) cümlemizi dünyada ve ahirette pişman olacağımız fiillerden muhafaza etsin inşallah.

Selametle efendim…

27 Ekim 2016 Perşembe

Birbirimize Emanet Edilmemiş miydik?...


Kimi zaman insanlardan bahsederken “rastlantı” der geçeriz.
Ne tuhaf değil mi?
Tek düzene oturtmaya çalıştığımız şey,
Birbirlerinden farklı, binlerce, on binlerce kişilik.
Yaradan, ne kadar da ince zarif ve saf yaratmış oysa.
Neden saf kalmayı başaramıyoruz?
Masumların, mazlumların canları yanarken,
Neden kalplere leke, gözlere yaş, gönüllere kin düşer?
Her mevsim meyveye ayrı bir tat katarken,
Neden hayata lezzet katamıyoruz?

Biz birbirimize emanet edilmemiş miydik?
Yaratılış fıtratımız,  sevgi ve iyilik değil miydi?
Ne zaman tükettik biz bu güzellikleri?

Saatler yanlış istikamette,
Zaman kötülüğe doğru hızla ilerliyor sanki.
Dalında açan tomurcuk tek tek kopartılıyor.
İyi, güzel ne varsa, bir bir atılıyor kalplerden.
Kötülüğe uzanan eller ve diller,
Can yakmaya devam ediyor.

Hadi, güneşin aydınlattığı o aydınlığa
Sevgi ve iyilik tohumları ekelim.
Ekelim de…
Ekilen tohumlar, kalplerde kök salamıyor ki?
Sebep mi sevgi tohumlarını bile “sevgiyle” ekmeyi öğrenemedik?
Ve kalpleri, “sevgi”nin olmadığı,
Kokusuz dikenli gül bahçelerine benzettik.

Güle koku veren diken değil miydi?
Neden gülsüz çoğaldı ki dikenler?
İnsana yakışan, bir tatlı tebessüm değil miydi?
Neden karanlığa benzer asık suratlar?

Aydınlığın kaynağı, sevgi dolu kalpler değil miydi?
Neden gündüzler gece, geceler karanlık kör kuyulara dönüştü?
Bizden istenen üç sihirli kelime: 
Huzur, mutluluk ve sevgi.
Günümüz insanları, dünyanın sahte güzelliklerine aldanmış.
Ne huzuru ne mutluluğu ne de sevgiyi arzuluyor.

Kötülüğe bulanmış, hırslarına yenilmiş,
Gözünü toprak bile doyuramamışken,
“Doyumsuzluğa” doymuş bir hâlde, gününü gün ediyor…
Suçlu mu? 
Gözünü ve kalbini hak ve hakikate kapamış,
Zihinlerini şeytani düşüncelere yuva yapmış,
İyiliği kötülüğe,  ahiretini dünyaya tercih etmişiz biz.

Memdoğlu...

12 Ekim 2016 Çarşamba

Biz Sen'i Severken, Hiç Ümitsizliğe Düşmedik ki?


“İzliyor musun beni?” dedi gökyüzü.
“Değişiyorum ve mevsiminden önce
Üşütüyorum ellerini.”
Rüzgâr sordu?
“Bırakır mısın kendini bana?
İstediğin yere eseyim, ya kokusunu getireyim,
Ya da koku bırakayım Sevgili’nin koynuna.”


Yağmur damlası atıldı hemen:
“Ben dokunurum yanaklarına.
Sever gibi süzülürüm gönlüne.
Bilirsin ki senindir akan damlalar.
Bilirsin ki tarifsiz kokunun elçisi sarıyor seni.”

Bu kez, bir sitem ile şimşek girdi araya:
“İşte!” dedi.
Kalbinde bıraktığın acının tarifi ben’im.
Yandığından daha fazla yakar dökerim.
Ama sen öyle yanmışsın ki?
İkinci bir ateş ne yanar ne de küle döner.” dedi.

Ve mevsimler yılları kovalarken…
Gökyüzü renkten renge bürünüp
Yeryüzü hepsine muhtaçken
Güneş gösteriyordu yüzünü.
Umut kıvılcımı ve aydınlığını serdi
Hem yere, hem de gökyüzüne.

Sonra eğildi, Sevgili’nin koynuna.
“Anlat içini, dök gözyaşlarını” dedi.
“Aç göğsünü, aç ki merhem olayım.
Küle dönen yüreğini güle,
Alev alev yanan kalbini suya çevireyim” dedi,
Ve çöktü sevgilinin yüreğinin orta yerine.

“Anlat!” dedi bir kez daha.
Sevgili’nin yüreği başladı anlatmaya:
“Benim derdim ne “ben”liğim, ne de “yok”luğum,
Benim derdim dikenli yolum, derdim Âşk” dedi.

“Dur” dedi güneş, “Dur! Sabret...
Ben bile elle tutulamazken
Sıcaklığımla gönlünü ısıtmadım mı?”

Gökyüzü, biraz kırgın başladı.
“Ruhun temizlensin diye,
Masmavi tenimden su damlacıkları akıtmadım mı?
Gerektiğinde üstüne gölge olmadım mı?”

Şimşek hiddetle: “Ben de buradayım.
O gür sesimle,
Gönlünü ıslatan yağmurlara eşlik etmedim mi?”

Bu kez yeryüzü söz aldı.
“Renklerimi, nimetlerimi ayaklarına sermedim mi?
Ayrılık vakti gelip dar-ı bekaya göç ettiğinde
Bir anne şefkatiyle seni bağrıma basmadım mı?”

Ve uzaklardan…
Sis bulutlarının arkasından bir nida yükseldi.
“Ey Yâr!
Biz Sen’i severken hiç ümitsizliğe düşmedik ki?”

Memdoğlu...

10 Ekim 2016 Pazartesi

Allah Var, Gam Yok!...


“Kollarına yuva yaptım,
Yıkılma; ayakta kal!” dedi beyaz güvercin.
Dile gelmişti bir kez ve devam etti…
“Aç sevgiyle ördüğün gönül şemsiyesini.
Dökülsün ayaklarıma sevdanın her zerresi.
Sarsın bedenimi o sımsıcak kokun.
Sen de kaybolsun, sana bakan o ela gözler.
Bak,  mesut olasın diye,
Ağaçlar yoluna sermiş yapraklarını.
Renkleriyle kuşak yapmış gökyüzü.
Elinde bu kadar nimet varken,
Sen ‘yolumu kaybettim, mutsuzum’ diyorsun.
Kalbini karanlığa gömüp,
Gözlerinden yaş mı akıtıyorsun?
Sevdiklerine sırtını dönüp,
Karalar içinde karanlıklarla yoldaş mı oluyorsun?
Sen hâlâ yarınından şüphe mi ediyorsun?
Bir damla umudumuz olmasaydı,
Sarılır mıydık gönlümüzün aktığı yere?
Acılar içinde bakarken Sevgili’nin silüetine,
Güler miydi yüzümüz?
Haydi, bırak umutsuzluğu!.
Seninle umuda yelken açanlardan,
Boynuna dualar asanlardan,
Gözlerine hayalini koyanlardan
Seni sevenlerden esirgeme tebessümünü.
Yol belli, Allah var, gam yok” dedi
Ve özgürlüğe…
Sonsuzluğa uçuverdi…

Memdoğlu…

9 Ekim 2016 Pazar

Önce Adalet!...

Terör ve terör örgütleriyle mücadele başlı başına bir sanattır. Strateji ve sabır gerektirir.

Komitacı ve masonik teşkilatların örgütlenme biçimi olan “piramit” yapı sistemiyle kurulan ve yönetilen, hedeflerine ulaşmak için kendilerine her yolu mubah gören, yıllarca İslami söylemleri referans alarak takiyye yapan, TBMM’yi bombalayan, 241 vatandaşımızı şehit eden, binlercesini de yaralayan, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ailesi olmak üzere Başbakan, bakan ve milletvekillerini öldürmeye kalkışan FETÖ/PDY gibi terör örgütleriyle mücadele etmek, daha da zordur.

Mağduriyet edebiyatı yapma maksadımız yoktur. (Son günlerde siyasi çıkarları için mağduriyet edebiyatı yapanlar var) Ancak ortada mağdur edilmiş insanların olduğu da bir gerçek. O zaman bir an önce mağdur edilenlerin mağduriyetleri giderilsin ki birileri bu mağduriyetler üzerinden siyaset yapıp, nemalanmaya çalışmasın.

FETÖ ile mücadele esnasında,  bazı mağduriyetler yaşanmıştır. Önemli olan, hata veya yanlışlık sonucu mağdur edilen insanların mağduriyetinin giderilmesidir. Bu mağduriyetlerin giderilmesi,  FETÖ ile mücadeleyi daha da güçlendirecektir.

26 Temmuz 2016 tarihli, “Sen de mi Brutus?!” başlıklı yazımızda; “15 Temmuz sonrasında (darbeye iştirak eden asker görünümlü teröristleri kast etmiyorum)  kamu kurumlarında çok sayıda personel, FETÖ terör örgütü ile ilişkili olabileceği şüphesiyle gözaltına alındı. Devletin ani bir refleksle gözaltına aldığı kamu personeli içerisinde az da olsa, FETÖ ile ilişkisi olmayan memurlar da bulunmaktadır. Bu noktada devletin, çalıştığı kurumdaki görevi nedeniyle, FETÖ’cülerin hedefi olmuş ve FETÖ’cüler tarafından bilinçli olarak itibarsızlaştırılmak istenen memurların da bulunabileceğini göz ardı etmemesi gerekir. Anayasa’nın 38. Maddesi ‘Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz’ hükmü gereği, her gözaltına alınan kamu personelinin potansiyel FETÖ ‘cü olarak görülmesi, toplumda büyük bir travmanın yaşanmasına sebebiyet verecektir.” demiş ve devletin kılcal damarlarına kadar işlemiş FETÖ urunun temizlenmesi için, TSK başta olmak üzere birçok kurumda yapısal değişikliklere gidilmesinin gerekli olduğuna dikkat çekmiştik.

 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrasında, FETÖ/PDY terör örgütüyle mücadelede çok sayıda memur, çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle memuriyetten men edilmişlerdi. Özellikle 01 Eylül 2016 tarihli 672 sayılı KHK sonrası, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın; “Şu var ki at izi, it izine karışmış vaziyette. 'Ben bir şey atayım da nasılsa tutar' diyenler var. Bazıları böyle yapıyor. Özellikle yazılı ve görsel medya dünyasında bu çok var. Bazen fırsat bulduğumda TV'leri izliyorum. Öyle yorumlar yapıyorlar ki suçladıkları o insanın bu işle hiç alakası yok. Ama o insana o yaftayı yapıştırıyor. Bu tür yanlışlıklardan uzak durmak lazım” çıkışı, ikaz ve öngörümüzdeki haklılığımızı ortaya çıkarmıştır.

Başbakan Yıldırım ve Başbakan Yardımcıları Numan Kurtulmuş, Nurettin Canikli ve Veysi Kaynak’ın açıklamaları, az da olsa FETÖ/PDY terör örgütüyle bir ilişkisi olmayan, FETÖ ile mücadeledeki hiçbir kritere ve parametreye uymayan; haksız yere ve yanlışlıkla memuriyetten men edilmiş;  “masum ve mazlum” memurların olduğunu  teyit ediyor.

Hatırlanacağı üzere Ergenekon ve Balyoz davalarını FETÖ'nün kiralamış olduğu "gizli tanıklar" sulandırmıştı. Bu sözüm ona "gizli tanıklar",  kendilerine engel olarak gördükleri ve Ergenekon ile Balyoz davalarıyla ilgisi ve alakası olmayan, çok sayıda insanı mağdur etmişlerdi.

Bugünkü FETÖ/PDY operasyonlarında da benzer bir taktik işleniyor. Gözaltına alınan kimi FETÖ terör örgütü mensupları "itirafçı" ya da "gizli tanık" sıfatıyla verdikleri ifadelerde, FETÖ/PDY terör örgütüyle hiçbir ilgisi ve irtibatı olmayan insanların isimlerini vererek mağdur etmekte, "kripto" diye tabir edilen mensuplarını kamufle etmeye çalışıyor olabilirler. Devlet, FETÖ’nün bir taktiği olan bu kirli oyuna gelmemelidir.

Bir hata sonucu FETÖ/PDY ile ilişkilendirilerek mağdur edilen memurların görevlerine iade edilmesi, toplumdaki endişeleri gidereceği gibi, FETÖ ile mücadeleyi de zafiyete uğratmayacak, aksine daha sağlıklı hale getirecektir.


20 Eylül 2016 Salı

Eylül!...

Mevsim sonbahar, aylardan eylül.
Yağmurlu bir pazar akşamı,
Sadece Erciyes’e değil, yüreğime de yağdı kar.
Gökyüzüyle birlikte ruhumu da sardı
Hüzün, acı, keder ve intizar...

Eylül!..
Gül bahçesi solunca bülbülleri içeri almadın.
Ağaçlar sararıp yaprak dökünce,
Âşıklara gölgende yer vermedin.
“Hüzünden mi” diye sordum?
“Sükût ikrardandır” dercesine,
Sen de sükût ettin...

Sükût, evet ya sükût!..
Ne kadar sessiz ve sakin bir kelime?
Hâlbuki!
Sessiz çığlıkların, yalnızlığın, yorgunluğun
Acı ve kederin sığındığı koca bir liman…

Gül dalında bülbülü olan bahçe solar mı?
Dökülen sadece dallardaki yapraklar,
Koca çınarın gövdesi sararır mı?
Âşık olan kula, ağaç neylesin…
Eylülde olsa,
Bülbül yuva bildiği gül bahçesinden uçar mı?

Bu akşam!..
Bir kez daha simsiyah toz bulutları sarmış
Şehrin cadde ve sokaklarını.
Onlar da yeryüzünü kaplayan sükûtun çığlıklarından bîhaber…
Sükûtun lisan-ı halini ne Eylül bildi, ne liman, ne de Erciyes…
Ne bulutlar anladı ne gökyüzü ne de yeryüzü…
Sadece Yâr
Sadece Yâr
Sadece Yâr…

Memdoğlu…

16 Eylül 2016 Cuma

Bizim de İçimize Sinmiyor!...

Dünyaya kendi pencerenizden bakarsanız, sadece görmek istediklerinizi görürsünüz. Tersten bakarsanız, bu kez de ters görürsünüz. Kendi düşüncesine, fikrine göre iradesini ortaya koyamamanın, okyanus ortasında sağa sola savrulan bir sandaldan ne farkı var?

19 Ocak'ta, Adana Ceyhan'da Suriye’deki Türkmenlere yardım götüren Millî İstihbarat Teşkilâtı'na (MİT) ait TIR’lara düzenlenen baskını içimize sin(dire)memişken, Mehmet Baransu’nun, 24 Mart 2014 günü Taraf Gazetesi’nde yayınlanan yazısında, Niğde Ulukışla'da asker ve polisimizi şehit eden El-Kaide üzerinden Türkiye’yi sıkıştırmaya/vurmaya çalışması içimize sinmiyor.

Yine aynı tarihte Bugün Gazetesi Ankara Temsilcisi Adem Yavuz Arslan’ın “Peşinen söyleyeyim, sandıktan ne çıkarsa çıksın bu psikolojiyle ülke yönetilemez.” ifadesi, bir dönemin İnönü Üniversitesi Rektörü, Ergenekon davası şüphelisi Fatih Hilmioğlu’nun, Ak Parti’yi kastederek “Halktan yüzde 95 de oy alsalar müsaade etmeyiz” ifadesinden ne farkı var? Sindirmek mümkün mü? 

“Bir bakanınız Kur'an ile dalga geçiyor kınayamıyorsunuz bile. Bizzat Başbakan eliyle toplumun bir kesimi linç ediliyor.” diyorsunuz. İbrahim Öztürk’ün, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) hakaret içerikli aşağıdaki tweeti içinize sinmişti ama.

         

Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı da 24 Mart 2014 tarihli yazısında: “Başta Fethullah Gülen Hocaefendi olmak üzere milyonlarca insana ağza alınmayacak hakaretler edilmesi içimize sinmiyor” diyorsunuz, doğrudur. Her ne saikle olursa olsun, üslubumuz ve dilimiz hakaret edici olmamalıdır. Yanlışa yanlış ile mukabelede bulunmak, hiçbir zaman doğruyu getirmez. Peki, kalemşörlerinizin yaptığı hakaret ve küfürler içinize siniyor mu? Sayın Dumanlı! 

“Bir dönem itimat edip başımıza taç ettiğimiz insanların utanmadan her gün şenî yalanlara başvurması içimize sinmiyor!” CAMİA'nızın bu insanlara yönelik ettiği küfür ve attıkları iftiralar içinize siniyor mu? 

“Dershane kapatma konusundaki takip edilen sinsi taktikler  ve ‘eğitimde reform’ yalanları içimize sinmiyor!” Ya yıllarca dershanelerinize gönderdiğim çocuklarıma hiçbir şey ver(e)memeniz ve beni hem madden hem de manen sömürmenizi,  içime İÇİME SİNDİREMİYORUM 

“Okullarda gencecik yavrularımıza baskılar yapılması, sorgu odalarının kurulması içimize sinmiyor!” diyorsunuz. Peki, kendi yurtlarınızda kurduğunuz sorgu ve ikna odaları içinize siniyor mu? 
“Binlerce kilometre ötede Türk okullarında vazife yapan yiğit Anadolu çocuklarının yabancı ülkelere gammazlanmasını içimize sindiremiyoruz!” demişsiniz. Peki, binlerce kilometre ötede Türk okullarında vazife yapan o yiğit Anadolu çocuklarını çok cüzi ücretlerle çalıştırmak içinize siniyor mu? 

“Nezahet ve nezaket zannıyla bir zamanlar destek verdiğimiz insanların para ile yaşadığı sınavı kaybetmesi ve o esnada takındığı yanlış tutum içimize sinmiyor!” diyorsunuz. Yıllarca Emniyet’e alımlarda referansı olduğunuz adaylara soruları önceden vermeniz ve kul hakkı yemeniz içinize siniyor mu? 

“Sosyal medyaya yasak getirerek kendi insanını umursamayan ve bu ülkeyi dünyaya rezil eden politikalar içimize sinmiyor!” diyorsunuz. Kanunsuz, hukuksuz illegal yollardan elde edilmiş görüntü ve ses kayıtlarının (bunlar sizlere de ait ses ve görüntü kayıtları olabilirdi) sosyal medyadan çarşaf, çarşaf yayınlanması içinize siniyor mu? 

“Faizsiz bankacılığın öncülerinden biri olan bir bankayı batırmak için devlet eliyle baskı yapılması içimize sinmiyor!” diyorsunuz. Devletin yüz akı kurumlarından THY’nin parasının o bahsettiğiniz bankada olması içinize siniyordu ama.

“Yolun başında çok sesli demokrasi diyenlerin bütün medyayı babalarının malları gibi tepe tepe yönetmesi ve herkese hükmetmeye kalkışması içimize sinmiyor!” diyorsunuz. Peki, kontrolünüzdeki medya üzerinden sürekli devleti, kurumları, insanları tahkir etmeniz içinize siniyor mu? 

“İSTİHBARAT teşkilatlarının kuruluş amacı da bellidir, işleyiş biçimi de. Denetim dışına çıktıklarında nasıl bir faciaya sebep olacakları ve nasıl bir canavara dönüşecekleri de aşikâr. Şeffafiyet adına verilen bütün demokratik sözleri bir kenara iterek istihbarat devleti kurulması içimize sinmiyor!” diyorsunuz. Ya, öyle mi?  Emniyet Teşkilatının CAMİA’nız tarafından istila edilmesi içinize siniyordu ama! 

Aynı seccadeye baş koyan inançlı kesimin, birbirinin ayaklarını kaydırmak için,  her türlü yolu “mübah” görmesi içimize sinmiyor! 

Farz edelim ki şu an Başbakan A, B veya C partisinden. İsim hiç önemli değil. Başbakanlık bir makam ve temsil yeridir. 

Türkiye'de, bugün bu şartlarda bir Başbakan dinleniyorsa; tabir yerindeyse, Türkiye’nin yatak odasına girilmiş demektir. 

Namusa zeval gelmiştir.

Bizim de içimize bu sinmiyor Sayın Dumanlı!


Not: Bu yazı ilk olarak 24 Mart 2014 tarihinde http://www.gazetesiz.com/ sitesinde,
http://www.gazetesiz.com/makaleler/mehmet-memdoglu/bizim-de-icimize-sinmiyor-122870.html

          26 Mart 2014 tarihinde ise http://www.haber111.com/ sitesinde yayınlanmıştır. 
http://www.haber111.com/mehmet_memdoglu_bizim_de_icimize_sinmiyor_yazi1083.html