6 Nisan 2018 Cuma

Ey Lâl!...


Taşın “lâl” hali derler sana!…
Derler, evet…
Çünkü taşların sultanısın.
Rengin kan kırmızısı,
Derdime eşlik eden, yâranımsın…

Ey Lâl!...
Bir gönüle “sultan” olmak için,
“Lâl” mi olmak gerek?
Ya da; “lal” olmak için,
Bir gönüle “sultan” mı?
İsmin taş lakin yüreğin lal…
Fıtratın taş ama sıfatın lâl…
Hadi! Susma konuş!...
Sen değil, kalbi “taş” olanlar utansın…

Ey Lâl!...
Yar’dan bana kalansın…
Tenime değip, yüreğime dokunan…
Sırdaşım, gönüldaşımsın…
Her taneni ayrı, ayrı sevip anlamlandırdığım…
Özlemimi giderensin.
Radyoda, “Ömrümüzün son demi,
Son baharıdır artık” şarkısını dinlerken hüzünlenip,
Döktüğüm gözyaşımsın…

Ey Lâl!...
Benimlesin ve hep benimle kal!...
“Olur da bir gün seni yitirirsem!...
Canım acıyacak, yüreğim yanacak” diyordum ki…
Ansızın, kaybolup gittin…
Bir daha dönmemek üzere gitmiş olsan da!
Kalbimin içindesin…
Çünkü?...
Sen benim lâl’im, hâl’im…
Ve ahh-valimsin…

Memdoğlu…

2 Nisan 2018 Pazartesi

Ninemin Duası!...



Anne ve babaların çocuklarına en büyük armağanı ve tükenmeyen mirasıdır dua…


Ninemin Duası

Hani, bazen hayatta unutamadığımız anlar olur. İşte, her hatırladığımda bizi o güzel günlerin büyülü dünyasına alıp götüren güzel bir hatıram.

Yıl 1985…

Liseyi yeni bitirmiş, genç ve delikanlı çağlarım. Yaz dönemi Elazığ’da kalıyor ve diğer arkadaşlarım gibi inşaat işçiliği yapıyorum. Yaz aylarında gündelik işler de olsa, iş bulup çalışabiliyoruz. Tüm arkadaşlarım gibi benim de endişem kış ayları.

Nasip bu ya, o kış Elazığ’da çalışabilecek bir iş bulduk. Rabbim cümlesine ve o kış bize ustalık eden Rahmi Usta’ya da rahmet etsin inşallah. Rahmi Usta’nın marketi andıran genişçe bir bakkaliye dükkânı vardı. Yetmiş yaşlarındaydı ve gözleri çok iyi görmüyordu. Alışveriş yapan müşterilerine para üstü verirken, kimi zaman fazla para verdiği de oluyordu. Bu sebeple dükkânda yanında çalışmamı istemiş, ben de kabul etmiştim.

O yıl, çok sert ve soğuk bir kış yaşanmıştı. Kaldığımız evler, kerpiçten eski evlerdi. Bu sebepledir ki evleri ısıtmakta güçlük çekiyorduk. Yaşlı annem ve babam, Elazığ merkeze otuz kilometre uzaklıktaki Mollasorik köyünde ikamet ediyorlardı. Çalıştığım dükkânın işleri hafta sonlarında daha da yoğunlaştığından, ben de her hafta değil de on beş günde bir ancak köye, anne ve babamı ziyaret edebiliyor, ihtiyaçlarını karşılayabiliyordum.

Zor ve zahmetli bir kışı geride bırakmış, baharın tüm canlılığının yaşandığı Nisan ayındaydık. Köydeki anne ve babamı ziyarete gideceğim hafta sonu öncesi, “Annemi bir arayayım da ne tür ihtiyaçları var, temin edeyim” düşüncesiyle, köye telefon ettim. Tabi o dönem köydeki her evde telefon bulunmuyordu. Var olan tek telefon, muhtarın evindeydi. Köyün telefonunu aradım, telefona çıkan köy muhtarının kızına:

“Zahmet olmazsa annemi telefona çağırabilir misiniz?” dedikten beş dakika sonra yeniden telefonu aradığımda, rahmetli annem cevap verdi. Tüm ihtiyaçlarını not ettiğimde annemin: 

“Oğlum, ninen de misafirimizdir, sakın nineni unutma” hatırlatması üzerine: “Baş üstüne annem, merak etme sen” diyerek telefonu kapattım.

Rahmetli ninem çok cesur bir kadındı. Otuz üç yaşında dul kalmış, altı çocuğunu bizatihi kendisi bakıp büyütmüştü. Düşünün; 1960’lı yıllarda kaçak olarak Suriye’ye gidip, getirdikleri malları zorlukla da olsa satarak, geçimlerini temin edenleri.

O ninem ki ticaret için Suriye’ye giden ve karıştığı bir kavga nedeniyle Suriye’de alıkonan dayım Osman’ı getirmek için silah kuşanmış, Suriye’ye gitmiş, dayım ile birlikte geri dönmüş cesur ve yiğit bir kadındı.

“O dönemlerde bir kadın Suriye’ye tek başına nasıl gidebildi?” dediğinizi duyar gibiyim. Müsaade ederseniz, ninemin bu yolculuğunu sizinle paylaşmak isterim.

Köyümüz, “Şefkat” namıyla, demiryolu tren istasyonuna ev sahipliği yapmaktadır. Bizim istasyon, sadece bizim köyümüz için değil, çevredeki diğer köyler için de hayati bir önem arz etmekteydi.

Mollasorik’in, Karaali’nin, Günbağı’nın, Çekemen’in, Karagedik’in yolu, durağı bizim İstasyon…

Trenlerin gelişini dört gözle bekleyen annelerin, babaların, eşlerin, çocukların özlemlerinin sonlandığı yer, her yolcu trenini misafir ettiğinde, kuşların cıvıltısını andıran köy çocuklarının; “armut, armut, armut” diye cıvıldadıkları alanın adı bizim istasyon.

Askere gidecek gençler için ayrılıkların başlangıcı olan, tezkere almışlar için ise hasretin bittiği yer…

Kimi zaman düğün, kimi zaman bayram, kimi zaman da cenazelerin güzergâhı…

“Şefkat”i sadece isminde barındırmayan, o şefkati, bağrını açtığın misafirlerine de sunan, kimsesizlerin uğrak yeri bizim istasyon…

Gecenin karanlığında çevremizi aydınlatan, korkularımızı yenmemize vesile tren seslerinin bize cesaret verdiği ışığın kaynağı…

Bir efsane olmuş, bölgedeki tek ama uzun tünelin nuru, trenlerin, manevra yaparken soluklandığı, dinlendiği vadiydi bizim istasyon…

Abdullah’ın, Hasan’ın, Mehmet’in, Mustafa’nın, Adem’in Kemal’in Aziz’in, Hüseyin’in, kısacası bölgenin “Ekmek Teknesi”  olan bizim istasyon…

Yolcuların soğuk kış günlerindeki sığınağı, kalesi. Her gördüğümde, yüreğimi sızlatıp hatıralarımı canlandıran, çocukluğumun, gençliğimin nişanesi bizim istasyon…

Evet, bir coğrafyaya umut olan bizim istasyon, ninemin umutlarına vesile olur bu kez…

Ninem de sabah erken saatlerde bizim istasyondan Adana istikametine giden Adana Ekspresi’ne biner. İstikamet Gaziantep, İslâhiye Fevzi Paşa İstasyonu. Kendisi söylemekten hayâ etse de giderken silah kuşandığını görenler, onun inanç ve cesaretine şahitlik ederdi.

Kendisini Suriye’nin Afrin şehrine götürecek bir mihmandar ile sabah namazı vakti sınırı geçer ninem. Mihmandar, Şahide ninemi aynı zamanda tüccar da olan dönemin ileri gelenlerinden birine götürür. Her şeyi anlatır, içini döker ve oğlunu almadan geri dönmeyeceğini bir kez daha haykırır ninem.

O gece misafir edilir. Uyku girmez gözlerine. Sabah olduğunda karşısında görür oğlunu.

İşte!...

O ninem ki gece saat on ikide kalkar, sabah namazına kadar vaktini ibadet ve zikir ile geçirirdi.

Anne ve babamın ihtiyaçlarını hazırladıktan sonra, nineme ne alsam acaba diye düşünmeye başladım. Nihayetinde, ninem için kışlık bir çorap ve bir tülbent aldım. İkisini güzelce paketledikten sonra, köye gitmek için ilçe belediye otobüsüne bindim, köye en yakın ve on kilometre mesafede bulunan Belhan Geçidi’nde indim. Belhan’da bizi çisil, çisil yağan yağmur karşılamıştı.

Otuz kilo yük ile yağmur eşliğinde bir saat yürüdükten sonra, nihayet köye varabilmiştim. Eve girdiğinde iliklerime kadar ıslandığımdan yan odaya geçtim.  Üzerimi değiştirdim, ninemi, babamı ve annemi ziyaret edip ellerini öptüm. Isınmak için sobaya yaklaştım, tabi her zaman olduğu gibi, çay yine hazırdı.

Arka salona giden annem nineme seslendi: 

“Anne buraya kadar gelir misin? Torunun senin için bir hediye almış” dedi.

Ninem diğer odaya gidince, ben de arkasında gittim. Yetmiş beş yaşındaki ninem oturmuş ağlıyor. “Ne oldu nine, yanlış bir şey mi yaptım?” dediğimde; rahmetli bana doğru döndü ve gözlerimin içine bakarak: 

“Oğlum! Bu yaşıma kadar hiçbir torunumdan hediye almış değilim, çok sevindim ve duygulandığım. Onun için ağlıyorum” dedi.

Doğrusu biz de hem duygulanmış, hem de çok sevinmiştik.

Ninem, iki elini açarak:

“Yarabbi! Sen, Rahman ve Rahim’sin. Torunumun üzerine rahmetini ve bereketini yağdır” diyerek dua etti. Ben odadan ayrılana kadar da o dua etmeye devam ediyordu.

Keyifliydim, mutluydum.  Yemek yiyip, çay içtikten sonra, Elazığ’a dönmek için yola koyuldum.

Öyle inanıyorum ki, bu gün helal bir kazanç elde edebiliyorsak, bu; o ruhları şad olası yaşlılarımızın, dedelerimizin, ninelerimizin, annelerimizin ve babalarımızın ettikleri dualar hürmetinedir. Şüphesiz ki onların duaları, Allah’ın bize bahşettiği birer lütuftur.

İnsanın haddini ve acizliğini bilerek, Allah’tan (c.c) talepte bulunmasıdır dua...

Yolda kalmışların, masum ve mazlumların Rabbine iltica ettiği en güvenilir yol, en sağlam kaledir dua…

Mazlumun ahı, Müslümanın kalkanı ve silahıdır dua…

Zikir olmakla birlikte, anne ve babaların çocuklarına en büyük armağanı ve tükenmeyen mirasıdır dua…

Duayla kalın…

Memdoğlu...