28 Nisan 2016 Perşembe

Hüzünlerimi Topla Giderken!...


Bakıyorum da şöyle uzaktan.
Tüm ihtişamıyla nasıl da yanıyor lambalar.
Korkutucu bir aydınlık,
Gecenin on’unda üzüntülere germiş ışığını.
Sahte ferahlık, göğe kadar yükselmiş, hayat durmuş,
Bütün canlılar yok olmuş gibi.
Ne hastalık, ne düğün, ne de dernek…

Gökyüzü karardıkça, yeryüzü ona inat vuruyor ışığını.
Tan ağarmaya başlayınca, gerçekler başlıyor o anda.
Nasıl da adapte oluyoruz hayatın akışına…

Uzun gecenin ayazı göğsüme vuruyordu
Haykırdım geceye ve ayaza…
Ne yaptım ki sana, aldın elimden ışığımı?
Saatler ilerledikçe kavga daha da gürültülü, daha da acımasızlaşıyor,
Gecenin sahte aydınlığında haykırışım yankılarla geri dönüyordu.
Masum ve mazlumsan, sabret!...

Ey gökyüzü!
Madem karanlığını gece serip, gündüz topluyorsun;
Hadi dedim, gündüz olmak üzere.
Benim de hüzünlerimi topla giderken…
Beni de muazzez kıl dedim.
Dinlemedi
“Kal onlarla, baş başa” dedi…

Memdoğlu...

27 Nisan 2016 Çarşamba

“Aşk”tan da Öte!...

Nasıl olur da bir bedeni saran,
Sarsan, yoran bir duygunun adı bu kadar kısa
Telaffuzu bu kadar kolay olabilir?
Onlarca kez feryat ettim.
Hawar, hawar, hawar diye…
Olmuyor.
Talep etmekle bedende yaşanılanlar uyuşmuyor…
Bir kelime bu kadar büyük bir kötülüğü yapamaz.
Bir kelime kesemez ayaklarını, yerden uçuramaz.
Ve dedim ki…
Bedende sana bu kadar acı veren, sızlatan,
Ölmekten beter ederken bile,
Bir o kadar da mutlu eden şey, sevgi olamaz…
Değiştireyim istedim adını, adı “sevda” olsun dedim.
Beden bu kadar acı çekerken, ruh harabe olup,
Ansızın diyar diyar göç ediyorsa…
Bunun adı “sevda” da olamaz.
“Aşk” diyelim istedik ama!
“Aşk” olsa, hem ruh, hem beden aynı yolda olur,
Akıl ve gönül, el ele verirdi.

Bu iki kelime her insanda aynı etkiyi yapsaydı,
Kimse bu kadar mutsuz olmazdı.
“Neydi bunun sırrı, neydi bunun esrarı?” derken,
Anladık ki yaşanılan her duygunun, her hücrenin
Bu kadar tepki vermesinin tek bir sebebi varmış.
Ne sevda, ne de aşk?
Ya yanlış insanlarda kalplerin değil, bedenin beğenisidir.
Ya da doğru insanda imkânsız olmaktır.
Sevdanın da aşkın da o insanın gönlüne yuva kurmasıdır.
Ruh ve bedende yaşananların dili olamazdı,
Bir kelimeye sığamazdı ki…
Ben Sen’i ne sevdim, ne de âşık oldum.
Bunun adı ne sevda, ne de aşk.
Ben, ben de Sen oldum…

Sen, ben de ömürlük…


            Memdoğlu...

26 Nisan 2016 Salı

Yok Edilen (!) Ergenekon!...

Geçtiğimiz hafta içerisinde Yargıtay 16. Ceza Dairesi, yerel mahkemenin kararını “delillerin toplanmasında hukuka ayrılık” gerekçesiyle, Ergenekon davasını usül ve esastan bozdu. Yargıtay’ın bu kararıyla dava yeniden görülecektir.

15 Ağustos 2013 tarihli “Ergenekon’un Derin Kökleri” başlıklı yazımızda: “5 Ağustos 2013 günü Türkiye için çok şey ifade eden tarihi bir gündü. Doksan yıldır Türkiye toplumunu dizayn eden derin yapılanmalardan deşifre edilen Ergenekon ayağı davası nihayet sonuçlandı. Açıklanan cezalar bakıldığında, toplum vicdanında karşılığını bulamamıştır. Verilen cezalar bir kısmı, bizim de vicdanlarımızda soru işaretleri bırakmıştır.

Davanın hukuki yönünü ilgilendiren kısmını hukukçulara bırakmak gerekir. Davanın, varsa eğer hukuki boşluklarını artık hukukçular yorumlayıp değerlendirsinler. Türkiye’nin demokrasi tarihinde bir milat olan ETÖ davasının sonuçlanmasıyla, Türkiye’deki derin yapılanmalar tamamen bitirildi mi? Her Türkiye vatandaşı gibi bende bu soruya evet demek isterdim. Ama maalesef hayır” (Geniş bilgi için: http://mehmetmemdoglu.blogspot.com.tr/2014/07/ergenekonun-derin-kokleri.html?spref=fb) diyerek,  Paralel yapı tarafından itibarsızlaştırılan meşru bir davanın, vicdanlarımızda bıraktığı soru işaretlerine dikkat çekmiştik.

İster Ergenekon, ister vesayetçi derin yapılanmalar, isterseniz İTC’den günümüze kadar varlığını devam ettirebilmiş komitacılar, masonik örgütler; adına ne derseniz deyin, Cumhuriyetin ilanından bugüne kadar  “Ergenekonvari” yapılanmalar -buna FETÖ paralel yapılanması dâhildir- halkın iradesini yok hükmünde saymış ve iktidarlarını devam ettirmişlerdir.

Türkiye, her türlü terör ve terör örgütleriyle mücadele ettiği gibi, devlet idaresine ortak olmak isteyen yapılanmalara da fırsat vermemelidir. “Paralel yapı” ile mücadele adına “Ergenekon yoktur, bu dava dosyaları paralel yapı ürünüdür” demek, hakikatleri halı altına süpürmek demektir.  

Yargıtay’ın bozma kararı, yargılama sürecindeki kimi adaletsizlikleri ortadan kaldırsa da dava mağdurların mağduriyetlerini ortadan kaldırmayacaktır.

Ancak:

-Yargıtay, “Ergenekon Davası”nda yerel mahkemenin kararını "delillerin toplanmasında hukuka aykırılık gördüğü için" bozdu diye, 28 Şubatçıların Müslümanları itibarsızlaştırmak adına kurguladıkları A. Kalkan-F. Şahin-M. Gündüz mizansenlerini hiç olmamış mı kabul edeceğiz?

-“Tehlikenin farkında mısınız?” kampanyası adı altında başta Ankara olmak üzere, Türkiye’nin birçok ilinde düzenlenen ve TSK’yı göreve çağıran konuşmaların yer aldığı o meşhur “Cumhuriyet mitinglerini” alkışlamaya devam edecek miyiz?

-1982 Anayasası'na göre 1989'da Özal’ı, 1993'te Demirel’i, 2000'de Sezer’i seçen ve duvarında “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”  yazan TBMM’yi hiçe sayan eski Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun tarihi  “367 şartı”  içtihadını (!) ve bu içtihadı karara bağlayan dönemin Anayasa Mahkemesi üyelerini hayırla yâd etmeye devam edelim mi?

-“Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir… Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar…” diye devam eden o meşhur 27 Nisan E-muhtırasını siyasi tarihimize altın harflerle mi yazacağız?

-Ve dönemin Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de siyasi yasaklılar listesine dâhil edildiği, AK Parti’nin “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne kapatılması istemiyle açtığı davayı aklayacak mıyız?

Vesaire, vesaire, vesaire…

Bütün bu yaşanılanlar hafızalarda diriliğini korurken, mahkemenin yeniden yargılama sonrası vereceği karar, geçmişi “yaşanmamış” olarak mı kabul edilecek?!


21 Nisan 2016 Perşembe

Aşığın Derdi!...


Bir bahar akşamı,
zeytin ağacının altına oturmuş,
elindeki papatya ile dertleşen bir âşık gördüm.

Âşık, papatyaya:
“Hiç karın ortasında açan kardelen gördün mü?
Buzları kıran sıcaklığını hissettin mi?
Etrafını saran soğukluğa rağmen,
O narin, dupduru güzelliğini izledin mi?
İşte!... 
Sevgili’yi, güneşin aşkıyla tutuşurken,
Işığı gördüğünde canından olan
kardelenler gibi sevdim.

Peki, karagül kokladın mı hiç?
Dalında olduğu sürece rengi kara
ama kokusu mis gibi…
Yaprağına dokunduğun an,
rengi kırmızıya döner,
ancak kokusuna da veda eder.
İşte, Sevgili’yi, yaprağına dokunulduğunda kokusunu yitiren,
kara gülün esrarı gibi sevdim.

Ya gelincik çiçeğini?
O kadar hassastır ki
en ufak rüzgârda ömrü kısalır.
Biraz daha, taze gelin gibi salınıp yaşamak için,
başakların arasında tutunmaya çalışır.
Fırtına estiğinde ne hassaslığı,
ne de güzelliği kalır.
İşte, Sevgili’yi, rüzgâr estiğinde ölmemek için,
başaklara tutunan gelincikler gibi sevdim.

Peki, kanadı kırık bir kuşa el uzattın mı hiç?
Sevgiye ve şefkate muhtaçtır.
Bi çaredir, gözlerine baktığında gönlüne akar saflığı.
Eline alır, yarasını sarar bağrına basarsın.
Bilirsin ki kanat çırptığında uçup gidecek…
İşte, Sevgili’yi, uçacağını bilmesine rağmen,
yaralı kuşu seven çocuklar gibi sevdim.

Ben Sevgili’yi, büyük bir aşkla sevdim.
Ben, Sevgili’nin bana kattığı ışığı sevdim.
Ben, Sevgili’nin yüreğime dokunuşunu sevdim.
Ben O’nu çok sevdim” dedi,
ve dik yamaçlardan süzülen bahar suyu gibi,
yürüyerek gözlerden kaybolacaktı ki…

Papatya: “Ben de öleceğini bilmesine rağmen,
gölgesiyle beni güneşin kavurucu sıcağından
korumaya çalışan Sevgili’yi çok sevdim” dedi…
Ardından incecik bedenini yemyeşil çimlere bırakıverdi…


Memdoğlu…

20 Nisan 2016 Çarşamba

PKK-KCK’nın Yeni Stratejisi!...

“Bu ümitsiz, bu ütopyasız, bu vicdansız maddi uygarlığa karşı en özgür duruş, bahar ırmakları gibi coşkuyla ülkeye yönelmektir; hiç tereddüt etmeden mücadele saflarında aktif olarak yerini almaktır...”

Bu ifadeler, şu an Kandil’de bulunan ve bir zamanlar Kürt sorununun çözümü için sivil siyaset yapan (!)  DTP Genel Başkanlığı yapmış Nurettin Demirtaş’a ait.  HDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın kardeşi Nurettin Demirtaş.

PKK’nın Avrupa’daki yayın organlarından Yeni Özgür Politika Gazetesi’nde 18 Mart 2016 tarihinde  “Avrupa Araf’ındaki Gençliğe” başlığıyla yayınlanan yazısında Demirtaş,  Kandil’in dayattığı hendek ve barikat stratejisine yeterli destek vermeyen Avrupa’daki Kürt gençleri eleştiriyor.

PKK’nın hendek ve barikat stratejisini “öze dönüş” (!) olarak gören ve Avrupa’dan örgüt saflarına katılan bir zavallının “Avrupa’daki gençlerimiz duygusuz değildir. Aksine büyük duygulara sahiptir. Yeter ki ülkede yaşananların farkına varsınlar, kimse onları tutamaz. Bu nedenle gençlerimiz YPS direnişini örnek almalı ve hiç zaman kaybetmeden saflara katılmalıdır”  sözleri üzerinden Kürt gençlerini ajite etmeye çalışan Nurettin Demirtaş acaba insani özüne ne zaman dönecektir.

Şehir merkezlerine kazdıkları hendeklere gömülen, bölgedeki Kürtlerin büyük bir kısmını yerinden ve yurdundan eden, Kürtlerin çocuklarının kanını emen PKK’nın bu ve benzeri çağrılar yaparak, daha fazla gencin ölümü ve kanı üzerinden hayata tutunmaya çalışması doğaldır.

Terör örgütü PKK açısından bakıldığında, evet, örgüt ideolojisini yansıtan sosyolojik bir analiz ancak ideolojik alt yapısı olmayan ve duygusal düzeyde PKK’ya sempati beslemeyen Kürt gençleri üzerinde etkin olamayacak bir yazı. Avrupa’daki Kürt gençleri, realiteyi biliyor, görüyor ve okuyorlar. Dolayısıyla ideolojisi “ölmek ve öldürmek” olan, kendi halkına zarar vermekten başka bir işe yaramayan PKK’ya mesafeli durmaktadırlar.

Sadece Demirtaş değil, KCK üst düzey yöneticilerinin son dönemlerdeki açıklamalarına bakıldığında, devletin PKK ile mücadeledeki kararlı tutumuna paralel, PKK’nın da Türkiye’nin terörle mücadelesini boşa çıkartacak (!)  silahlı mücadeleye devam ettireceğine yönelik demeçler vermektedirler.

KCK üst düzey yöneticilerinin açıklamaların ortak noktaları:

-Kandil’in ve PKK’nın Avrupa kanadının, kurtuluş reçetesi olarak bir kez daha Öcalan’ı görmüş olmaları. (Geniş bilgi için: http://mehmetmemdoglu.blogspot.com.tr/2016/01/aihmin-son-karar-ve-kandilin-ocalan-kozu.html)

-Çözüm sürecine dönülmesi için üçüncü bir ülkenin masada bulunması talebi. (Hâlbuki çözüm sürecinin devam ettiği dönemlerde bile, başta Cemil Bayık olmak üzere; KCK üst düzey yöneticileri üçüncü göz olarak ABD’yi işaret etmişlerdi. KCK üst düzey yöneticilerinin gözlemci ülke için -ittifakla- ABD’yi işaret etmesi, ABD’nin PKK ve PYD’ye desteğini bir kez daha açığa çıkarmıştır.

-Suriye’de kanton bölgeler elde eden PYD’nin, ABD ve Rusya tarafından desteklenmesinin PKK’yı cesaretlendirdiği.

-Türkiye’nin PKK’ya yönelik mücadelesini itibarsızlaştırmaya yönelik propaganda ve psikolojik faaliyetlerini arttırarak devam ettirdiği. “Devlet Kürtleri ve Alevileri katlediyor” yalanından sonra “devletin Kürt siyasetçiler üzerindeki baskılarını arttırarak bu kez de Kürtler ve Aleviler üzerinde siyasi soykırım uyguladığı” iddiaları.

-HDP’li milletvekillerinin “teröre destek” verdikleri iddiasıyla başlayan ve Başbakan Davutoğlu’nun “Tüm dosyaları kapsasın” çağrısı sonrasında, AK Parti’nin TBMM’ye sunduğu dokunulmazlık teklifine MHP ve CHP’nin de destek vereceklerini açıklamalarının ardından “HDP’ye oy vermiş tüm kesimler siyasetin dışına itilmek isteniyor” propagandası üzerinden kamuoyunda “mağduriyet” algısı oluşturma.

PKK-KCK-Kandil’in yurt içindeki ve yurt dışındaki tüm bileşenlerinin, her şeye rağmen;  Leninizmin çizgisini yansıtan Lenin’in; “eylemde birlik, eleştiri ve tartışmada özgürlük” söylemine sadık kalmaya devam etmektedirler.

18 Nisan 2016 Pazartesi

Sevgili'nin Kokusu!...

Yağmurla toprağın buluştuğu,
ve çamur olacak sanırken,
buram buram yaydığı kokuyu…
Gül yapraklarında biriken
o damlacıklardan sızan kokuyu…
Her tarafı yeşile boyayan çimlerin
ferahlık veren kokusunu…
Menekşelerin rengârengini,
leylakların ise
bahçe duvarlarından tırmanarak
“kokla beni” diyeni sevdik.
Sevdik…
Sevdik ama…
Hiç birini
Sen’in kokunu sevdiğimiz kadar sevemedik…
En çok da
hücrelerinde taşıdığın ve teninden sızan,
misk-i amberden de hoş,
“O” kokunu sevdik,
“O” kokunu özledik…


Memdoğlu

14 Nisan 2016 Perşembe

Hangi Demirtaş?...

HDP ve geldiği gelenekteki tüm partiler, yıllarca Kürtler adına siyaset yaptıklarını iddia etmelerine rağmen, kendi iradelerini PKK ve Kandil’e teslim ederek, Türkiye’yi tehdit eden bu yapıdan ve silahtan medet umdular. Hatta HDP daha da ileri giderek, değiştiğini, Türkiyelileştiğini (!) ve Türkiye partisi olduğu söyledi. Ne yazık ki bunların hepsi söylemde kaldı. 

HDP; Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin, İdil ve Yüksekova’daki hendek ve barikat stratejisiyle Kürtlere hayatı zehir eden uluslararası üst aklın ürünü PKK’nın, başta bölge insanı olmak üzere Türkiye’ye verdiği zararın büyüklüğünü nihayet görmeye başladı.   Ve Umarız Demirtaş bir kez daha takiye yapmıyordur.

Halkların Demokratik Partisi Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş, Almanya'nın başkenti Berlin'de düzenlenen bir toplantıdaki açıklamalarıyla bir kez daha Türkiye gündemine oturdu. Demirtaş: “Barış Süreci’ne Türkiye’nin doğusunda ve batısında büyük destek vardı. Bizim hatamız barış görüşmelerini şeffaf şekilde topluma mal edememek oldu. Aynı şekilde Parlamento’nun da sürecin arkasında olması gerekiyordu. Barış Süreci’ni bir kişinin inisiyatifine bırakmış olmak da bir hataydı… PKK neden strateji değiştirdi; bunu onlara sormak lazım. Biz demokratik bir partiyiz ve şiddetin her türlüsünü reddediyoruz. Hendek savaşları kamu güvenliğini tehdit etti ve şiddeti tırmandırdı. Fakat bunlar diyalogla çözülmeli. Tankla, topla tüfekle değil" dedikten sonra “Özerklik ilan edilerek bir sonuç elde edilemeyeceğine” dikkat çekmiş.

Selahattin Demirtaş bu açıklamayı yapmadan önce neler söylemişti?

Demirtaş, 22 Aralık 2015 tarihinde: “‘Suriye’de halkına karşı tank kullanan yönetim meşru değil’ diyen hükümet bugün kendi ilçelerine tank sokmuş halkına tank atışı havan topu atışı yapıyor… Cizre’de, Silopi’de mesele gerçekten 10-20-30 PKK’lı olsaydı şimdiye kadar çözülmüş olmaz mıydı? Halk bu özyönetimin arkasında olduğu için hepsi hedef haline getirilmiş. Ortada 3-5 çapulcu terörist yok. Ortada halk olarak kabul edilmemiş bir topluluğun hak talebi var. Devletin bu hak talebine karşı tankla topla saldırısı var. Hendekler ondan sonra ortaya çıktı… Bugün Kürtlerin küçümsediğiniz barikat, hendek dediğiniz şey darbeye karşı direniştir. Darbe yapılmıştır”  sözleriyle, PKK’nın hendek ve barikat stratejisini meşru görmüştü.

01 Ocak 2016 tarihinde “Burada önemli olan Kürtlerin kendi öz güçleriyle ne kadar ayakta kalacaklarıdır… Uluslararası dengelere güvenerek Kürtlerin kendiliğinden statü elde etmesini beklemek saflık olur. Kürtlerin böyle bir saflık içinde olmadığını görüyorum ve buna güvenerek diyorum ki, Kürtler açısından hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır” ifadesiyle, KCK’nın Suriye yapılanması PYD’nın Suriye’de elde ettiği statü ve oluşturduğu kantonların benzerlerini Türkiye’de de oluşturma beklentisi içerisine girmişti.

06 Ocak 2016 tarihinde:  "Başbakan güvenlik güçlerinin alnından öptüğünü söyledi. Ben de bu zulmün karşısında dik duranların alnından değil ellerinden öpüyorum" sözüyle, hendek stratejisine sahip çıkmış, kamu düzenini ve halkın huzurunu ifsat eden YPS’lileri yüceltmişti.

31 Ocak 2016 tarihinde: “Kürtler çaresiz ve perişan olduğundan değil. Beni bağışlasınlar ama şu anda çaresizliği ve umutsuzluğu yaşayan Türkiye'nin batısıdır. Hep birlikte direniş umudunu büyütmemiz lazım" diyerek, Kandil’in “devrimci halk savaşı” stratejisi saçmalığına  “Kandilvari” bir ifadeyle desteklemişti.

03 Şubat 2016 tahinde: "10 Ekim'de Ankara’nın göbeğinde mitingimizde bomba patlattılar ve 104 kardeşimizi orada katlettiler. Şimdi bütün bu acılara rağmen Diyarbakır, Suruç, Ankara patlamalarına ve katliamlarına rağmen asla dilimizden barış mesajlarını düşürmedik. 'Ahlaken, vicdanen, siyaseten doğru olan çözüm yolu masadır' dedik. Hendekmiş, barikatmış inanın ki bunlar bahane, bir günde çözülür. Altı aydır kapatamadığınız hendekler bir günde Sayın Öcalan’ın mesajıyla çözülür. Bir barış mesajıyla onların hepsi kapanır. Müzakere, diyalog kapısıyla onların hepsi çözülür"  diyerek, barışın önündeki engelin devlet olduğunu ima etmiş, halkın seçmiş olduğu ve legal alanda siyaset yapan bir partinin genel başkanı sıfatıyla, çözümün adresi olarak bir kez daha Öcalan’ı göstermişti.

Ey Demirtaş!

Almanya’daki açıklamalarını, bölgenin zengin ve kadim tarihinin yok edilmesine sebep olan PKK’nın özyönetim saçmalığı ilanından önce, şehirleri cephaneliğe dönüştürmesine seyirci kalmadan önce yapsaydınız ya.

Bu ifadelerinizi Türkiye’nin barışını hendeklere gömen PKK’nın ateşine, su yerine benzin taşımadan önce dile getirseydiniz ya.

Bu duruşunuzu, yüz binlerce insanın yerlerinden ve yurtlarından göç ederek, PKK’nın oluşturduğu hendek anaforunda kaybolmasına seyirci kalmadan önce sergileseydiniz ya.

Yine, uluslararası kurumlardan Türkiye’ye baskı yapmalarını istemek yerine,  silah bırakması için PKK’ya baskı yapmalarını talep etseydiniz ya.

Bu açıklamanızı, Kürtleri “seküler” bir anlayışın çizgisine dönüştürmeyi hedeflemiş Türk solunun fosilleşmiş artıklarına teslim etmeden önce yapsaydınız.

Şimdiye kadar aklınız neredeydi? Eskilerin “Bade harab ul basra” demesi gibi,  yaşanan bunca ölüm ve yıkımlardan sonra mı aklınız başınıza geldi?

Siyasi hayatınız, hep çelişkiler yumağı mı olacak?... 

13 Nisan 2016 Çarşamba

Mecnun Misali!...


“Dağları delsek ne fayda, okyanusları aşsak ne olacaktı ki?
Çünkü!
Ne dağın arkasında, ne de aşılacak okyanusun sonunda Leyla yok” dedi.
Ve Mecnun misali kalakaldı.
Öylece bakındı etrafına…
Kum fırtınası, yer ve gökyüzünü sarmış gibiydi.
Baktığı halde, 
Sadece kalbini alıp götürenden başkasını görmüyor, göremiyordu.
Oysaki ne fırtına vardı, ne de kum.
Güneş ise bir o kadar berrak ve parlaktı.
“Hani ruhla beden kardeştiler,
İkisi de bir arada hayat buluyorlardı?” diye düşündü…
Aradı ruhunu, onu esir alanı da
O kadar bitap ve yorgundu ki
Uzanıverdi toprak yığınına…

Uyandığında…
Binlerce yaprağın üzerini örttüğünü sanarak irkildi.
Ve uzun uzun bakındı gökyüzüne…
Bir söğüt ağacıydı.
Diğer ağaçların hepsi gökyüzüne el uzatırken,
Söğüt ağacı toprağa eğiliyor, eğiliyordu.
Bir süre düşündü ve bedenine baktı
O da topraktan uzaklaşamıyordu, yorgun ve bitkin.
Anladı ki söğüt ağacının da bir derdi vardı.
İlkbaharda yükü artıyor, arttıkça daha da eğiliyor,
Sonbaharda ise yapraklarını döküp, ayağa kalkıyordu.
O günden sonra hiç ayrılmadı gölgesinden.
Biliyordu ki onun da ruhu gidenin esiri olmuş
Ve bir daha dönmemişti.
“Tıpkı benim gibi, ikimizde yaralı, ikimiz de çaresiz” dedi.
Ve hiç ümidini yitirmeden, bekledi, bekledi, bekledi…
Ta ki söğüt ilkbaharda kuruyana,
Kendisi de sonbaharda toprak oluncaya dek…

Memdoğlu...

12 Nisan 2016 Salı

PKK’nın “Kürt ve Alevi Soykırımı” Yalanı!...

2015 Temmuz ayında yeniden çatışmalı süreci başlatan PKK, gün geçmiyor ki akıllara ziyan dezenformasyon içerikli yalan haber ve yorumlar üzerinden toplum algısını manipüle etmeyi hedefleyen haberler yapmasın.

Türkiye’nin “eski Türkiye” olmadığını göremeyen PKK, (Yeni Türkiye, PKK’nın geçmişte kendi propagandasına alet ettiği argümanların tamamına yakınını boşa çıkarmıştır) kendisine yeni propaganda malzemesi oluşturmak adına, kontrolündeki medya organları üzerinden her türlü dezenformasyonu yapmaktadır.

PKK’nın son günlerdeki hedef kitlesi-PKK her dönemde Alevileri istismar etmiştir- yine Alevi vatandaşlarımız.

Terör örgütünün Avrupa’daki yayın organlarından Yeni Özgür Politika Gazetesi’nde Baki Gül (B.Gül, İlkokulu Elazığ’da, üniversiteyi İstanbul’da okumuş, PKK’nın yurt içindeki haber ajansı olan Dicle Haber Ajansı’nın kuruluşunda yer almıştır. Özellikle Kandil’de KCK Yürütme Konseyi üyeleri ile yaptığı program ve söyleşilerle gündeme gelmiş olan Baki Gül,  kapatılan Roj TV’ ile halen yayında olan Med Nuçe ve Sterk TV’lerde programlar yapmış/yapan Tuncelili bir Alevidir.) imzasıyla yayınlanan yazıda: “Yalçın Akdoğan; AFAD’dan sorumlu, Yurt dışı Türklerinden sorumluydu. Şimdi ise ‘Legal görünüm altında illegal faaliyet yürüten yapılarla mücadelenin koordinasyonu’ ve ‘Suriyeli sığınmacılarla ilgili koordinasyon’ görevleri var. Yani DAİŞ çetelerinin nerede nasıl ve hangi hedefe yöneleceğini de Yalçın Akdoğan belirleyecek. Kimin tutuklanacağı; hangi Kürt ve Alevi kentlerinin göç ettirileceğini de yine o belirleyecek. Bu nedenle herkesin Yalçın Akdoğan’ın Kürt ve Alevi soykırımının mühendisliği görevi yürüttüğünü bilmesi gerekiyor. Bütün yıkımlarda, ölümlerde, tutuklamalarda, göç ettirmelerde, yargısız infazlarda Yalçın Akdoğan ismini daha fazla duyacağız”  denilerek, Yalçın Akdoğan şahsında devlete yönelik karalama kampanyasına devam edilmektedir.

16 Haziran 2015 tarihli “Çözüm Bekleyen Çözüm Süreci!” başlıklı yazımızda: Yalçın Akdoğan’a yönelik, “‘HDP'nin barajı geçeceğini ben düşünmüyorum, şu anda yüzde 7 civarlarında görünüyorlar. Bunu ittirme, şantajlarla ya tutarsa diye oynuyorlar ama bu çok sağlıklı bir anlayış değil’ diyen ve HDP’nin yüzde 13 oy almasıyla siyasi bir fiyaskoya imza atan Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan; ‘HDP, PKK'ya silah bırakma çağrısı yapsın’ diyerek ‘Çözüm Süreci’nden sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak, ikinci bir fiyaskonun mimarı olmuştur. Bir siyasetçi, siyaseten rakibi olan partiye ilişkin yüzde yüz yanılacak bir öngörüde bulunabiliyorsa, ülke ve millet için neler öngörmez ki. Sayın Akdoğan, HDP’nin PKK’ya silah bıraktıracak güç ve iradesinin olamayacağını bilmiyor mu?” eleştirisinde bulunmuş bir yazar olarak bu yazıyı yazıyorum.

Statükonun hüküm sürdüğü eski Türkiye yönetimlerinin mimarı olan 1938-1939 Dersim trajedisini görmezden gelen ve bu trajedi için başbakanlığı döneminde “Eğer devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa ben özür dilerim ve diliyorum''diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı diktatörlükle itham eden PKK ve medyası, yeni Türkiye’yi de “Kürt ve Alevi soykırımı” yapma iftirasıyla karalamaya çalışmaktadır.

Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre, Şanlıurfa, Hatay, Kilis, Malatya, Kahramanmaraş, Gaziantep ve İstanbul başta olmak üzere üç milyona yakın Suriyelinin misafir edildiği Türkiye’yi görmezden gelen terör örgütü, her seferinde Türkiye’yi DAİŞ virüsü çetecileriyle bir araya getirmeye gayret etmektedir. Bunu yapan PKK, hendek ve barikat stratejisiyle Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin ve Yüksekova gibi ilçeler başta olmak üzere, şehir merkezlerindeki Kürtlere hayatı zindan etmeyi hedef almıştır. Bununla da yetinmeyen uluslararası güç odaklarının kontrolündeki Kandil merkezli PKK, kendisi gibi düşünmeyen Kürtlere hayat hakkı tanımamış, onları yerlerinden ve yurtlarından göç etmelerine sebep olmuştur.

“Devlet Kürtleri katlediyor” propagandasıyla Türkiye’nin itibarını zedelemeye çalışan PKK, bu kez “Devlet hem Kürtleri, hem de Alevileri katlediyor” yalanının arkasına sığınarak, Kürtlere yaptığı kötülüğü ve verdiği zararı perdelemeye amaçlıyor.

PKK medyasının hedefi, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan değil, Akdoğan’ın sorumluluğunda bulunan ve son yıllardaki başarılı hizmetleriyle gündeme gelmiş olan AFAD ve TİKA gibi devlet kurumlarıdır.

Terör örgütlerine yönelik psikolojik üstünlük elde edilememiş bir mücadelenin başarılı olması mümkün değildir. Ülke olarak psikolojik mücadele manasında maalesef terör örgütü PKK’ya karşı henüz yeterli bir üstünlük kurabilmiş değiliz.

Her anlamda (siyasi, askeri, ekonomik, politik…) uluslararası güçlerce desteklenen ve hücresel bir sistemle kendisini yenileyebilen -kırsal alanda kaybedince, çatışmaları şehir merkezlerine indirgeyerek yaymaya çalışan bir yapı- bir terör örgütüne karşı, duvar edebiyatı sloganları ve propagandasıyla psikolojik üstünlük sağlanamaz.

9 Nisan 2016 Cumartesi

Düşler Ülkesi!...


Taşındım bu dünyadan,
Emanet ne varsa hepsini toplayarak,
Arkamdan bir tutam bile bırakmadan…
Gözyaşlarım, acılarım ve yüreğime kalın dedim, siz gelmeyin!
Dediysem de bırakmadı hiçbirisi.
Ellerime, ayaklarıma, omuzlarıma…
Tutunabildikleri her yere tutundular.
Onlar da geldiler benimle…

Uzun uzun baktım misafir olduğum geçmişime…
Ve gözlerimi kapatarak attım ilk adımlarımı,
Geçmiş için sona, gelecek için yeni bir başlangıca…
"Hoş geldin” dedi, düşler ülkesi pembe rengiyle.
Artık her köşesi bana aitti ve hayalini kurduğum ne varsa,
Bir bir gerçekleşiyordu düşler ülkesinde…

Bir tuhaflık vardı.
İstemeden benimle gelen,
Gözyaşlarım, acılarım ve yüreğim,
Sessizce bir kenarda oturmuş bekliyorlardı.
Aldırış etmeden, koştum gökkuşağı renkli dönme dolaba.
Sonra kelebeğin kanadında özgürce uçarak,
Kondum hayalimdeki Sevgili’nin omuzuna.

Dere tepe, beraberce gezdikten sonra bir adım kalmıştı.
İşte dedim, işte burasıydı benim dünyam.
Taşındığım ülkemde, her şey hayal ettiğim gibi,
Dahası, hayal edemediklerim de emrimdeydi…

Bir anda, pembe yerini önce griye, sonra yavaş yavaş karanlığa bıraktı.
Özlem duyduğum her şey hareket emiyor, hiçbirisi beni duymuyordu.
Kelebek bir oka, gökkuşağı rengindeki dönme dolap bir fırtınaya,
Dere tepe, bir boşluğa dönüşmüştü…

Durun dedim, durun!
Burası benim ülkem, yıkmayın, yıkılmasın!…
Bir çıkmazın içindeyken beni bırakmayan
Gözyaşlarım, acılarım ve yüreğim,
Omuzuma dokunarak: “Uyan” dedi.
“Uyan! Aç gözünü,  biz hakikat, onlar ise sadece tatlı bir düş”…

Memdoğlu...