27 Mayıs 2015 Çarşamba

Anne ve Toprak


Anne, toprak gibidir.
Taş atsan da gül versen de
Kalbinde yer açar, barındırır hepsini…
Toprak…
Beşerin baktığı gibi, tepeden bakmaz kimseye.
Gecenin gündüzü örttüğü gibi
Örter insanoğlunun tüm günahlarını.
Anne,
Affeder evladının tüm kabahat ve kusurlarını,
Toprak, dünyadaki tevazunun simgesi
Anne, yeryüzündeki şefkatin göstergesi.
İkisi de mahzun, ikisi de garip…

Memdoğlu...

26 Mayıs 2015 Salı

Erdoğan’ın Farklılığı!...

Geçtiğimiz yılın ağustosunda ilk defa halk tarafından Cumhurbaşkanı olarak seçilen Recep Tayyip Erdoğan: “Ben farklı bir Cumhurbaşkanı olacağım” dediğinde, Sayın Erdoğan’ın nasıl bir “farkındalık” oluşturacağını tüm Türkiye gibi biz de merak etmiştik.

Acaba diyorum? Sayın Cumhurbaşkanı’nın “farklı olacağım” dediği şey, seçim meydanlarına inmek miydi?  AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu ve ekibine âdeta “siz bu işi bilmiyorsunuz, ben olmadan AK Parti seçim kazanamaz” demek miydi?

Bir siyasetçi için en büyük zorluk, bir başka siyasetçinin gölgesi altında politika yapmaktır. Sayın Başbakan da Cumhurbaşkanı’nın gölgesi altında meydan meydan dolaşarak seçim kazanmaya çalışıyor.

Abdülkadir Selvi, 25 Mayıs 2015 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde: “Önceki seçimlerde AK Parti'ye oy veren ama şimdi partisi ile ilişkisini sorgulayan kitle yeniden kazanılmazsa, Türkiye 8 Haziran sabahı koalisyon hükümetine uyanma tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir” diyor. Selvi’ye bu tespiti yaptıran sebepler nelerdir? Selvi’nin gördüğü bu sorunları AK Parti yönetimi görmedi/göremedi mi?

Yaklaşan seçim nedeniyle, MHP’ye kayması muhtemel milliyetçi oyları muhafaza adına kullanılan dil ve söylemler, geçmişte AK Parti’ye oy vermiş büyük bir kesiminin AK Parti’ye şüphe ile bakmasına, AK Parti ile aralarındaki gönül köprüsünün yıkılmasına neden olmuştur. Cumhurbaşkanı dâhil, AK Parti’li çoğu siyasetçi, geçmişte “Kürt Sorunu”nun çözümü için gösterdikleri iradeyi, seçim çalışmaları kapsamında gösterememişlerdir.

Evet, Sayın Erdoğan, kendisinin onayı olmadan AK Parti’nin politika ve siyaset üretmesine izin vermeyerek farklı bir Cumhurbaşkanı olduğunu göstermiştir.

Neydi bunlar?

-15 Mart 2015 tarihinde Balıkesir’de sarf ettiği “Şimdi varsa bakıyorsun; Kürt sorunu. Kardeşim ne Kürt sorunu ya. Artık böyle bir şey yok” sözü ile başlayan çıkışı,

-AK Parti Hükümeti’nin Çözüm Süreci içerisinde, HDP ile ortak Dolmabahçe deklarasyonuna karşı olduğunu açıklaması,

-Yine Çözüm Süreci kapsamındaki “İzleme Heyeti” için “İzleme Kurulu’na karşıyım” demesi.

-Aday belirleme aşamalarında kendisine ait olduğu iddia edilen listelerin gözetilerek parti teşkilatlarının devre dışı bırakılması.

-HDP’nin seçim bildirgesine Diyanet’i kaldıracağı vaadine karşılık, Diyanet’in bastırdığı Kürtçe Kur’an mealiyle cevap vermeye çalışmasıyla  (ki Kur’an’ı Kürtçe mealden okumak isteyen bir Kürt, 1994 Yılında A. Varlı’nın kendi gayretleriyle basımını gerçekleştirdiği meale zaten ulaşabiliyor) zirve yapmıştır.

13 yıllık iktidarı döneminde (özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde) birçok konuda Türkiye’ye çağ atlatan AK Parti,  insana yatırımın kapısı olan eğitim sistemindeki başarısızlığıyla sınıfta kalmıştır.  Yol ve köprü için kullanılan “Onlar konuşur, AK Parti yapar” sloganının “eğitim sisteminde” karşılığı yoktur maalesef…

Siyasi partilerin seçim propaganda çalışmalarında kullanıldıkları dil, seçim hazırlıklarından ziyade, savaş hazırlıklarını andırıyor.  Siyasetçilerin kullanmış olduğu dil ve üslup, birbirini ötekileştiren, toplumu kamplara ayrıştıran ifade ve söylemlerle dolu. 

Sayın Cumhurbaşkanı’nın “baldıran zehiri” içmeyi göze alarak inşa etmeye çalıştığı kuleyi, yine kendi eliyle yıkmaya çalışmasını anlayamıyoruz.

AK Parti’nin, 7 Haziran’da “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olma” riskiyle karşılaşabileceği endişesini taşıyanlardanım.

22 Mayıs 2015 Cuma

Mahinur'un Çilesi...


Adalet, bir ülkenin mutluluk terazisidir

Henüz on beşindedir Mahinur. Buğday tenli, elâ gözlü, selvi boylu dünyalar güzeli genç bir kızdır. Görenler, yirmili yaşlarda zanneder Mahinur’u. Köyde büyümüştür. Mahirdir, çalışkandır, her iş gelir elinden. Çalışkanlığı dillere destandır adeta. Tarla işleri, ev işi ve temizlik derken, en çok da yaptığı güzel ve lezzetli yemekler ile konuşulur.  

Her genç kız gibi, onun da pembe hayalleri vardır.  En büyük hayali de sık aralıklarla köylerine gelen ebe gibi, okuyup ebe olmaktır. Okumayı yazmayı çok sevse de maalesef ailesi tarafından okula gönderilmemiş, “ebe” olma hayali sonlandırılmış, çilesi başlamıştır Mahinur’un.

Temmuz ayının ortaları, yine sıcak bir gündür.  Bahçelerindeki böğürtlenler olgunlaşmıştır. Herkes gibi Mahinur’un da canı çeker, böğürtlen yemek için çalılıklara yaklaşır. Çile bu ya tam da böğürtleni koparacağı esnada ayağı kayar ve çalılıkların ortasına yuvarlanır. Kurtulmak için çabalasa da nafile…

Mahinur’un feryadını duyan civar komşular, bahçeye koşarlar. Vücuduna dolanmış olan çalılıkları keserek o narin bedenini kurtarırlar. Saçları da dolanmıştır, bu kez çalıları değil;  o çok sevdiği saçlarını kesmek zorunda kalırlar. Metanetli görünmeye çalışsa da gözyaşlarını gizleyemez. Çok üzülmüştür…

Çileli doğmuştur…

Yakın akrabalarından bir taliplisi çıkar. Ailesi yaşı ve akrabalığı bahane ederek, böyle bir evliliğe rıza göstermez. Arkadaşlarının ikna etmesiyle çocuk yaşta evliliği kabul ederek Türkiye’nin “çocuk gelinler” kervanına katılır Mahinur.  Aileler arasında tatsız olaylar yaşanmasına rağmen,  o yılın sonbaharında düğünü yapılır.

Düğün sonrası Mahinur’un çilesi daha da artmaya başlamıştır.  Gelin olarak gittiği evde itilip kakılır, hakarete uğrar. Ses çıkarmasa da sahipsizlik hissi yüreğine hançer gibi saplanır durur. Yanlıştır tabi. Ama dönemin adetleri gereği babasının: “Kızım bu ev artık sana yabancıdır. Unutma ki bu eve ancak cenazen gelebilir” sözü, işkence görmesine rıza göstermek mecburiyetinde bırakır kendisini.

Çektiği çile yetmezmiş gibi hamileyken eşi askere gider.  Artık onun için günler ay, aylar yıl, yıllar asır gibidir.  O kutsal annelik duygusunu tattığında eşi henüz askerden dönmemiştir. Dokunaklı sesiyle, hüzünlü ninnilerle büyütür yavrusunu. Sayılı ve zahmetli günler gelir geçer, eşi askerden döndüğünde oğlu yaşına girmek üzeredir.

Çektiği tüm acıları yüreğinin heybesine koyan Mahinur, eşinin askerden dönmesiyle birlikte, daha iyi bir yaşam için şehir merkezine taşınırlar. Geçim şartları, hayalini kurdukları gibi bir yaşam sunmaz kendilerine.  Hayat, eşini ve Mahinur’u gurbete mecbur eder.

Nereyi mi?

Taşıyla toprağıyla altın (!) olan İstanbul’a göç ederler. Nice türkülere, şarkılara, âşıklara, sevdalara, romanlara konu olan İstanbul, Mahinur’un beklediği mutluluğu esirger kendisinden.

Sözbirliği etmişçesine, insana mutluluk veren Boğaz’ın masmavi suları, Üsküdar sahilleri, tarihi Eminönü Çarşısı, Sultan Ahmet ve Taksim meydanları, İstiklal Caddesi, Galata Kulesi, Eyüp Sultan da esirger mutluluğunu Mahinur’dan. Ve İstanbul maceraları kısa sürer. Onun için İstanbul’un ne taşı, ne de toprağı altın olur. Memleketlerine geri dönerler.

Köylerine döndüklerinde,  ikinci kez anne olmuştur ancak ciğerparesi özürlüdür. “O neylerse güzel eyler” diyerek, Allah’a şükreder.  Yıllarca eşinden sözlü taciz ve hakaretlere maruz kalsa da yüreğine taş basmıştır bir kere. “Ya Sabır” der, O’na sığınır.

Yıllar geçmiştir, çocuklar yetişkinliğe erişmiştir ama Mahinur’un çilesi devam etmektedir. Eşinin sorumsuzluğuna kendisinin çaresizliği de eklenince, psikolojik sorunları olan özürlü çocuğuna iyi bir eğitim veremez. Bu eksikliğe toplum ve mahalle baskısı da eklenince, evladı kendisini insanlardan soyutlamaya, huzuru ve mutluluğu yanlış olan mecralarda aramaya başlar. 

Psikolojik sorunlu evladının “ölçüsüz” yaşantısına, çevresine verdiği zarar ile fiziki işkence de eklenince, oğlu; bir zamanlar “taşı toprağı altın” diye gittikleri İstanbul’a gitme kararı alır. Ciğerparesini bu kararından vazgeçirmek için çok yalvarır, çok ağlar ama nafile, “kararım kesin” der ve İstanbul’a gider oğlu. Ne gariptir ki psikolojik sorunları olan oğlunun İstanbul’a gidişine en çok, ona sevgi ve şefkatini verememiş babası sevinir.

Mahinur’a mutlu ve huzurlu bir yaşam sunmayan İstanbul, Mahunur’un oğlundan da esirger bu güzellikleri. Psikolojik sorunlarına korkusuzluğu da eklenince,  oğlu yeraltı dünyasının ağına düşer. Gayri kanuni işlerle uğraşır evladı.

İstanbul’a gidişinin üzerinden bir yıl geçmemiştir ki güpegündüz, İstanbul’un merkezinde ticari sebeplerden ötürü, önceden de birkaç kez tartıştığı bir grup tarafından silahla vurularak öldürülür. Faili belli olan bu vahşi cinayet dosyası, diğer faili meçhul dosyaların bulunduğu tozlu raflardaki yerini alır.

Allah hiçbir anneye evlat acısı yaşatmasın. Yavrusunu meçhul bir cinayet sonrası kaybeden Mahinur, üzüntü ve kederden sağlığını yitirir. Gencecik annenin yaralı yüreği bu acıya, bu çileye fazla dayanamaz. Bir temmuz günü saçları kesilerek başlayan Mahinur’un bu dünyadaki çilesi,  yine sıcak bir temmuz günü Rahmet-i Rahman’a ruhunu teslim ederek son bulur.

Faili belli olan “faili meçhul” dosyalar, yüzlerce, binlerce annenin yüreğini, acısını sızlatmaya devam etmektedir. Faili meçhul dosyaların varlığı ülkemiz için yüz kızartıcı bir durum değil midir?

Aydınlatılacak her faili meçhul dosya, hayattaki annelerin acılarını birazcık da olsa hafifletecek, bu acıyla vefat etmiş annelerin ruhlarını da huzura erdirecektir.

Adalet, bir ülkenin, bir milletin huzur terazisidir. Hiçbir cinayet faili meçhul kalmasın, adalet yerini bulsun.

Anneler ağlamasın artık.

Memdoğlu...

21 Mayıs 2015 Perşembe

Öcalan’ın Mustafa Kemal Okumaları...


Öcalan, 30 Kasım 2005 tarihli Avukat Görüşme Notları’nda: “Mustafa Kemal’in 1920’li yıllarda oynadığı rolü 2000’li yıllarda oynayacak bir ‘Kürt’ Mustafa Kemal’e ihtiyaç vardır” diyordu.  Ve Kamuoyu Öcalan’ın bu açıklaması karşısında şaşkınlığını gizleyememiş, ne demek istediğini de anlayamamıştı.

Türkiye’nin en hassas konusunun öznesi durumundaki şahsı, yani Abdullah Öcalan’ı baz almak... Biliyorum, birçok kişi gibi “Neden Öcalan”, “Ne münasebet?” diyebilirsiniz.  Bu konuda haklı da olabilirsiniz. Ama bize göre ülkenin en büyük sorunu kabul edilen bir sorunun temel çözümü, o sorunun başındaki şahsın tanınması ve tanımlanmasıyla mümkün olabilir.

İşte bu saptama bağlamında, şahsi inanç, düşünce ve eğilimlerimi bir yana bırakarak, kendimden en ufak bir iz dahi yansıtmadan, Öcalan’ı baz alarak bir çalışma yaptık. Öcalan’ın içyapısı ancak karakter kodları, düşünsel derinliği ya da yüzeyselliği, eğilimleri, inanç dünyası ve hedeflerini, Öcalan’ın aynası ve röntgeni diyebileceğimiz yazıları incelendiğinde anlaşılabilecek ve görülebilecektir.

Yıllardır Türkiye’nin gündeminden düşmeyen ve hâlihazırda da düşmeyeceğe benzeyen Öcalan ve PKK, değişik çevrelerce kendi algı ve ilgi dünyalarına paralel düşen tahlil ve analizlere tabi tutulmuştur. Öcalan bu güne kadar ya tanınmadı ya da tanınmak istenmedi. Zamanında ve zemininde, yani Türkiye gerçekliğinde, kendi özel -yerel şartları içinde Öcalan’ın kişisel kodları çözülmüş olsaydı, onun ideolojisi, ruh dünyası ve dünya perspektifi üzerinde durulup analizler ve kriminal çalışmalar yapılabilseydi, bugün çok daha farklı bir noktada bulunabilirdik

Öcalan, Mustafa Kemal’in kişiliğine ilişkin yakalanmadan önce, Şimdi M. Kemal’i çok iyi görüyorum. Onunla karşı karşıya olmayı, kurnazlıklarını, alçaklıklarını yüzüne söylemeyi çok isterdim. İktidarlaşmış ama neye dayanarak? Bazıları ‘Devrimci’, ‘Kurtuluşçu’ diyor” (Serxwebûn Dergisi-124,  s. 18)  derken, yakalandıktan sonra ise  “Mustafa Kemal ülkesi için, kendi halkı için dünya çapında en büyük mücadeleyi veren önderlerden biridir. Mustafa Kemal, iyi bir savaşçıydı; iyi bir bağımsızlıkçıdır, lâiktir, bilimseldir, ortaçağ ideolojisine karşıdır. Zaten cumhuriyetçi olduğunu biliyorsunuz. Mustafa Kemal geleneği budur” (A. Öcalan 24 Eylül 2004 Tarihli Avukat Görüşmesi Notları’ndan) diyebilmiştir (!)

Öcalan, Mustafa Kemal’in ittihatçılığına ilişkin yakalanmadan önce, “M. Kemal işe İttihat Terakkicilikle başlar. Cumhuriyetin kuruluşuyla artık yeni bir dönem gelişir. Buna karşı tepkilerin gelişeceği açıktı. Zaten Ermeniler, Rumlar tasfiye edildikten sonra, son olarak sıra Kürtlere geliyordu” (PKK 5. Kongresi'ne Sunulan Politik Rapor, s. 93-94; Serxwebûn 157, s. 5) derken, yakalandıktan sonra ise “Bilindiği gibi İttihat Terakki’nin merkezi de Yahudi masonlarının almak istedikleri Selanik ve çevresidir. Mustafa Kemal İttihat ve Terrakicilerin oyununu bozarak sonuçta Cumhuriyeti kurmuştur” (Serxwebûn Dergisi-301, s. 40) demiştir.

Öcalan, yakalanmadan önce Mustafa Kemal’in mason olduğunu, “Genelde İttihat Terakki, özelde Mustafa Kemal ekibi mason localarına daha şiddetle bağlıdır. Bu dönemde de Siyonizm’in merkezi Londra’dır” (Serxwebûn Dergisi -206,  s. 15) ifadesiyle iddia ederken,  aynı Öcalan yakalandıktan sonra ise “Öyle şekilsel şeylerle, her tarafa bayrak asmakla, M. Kemal’in heykelini dikmekle ‘Kemalizm’ olmaz. M. Kemal iki anlayışla mücadele etmiştir: Bir, ‘Panislamizm’; iki, ‘Pantürkizm’. Bir de M. Kemal masonları tasfiye etmeye çalışmıştır. Onun için ‘Mason’ da diyorlar, ama masonları tasfiye etmeye çalışmıştır” (Serxwebûn Dergisi-307, s. 60-61)  der.

Yakalanmadan önceki Öcalan, Mustafa Kemal’i: “M. Kemal’de burjuva demokratlığı yok, tam tersine bunun inkârı var. Zaten TC'nin dayandığı Osmanlı despotizmi buna fırsat vermez. Kişi olarak da M. Kemal'in böyle bir demokratlığı söz konusu olmaz. Tamamen bir diktatördür” (A. Öcalan, Sömürgeci Cumhuriyet Kirli ve Suçludur, s. 150-151) ifadeleriyle azılı bir diktatör olarak tanımlarken, ne hikmetse yakalandıktan sonra “Devlet ve demokrasi krizi en derin haliyle yaşanıyordu. Bu duruma karşı geriye kalan devlet aygıtları ve toplumsal güçler nefsi müdafaa, yani öz savunma durumuna geçmekten başka çare bulamamışlardı. Bu tablo karşısında Mustafa Kemal önderliği açık ki Jakoben bir özelliği çağrıştırmaktadır. Mustafa Kemal hem kişilik olarak yetişme tarzı gereği, hem de öz bilinç ve irade olarak bu koşulların biçilmiş kaftanı ve kaptanı durumundadır” (A. Öcalan, Türkiye’de Demokratikleşme Sorunları, Kürdistan’da Çözüm Modelleri, s. 20-21; Serxwebûn Dergisi-352, s.18) demiştir.

Öcalan, yakalanmadan önce Mustafa Kemal’i “1920'lerden sonra yükselen faşist dalgada Mustafa Kemal'in payı belirgindir. Gerçekten de benzer faşist diktatörlüklerden daha tehlikelidir. Ve bu diktatörlük günümüze kadar devam ediyor” (Serxwebûn Dergisi-168, s. 14) diyerek faşistlikle suçlarken, yakalandıktan sonra ise “Bu Neo-İttihatçılar kendilerine “Mustafa Kemalciyiz” diyorlar. Ama Mustafa Kemal hiçbir zaman Almanya ile ittifak yapmamıştır. O'nun çizgisi özgürlükçü ve bağımsızlıkçı çizgidir. O, dönemindeki koşulların dayatması nedeniyle, daha çok İngiltere ve biraz da Sovyetler'le ittifak yapmıştır. Ama hiçbir zaman Almanlarla ittifak yapmamış, Alman faşizminin yol açacağı tehlikeleri öngörmüştür” (A. Öcalan 02 Ocak 2007 Tarihli Avukat Görüşme Notları’ndan) diyebilecek kadar kendisi ile çelişmiştir.

Öcalan’ın “Mustafa Kemal”e ilişkin değerlendirmeleri bu kadarla bitmiyor. (Merak edenler, daha geniş bilgi için Öcalan’ın Mustafa Kemal Okumaları adlı kitaba başvurabilirler)   Yine de bu kısa değerlendirme içerisinde, onun kişiliğine ve özelliklerine dair birçok anekdotu bulabileceksiniz. Bir başka ifadeyle,  Öcalan’ın yakalanmadan önceki katı ve ödünsüz muhalifliğinin, yakalanma sonrasında nasıl değiştiği rahatlıkla görülebilecektir.

Amacımız, yakalanmadan önceki ve sonraki Öcalan’lar arasındaki derin çelişkiyi, düşünsel ve ideolojik parçalanmışlığı, yaşadığı travmayı ve kendi içindeki kavgayı ve Öcalan’ın tenakuzlarla dolu kişiliğini ortaya çıkarmaktır.  




18 Mayıs 2015 Pazartesi

Ciğerparem!...

Seni kollarıma aldığım o ilk gün.
Daha dün gibi…

Bebeğim?
Sen dünyayla tanıştığında,
Ay ve güneş gülümsememi izliyordu.
Yeni yeni atmaya çalışırken adımlarını,
Benim ruhum, âlemin kapısına doğru yürüyordu.
Çiçek bahçelerini andıran o gamzeli gülüşlerin…
Zeytin karası gözlerinle bakarken bana,
Gökyüzünde uçan kuşlar bile
Mutluluğuma şahitti...

Bebeğim!
Küçücükken sen!
O masum, cennetsi kokunu çekerdim ciğerlerime
Ve açılırdı nefesim…

Şimdi…
Ne çabuk geçmiş o koca yıllar?
Bir kuğuyu andıran o beyaz kanatlarınla,
Yuvamdan uçmaya hazırlanıyorsun…

Kalbi merhamet baloncuklarıyla dolu şu “baban!”
Sevgiyle besleyip büyüttüğü gönül gülşenini
Gözyaşlarıyla ıslatır.
Bir bahçevan gibi, sabır ve şefkatle
Yüreğimde büyüttüğün o muhabbet güllerini,
Bir deste buse ve tebessümle sunuyorum.

Hüznün ruhumu sardığı,
Sessizliğin çöktüğü karanlık gecelerde
Sizleri tüm kötülüklerden korusun diye.
Dualarımı ulaştırıyorum Rabbim’e…

Memdoğlu...

17 Mayıs 2015 Pazar

Öcalan ile Kandil’in Samimiyeti!...

PKK kuruluş bildirisinde PKK’nın kuruluş amaçlarından bahsederken, “PKK, Kürdistan halkı için sürekli ulusal baskı ve sömürü çağının geçtiğini, bunun yerine proletarya önderliğinde direnme döneminin başladığını ilan etmekle, sadece gecikmiş bir görevi yerine getirdiği inancındadır. Disiplin, fedakârlığı, alçak gönüllülüğü, Marksizm-Leninizm ve devrimin zaferine sonsuz inancı, örgüte, göreve ve kolektif güce bağlılığı, emperyalizme, sömürgeciliğe ve işbirlikçilerine karşı savaşmayı kendi yaşamı haline getirir”  der.

İki buçuk yıldır devam eden çatışmasızlık ortamı ve devlet ile İmralı arasında başlayan süreçle beraber, Türkiye’de barış ümidi bir kez daha yeşermeye başlamıştır. “Çözüm Süreci” seçimlerden ötürü askıya alınmış olsa da Türkiye’nin büyük bir çoğunluğu bu ümidini hâlâ korumaktadır.

AK Parti süreç konusunda hiçbir dönem aceleci davranmadı. Kamuoyunda oluşabilecek olumsuz tepkileri de göz önünde tutarak, süreci geniş bir zaman dilimine yaymaya çalıştı. Dönemin şartlarına bakıldığında doğru bir yaklaşım olmasına rağmen PKK’nın “bakın devlet bizi oyalıyor, samimi değil” propagandasını boşa çıkaramadı. Süreci ağır yürütmenin bedeli ise biraz ağır oldu. Suriye’de devam eden iç savaş ve Rojava’da PKK’nın Suriye yapılanması PYD tarafından oluşturulan Kanton yapılanmalar ile IŞİD terörü, Orta Doğu’daki tüm dengeleri bozdu. Devletin Kürt soruna bakış açısının ve mantalitesinin değişmesi önemliydi ama PYD’nin Rojava’daki başarısı ve IŞİD’in Kobani’ye saldırması,  “Çözüm Süreci”nde PKK’nın elini güçlendirmekle neticelendi.

 İki buçuk yıllık süre içerisinde Öcalan ile KCK ne yaptı? Buyrun samimiyet testine.

13 Mart 2013: PKK, bir iyi niyet göstergesi olarak, farklı tarih ve yerlerde kaçırdığı, aralarında kaymakam adayı Kenan Erenoğlu’nun da bulunduğu 8 kamu görevlisini serbest bıraktı.

21 Mart 2013:  Diyarbakır Nevroz alanında Öcalan’ın “artık silahlar sussun, siyaset konuşsun, silahlı unsurlar yurtdışına çekilsin” dediği mesajı okundu.

23 Mart 2013:  KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, “Resmi ve açık bir şekilde ateşkes ilan ediyoruz” dedi.

2 Nisan 2013: KCK Yürütme Konseyi üyesi Cemil Bayık: “Gerilla yasal güvenceyi görmeden tek bir adım geri atamaz” dedi.

3 Nisan 2013: Öcalan PKK’ya sınır dışına çıkma talimatına uyması için bir mektup gönderdi.

28 Haziran 2013: Diyarbakır Lice’de karakol yapımı bahanesiyle meydana gelen olaylarda bir kişi yaşamını yitirdi.

10 Temmuz 2013:  30 Haziran-5 Temmuz tarihleri arasında Kandil’de gerçekleştirilen PKK 9. Kongresi’nde eşbaşkanlık sistemine geçildi. Cemil Bayık ve Bese Hozat KCK Eşbaşkanları seçildiler.

26 Temmuz 2013:  İmralı heyetiyle görüşen Öcalan, hükümetin Ekim ayına kadar gerekli adımları atmaması halinde ateşkesin bozulacağını açıkladı.

9 Eylül 2013: Kandil, devletin gerekli adımları atmadığını bahane ederek, geri çekilmeyi durdurduğunu açıkladı. (Açıklanan tarihe kadar yurtiçindeki PKK militanlarının ancak %10-15 geri çekilmişti) 

29 Ekim 2013: KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık sürecin devamı için Öcalan’ın cezaevi koşullarının değiştirilmesini, sürecin yasal zemine oturtulmasını ve müzakerelere “üçüncü” bir gözün dâhil etmesini istedi.

3 Aralık 2013: Cemil Bayık, 2014 baharına kadar süre tanıdıklarını, gerekli adımların atılmaması halinde çatışmaların yeniden başlayabileceğini söyledi.

8 Aralık 2013: Diyarbakır-Bingöl karayolunda dört rütbeli askeri kaçıran PKK, daha sonra askerleri serbest bıraktı.

11 Ocak 2014: HDP heyetiyle görüşen Öcalan 17-25 Aralık operasyonlarına ilişkin olarak; “Ülkeyi bir darbe ateşiyle yeniden yangın yerine çevirmek isteyenler bizim bu ateşe benzin taşımayacağımızı bilmelidir. Her darbe teşebbüsü bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da karşısında bizi bulacaktır” dedi.

17 Mart 2014: PKK’nın silahlı yapılanması HPG Başkanı Murat Karayılan, Öcalan cezaevinde olduğu sürece PKK’nin silah bırakmayacağını açıkladı.

21 Mart 2014: Diyarbakır Nevruz alanında okunan mesajında; “Şu ana kadar yürütülen bir diyalog süreciydi ve önemliydi. Bu süreçte iki taraf da birbirlerinin iyi niyetini, gerçekçiliğini, yeterliliğini test etmiştir” dedi.

10 Temmuz2014: KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık, PKK’nın tamamen silah bırakmasının  "Öcalan’a özgürlük" ve "sürecin anayasal güvence" altına alınması şartlarına bağlı olduğunu açıkladı.

18 Ağustos 2014: Diyarbakır-Lice'de PKK’nın kurucularından Mahsum Korkmaz’ın heykeli dikildi. Heykelin kaldırılması sırasında çıkan olaylarda bir kişi yaşamını yitirdi.

26 Eylül 2014: KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık: “Öcalan bizim önderimiz. Biz bir önderlik hareketiyiz. Önderimize bağlıyız. Ama Türkiye adım atmadan önderlik ‘hayır savaşmayın’ nasıl diyecek ki? Diyemez. Dese bile savaşçılar bunu kabul etmezler. Biz savaşçıları zor tutuyoruz”  dedi.

6 Ekim 2014: İmralı heyetiyle görüşen Öcalan, çözüm sürecinde yeni adımlar atılması için hükümete 15 Ekim 2014'e kadar süre verdi.

6-8 Ekim 2014: KCK ve HDP’nin çağrısıyla Diyarbakır’da başlayıp, Türkiye’nin birçok iline sıçrayan Kobani’yi protesto eylemlerinde 50 kişi hayatını kaybetti.

11 Ekim 2014: KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık Kobani ve Türkiye'de yaşananlardan Hükümet’i sorumlu tuttu ve TBMM’den geçen tezkerenin bir savaş ilanı olduğunu, sınır dışına çıkarttıkları tüm silahlı birliklerini Türkiye'ye geri gönderdiklerini söyledi.

25 Ekim 2014: Hakkâri-Yüksekova’da, PKK’nın saldırı emrini vermediğini açıkladığı olayda, sivil giyimli üç asker çarşı merkezinde yüzü maskeli kişiler tarafından şehit edildi.

23 Kasım 2014: KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok, “Hiç kimsenin silah iradesi elinde olan bizler adına konuşması doğru değildir” dedi.

27 Aralık 2014: Şırnak-Cizre’de PKK yandaşlarının Hüda-Par üyelerine saldırmasıyla başlayan çatışmalarda üç kişi öldü, üç kişi de yaralandı.

06 Ocak 2015: Şırnak’ın Cizre ilçesindeki İç Güvenlik Yasa Tasarısı’nı protesto gösterilerinde çıkan olaylarda bir kişi öldü, bir kişi yaralandı.

21 Mart 2015: Öcalan’ın Diyarbakır’da okunan Nevruz mesajında: PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı yaklaşık 40 yıldır yürüttüğü silahlı mücadeleyi sonlandırmak ve yeni dönemin ruhuna uymak için bir kongre yapmalarını gerekli ve tarihi görmekteyim” diyerek, Türkiye’ye karşı silahlı faaliyetlerine son vermesi için PKK’ya kongre çağrısında bulundu.

11 Nisan 2015: Ağrı’nın Diyadin ilçesinde çıkan çatışmada 4 asker yaralandı, devam eden operasyonlarda ise 5 PKK’lı öldü, biri ise yaralı olarak yakalandı.

30 Nisan 2015: HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, "Çözüm süreci bizim açımızdan yolun sonuna geldik, artık bunu toparlama görevi hükümetindir. O da ne şartla olur? Hükümetin bize verdiği sözlere ve mutabakatlara sahip çıkacağını deklare etmesiyle olur" dedi.

05 Mayıs 2015: KCK Eşbaşkanı Bese Hozat: “Silahsızlanma kongresini toplamayı gündemden çıkardık dedi.

Her şey 7 Haziran seçimlerine endekslenmiş görünüyor. Seçimlerinden sonra PKK, Türkiye yönelik silahlı eylemler başlatır mı? İhtimal vermiyorum. Neden derseniz? IŞİD’in Kobani ve Şengal’e saldırması sonrası, PKK-PYD ile Batı dünyası -özellikle ABD ve Almanya- arasında bir yakınlaşma meydana geldi. PKK, ABD başta olmak üzere; Batı’nın bölgedeki yeni stratejik ortağı olarak görülmeye başlandı. PKK, Batı nezdinde kazandığı bu prestiji berheva etme riskini göze alamaz. 

(Bu yazı ilk olarak 11 Mayıs 2015 tarihinde yysam.org sitesinde yayınlanmıştır.)


14 Mayıs 2015 Perşembe

“Diyanet” Polemiği...

Türkiye’nin siyasi tercihini yapacağı 7 Haziran’a sayılı günler kala,  anket şirketlerinin gerçeklikten uzak, taraflı sonuçlar yayınladığı bir ortamda, sağlıklı değerlendirmeler yapmak oldukça zordur. A şirketinin yaptığı anket ile B şirketinin yaptığı ankette, partilerin oy yüzdeleri arasındaki fark, şirketlerin düşünce, eğilim ve hissiyatlarına göre hareket ettiklerini gösteriyor bizlere. Mevcut veriler HDP’nin % 9’u biraz geçtiği yönünde. Bizim de öngörümüz bu yönde.

Kamuoyu, siyasi partilerin seçim mitinglerindeki realiteden uzak vaatlerinden ziyade, HDP’nin “Diyanet” karşıtı söylemlerine odaklanmış durumda. HDP'nin Diyanet karşıtı söylemlerinin kaynağı Öcalan'ın kendisidir. Buyrun ispatı: “Din konusunda da şunları belirtebilirim. Geçmişte Hizbullah ile fiziki soykırım, bugünkü manevi soykırım Diyanet imamları aracılığıyla yapılmaktadır. Hizbullah'ın yerini bugün Diyanet almıştır. Bugün yaptıkları manevi-dini soykırımdır. Halkımız bugün faşist-devletçi propaganda yapan imamlara rağbet etmemelidir… Bugün Diyanet imamları aracılığıyla yapılan dini-manevi soykırım, bu Hizbullah'ın fiziki soykırımından daha tehlikelidir.” (Abdullah Öcalan, 19 Eylül 2010 tarihli Avukat Görüşme Notları’ndan)

Yine, HDP’nin Diyanet karşıtı söylemlerinden ötürü bölgede ciddi bir oy kaybına uğrayacağı şeklinde değerlendirme ve analizler yapılmaktadır.  HDP’nin bu siyasi söylemleri nedeniyle bölgede oy kaybına uğrayacağını iddia etmek gerçeklerle bağdaşmadığı gibi, iddia sahiplerinin HDP tabanını da tanıyamadıkları göstermektedir. Geçmişte HDP geleneğinden gelen partilere oy vermiş inançlı Kürtler,  din ve Diyanet karşıtı açıklama ve söylemlere rağmen,  bu seçimde de HDP’ye oy vereceklerdir.  HDP "Ezanı Türkçeye çevireceğim" demesi durumunda bile, bu kesim (bölgedeki feodal geleneği de göz önünde bulundurursak) yine HDP'ye oy verecektir. Çünkü bu kesim için “Kürt” kimliği ön plandadır. Yıllarca "etnisiteye" dayalı uygulanan politikalar, bölgede karşıt Kürt kimliğinin oluşmasına neden olmuştur. Kısacası her şeye rağmen, HDP'nin kemikleşmiş oyunda bir düşüş olmaz/olmayacaktır.

 Ermeni meselesi üzerinden Türkiye’yi istediği şekilde baskı altına alamayan Batı, HDP’nin barajı aşamaması durumunda, son dönemlerde stratejik ortak olarak gördüğü PKK ile yeni bir süreci başlatabilir. Yoksa Batı’nın bir Ermeni meselesi olmadığı gibi, bir Kürt meselesi de olmamıştır. Tek amaçları, uluslararası arenada Ermeni ve Kürt meseleleri üzerinden Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışmak, “Kürt Sorunu”nun nihai çözümü noktasında, gözlemci olarak, Türkiye’yi üçüncü bir ülkenin gözlemciliğine mecbur etmektir.

AK Parti, iktidara geldiği 2002 yılından bugüne kadar özellikle de “Kürt Sorunun Çözümü” noktasında devrim olarak adlandırılabilecek sayısız yeniliğin öncüsü oldu. Bu noktada AK Parti’nin hakkını vermek bizim de boynumuzun borcudur. Ancak, 1990’lı yıllarda devletin “Kürtçe televizyon” konusunda düştüğü hataya, bugünlerde “Kürtçe Kur’an meali” konusunda düşüldü. AK Parti,  Diyanet’e yönelik eleştirilere, Diyanet’in bastığı Kürtçe Kur’an meali ile cevap vermeye çalıştı.  Kürtlerin bugünkü birincil problemi Kürtçe Kur’an meali değil. Kaldı ki Kürtçe meal ilk kez devlet eliyle basılmış da değildir. 1988 yılında Abdullah Varlı tarafından hazırlanan Kürtçe meal yayınlanması için 1992 yılında Diyanet’e teslim edildi.  Diyanet tarafından sakıncalı bulunan meal, 1994 yılında Varlı’nın kendi gayretleriyle yayınlandı. Yani isteyen yıllardır Kürtçe meale  zaten rahatlıkla ulaşabilmekte.

AK Parti, toplumu din konusunda aydınlatma vazifesi bulunan Diyanet’in teşkilat yapısını yeniden yapılandırabilir. 2015 yılı Merkezi Yönetim Bütçesinde 5, 743 milyar TL  (Bu bütçe, Kültür ve Turizm, Kalkınma, Çevre ve Şehircilik, Ekonomi, Sağlık, Dış İşleri ile Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı bütçelerinden fazladır) ödenek ayrılmasına rağmen, vatandaşın kendi bağışlarından yaptırdığı cami ve mescitler ile bunların her türlü giderlerine yeterli maddi desteği vermeyen Diyanet, Diyanet TV için Ahmet Hamdi Akseki Camii altında kurulan televizyon ve devamlılık stüdyosuna milyonlarca lira masraf yapmıştır.

Diyaneti kaldırmayı vaat edenlere neden tepki gösteriliyor ki, "din yok milliyet var" diyen zihniyeti ne çabuk unuttunuz?

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Şamil Tayyar’a Dair Bir Analiz

Şamil Tayyar Twitter hesabından “Paralel evrimi anlatan yeni kitabımız hafta sonu raflarda olacak, hayırlara vesile olur inşallah” diyerek, yeni kitabı “Anti-Ergenekon’dan Neo-Ergenekon’a KRİPTO” nun tanıtımını yaptı.

Evrim demek, olgunlaşmayı ifade eder. Şamil Tayyar’a göre “Paralel Yapı” öncesinde basit iken, sonrasında tekâmül etmiştir. Onu tekâmül ettiren kimdi/kimlerdi? Bunun cevabını Tayyar’da bulamıyoruz.

Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarının devam ettiği günlerde, Gazeteci-Yazar Şamil Tayyar’ın kitapları gündemin ilk sıralarını işgal etmişti. Bunlardan biri de Timaş Yayınları tarafından Ekim 2011’de basımı gerçekleştirilen “Kürt Ergenekonu: Derin PKK’nın Gizli Kodları” adlı kitabıydı.

Bilindiği üzere AK Parti Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar’ın, “Refahyol Tutanakları” (Ümit Yayıncılık, Ankara, 1997), “5N 1Kamyon” (Birharf Yayınları, Ekim 2006), “Operasyon Ergenekon” (Timaş Yayınları, İstanbul, Şubat 2008), “Gölge İktidar” (Timaş Yayınları, İstanbul, Ağustos 2008), “Kıt'a Dur!” (Timaş Yayınları, İstanbul, Ocak 2009), “Pusu” (Timaş Yayınları, İstanbul, Eylül 2009), “Çelik Çekirdek” (Timaş Yayınları, İstanbul, Eylül 2010), “Kürt Ergenekonu” (Timaş Yayınları, İstanbul 2011) adlı kitapları yayınlanmıştı.

Türkiye gündemini ve kamuoyunu yıllarca meşgul eden “Ergenekon” davasında tutuklu kimse kalmadığına göre, o dönemlerde yazılan köşe yazılarının,  kitapların da bir hükmü kalmamıştır diyebilir miyiz?  Bu soruya kimileri “evet”, kimileri de “hayır” diyebilirler. Bu soruya, 1990’lı yıllarda Fırat’ın batısındaki faili meçhul dosyalar nedeniyle tutuklu kimse kalmadığına göre, bu cinayet dosyalarını araştırmanın da gereği kalmamıştır mı diyelim? Elbette ki hayır, tüm faili meçhul dosyaların aydınlatılmasını “devletin vazifesi” olarak görüyorum.

Abartılı, yalan-yanlış, kurunun yanında yaşın da zarar gördüğü fezlekeler, iddianameler hazırlanmış olmasına rağmen, şahsi düşünce ve kanaatim; devlet içerisindeki “Ergenekonvari derin yapılanmaların” varlıklarını devam ettirdiği yönündedir.

Sayın Tayyar’ın “Kürt Ergenekonu” adlı kitabını hatırlayın. Her ne kadar Şamil Tayyar imzasıyla yayınlanmış olsa da söz konusu kitap, bir “projenin” ürünü olarak değerlendirilebilir.  Şamil Bey o yıllarda F. Gülen Cemaati tarafından bir koruma zırhına alınmıştı. (Muhtemelen Tayyar’ın Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ilgili TSK aleyhine yazdığı yazılar nedeniyleydi) “Kürt Ergenekonu” kitabının içeriğinin büyük bir kısmının da yine F. Gülen cemaatine mensup devlet görevlilerince doldurulmuş olabileceği, kuvvetle muhtemeldir.  

 Çıktığı anda, kitabın ilk sayfalarını okumaya başladığımda, bilgilerimi tazelemenin mutluluğunu yaşamıştım. Ancak, içeriğindeki bilgi yanlışlarının fazla olması nedeniyle de, kitabın alelacele hazırlanarak servis edildiği kanaati hâsıl olmuştu.

Birkaç örnek:

-Kitabın 66, 67, 88. ve 291. sayfaları: PKK'dan ayrılan muhaliflerin kurduğu "PKK Vejîn hareketini Türkçe karşılığı (Direniş)..." olarak tanımlamış, oysa "Vejîn"  kelimesinin Türkçe karşılığı "Diriliş" demektir.

-79. sayfa: "Bingöl-Elazığ karayolunu keserek tezkere almış 33 silahsız askeri şehit etti..."  Bilindiği üzere o dönem şehit edilen 33 asker, tezkere almamış, aksine acemi eğitimlerini tamamladıktan sonra, usta birliklerine giden silahsız askerlerdi.

-119. sayfa: "Öcalan'ın bir dönem en muteber adamlarından biri olan Selim Okçuoğlu yıllarca PKK'nın cezaevi sorumluluğunu yaptı..." Kastedilen şahıs Sabri Ok’tur. Selim Okçuoğlu o dönemlerde HADEP'in işlerini takip eden avukatlardan biri idi. 

-190. sayfa: “Perinçek ve Birdal silahlı milis mi?” başlıklı bölümün "ERNK olan PKK-KONGRA-GEL  üst yönetimine verdiği raporda Doğu Perinçek ve Akın Birdal'ın örgütün..." şeklinde başlayan ifadeler,   28 Temmuz 2008 tarihli Aksiyon Dergisi'nde yayınlanmış “33 erin şehit edilmesinde azmettirici Perinçek mi?”  başlıklı Haşim Söylemez'e ait yazıda geçen ifadelerdir.  Alıntıları gösteren herhangi bir dipnot da mevcut değildir.

 -290. sayfa: PKK'nın Dağlıca ve Aktütün baskınları ile ilgili olarak: "Dağlıca ve Aktütün gibi sınır karakolu baskınlarında İsrail'in verdiği lojistik destek etkili oldu..." ifadesi, net ve ciddi bir iddiadır. İsrail bu baskınlarda PKK’ya ne tür bir destek sağladı? Böyle bir iddianın belgesi olmaz mı?

-327. sayfa: PKK'nın 7 Aralık 2009'daki Tokat Reşadiye eylemine ilişkin: "Global Ergenekon’un tehdidi altında bulunan Türkiye, bu yapının sürükleyici unsuru İsrail'in istihbarat  örgütü MOSSAD'ın bu eylemine engel olamadı. Tetikçiler PKK'lıydı ama eylem iradesi MOSSAD patentliydi..."  Yine ciddi bir iddia. Bu iddianın da belgesinin olması gerekmiyor mu?

-330. sayfa. Oslo görüşmeleri için "13 Eylül 2001'de internet sitelerine düşen..."  ifadesi kullanılmış. Oysa “Oslo görüşmeleri” 13 Eylül 2011 tarihinde internet sitelerine düşmüştü.  Umarım bu on yıllık tarihsel fark, editoryal bir hatadır.

Sayın Tayyar, 15 Nisan 2015 tarihinde yine şahsi Twitter hesabı üzerinden: “Ergenekonla mücadele ederken paralel yapıyı güçlendirdik, paralelle mücadele ederken Ergenekon’u canlandırıyoruz. Allah hayretsin…” diyerek, siyasi bir ferasetsizliğe dikkat çekmektedir. “Güçlendirdik”, “canlandırıyoruz” derken, muhatabı kimlerdir?

17 Nisan günkü tivitinde ise; “Paralel mücadele kisvesi altında Balyoz ve Ergenekon'u aklayan odaklar, sivil siyaseti tehdit etmektedir” diyen Sayın Tayyar,  kime/kimlere aba atlından sopa gösteriyor?

Sayın Tayyar! Balyoz ve Ergenekon davaları, AK Parti iktidarı döneminde aklanmadı mı? Bu durumda eleştirileriniz kime/kimlere yöneliktir; sivil siyaseti tehdit eden odaklar kimdir/kimlerdir?

Bir nevi itiraf olan bu ifadelerinizi, aday listeleri açıklanmadan önce yap(a)madığınızın nedenini de açıklayabilir misiniz?

Allah ülkemize, milletimize zeval vermesin…

Allah sonumuzu hayretsin.