22 Mayıs 2015 Cuma

Mahinur'un Çilesi...


Adalet, bir ülkenin mutluluk terazisidir

Henüz on beşindedir Mahinur. Buğday tenli, elâ gözlü, selvi boylu dünyalar güzeli genç bir kızdır. Görenler, yirmili yaşlarda zanneder Mahinur’u. Köyde büyümüştür. Mahirdir, çalışkandır, her iş gelir elinden. Çalışkanlığı dillere destandır adeta. Tarla işleri, ev işi ve temizlik derken, en çok da yaptığı güzel ve lezzetli yemekler ile konuşulur.  

Her genç kız gibi, onun da pembe hayalleri vardır.  En büyük hayali de sık aralıklarla köylerine gelen ebe gibi, okuyup ebe olmaktır. Okumayı yazmayı çok sevse de maalesef ailesi tarafından okula gönderilmemiş, “ebe” olma hayali sonlandırılmış, çilesi başlamıştır Mahinur’un.

Temmuz ayının ortaları, yine sıcak bir gündür.  Bahçelerindeki böğürtlenler olgunlaşmıştır. Herkes gibi Mahinur’un da canı çeker, böğürtlen yemek için çalılıklara yaklaşır. Çile bu ya tam da böğürtleni koparacağı esnada ayağı kayar ve çalılıkların ortasına yuvarlanır. Kurtulmak için çabalasa da nafile…

Mahinur’un feryadını duyan civar komşular, bahçeye koşarlar. Vücuduna dolanmış olan çalılıkları keserek o narin bedenini kurtarırlar. Saçları da dolanmıştır, bu kez çalıları değil;  o çok sevdiği saçlarını kesmek zorunda kalırlar. Metanetli görünmeye çalışsa da gözyaşlarını gizleyemez. Çok üzülmüştür…

Çileli doğmuştur…

Yakın akrabalarından bir taliplisi çıkar. Ailesi yaşı ve akrabalığı bahane ederek, böyle bir evliliğe rıza göstermez. Arkadaşlarının ikna etmesiyle çocuk yaşta evliliği kabul ederek Türkiye’nin “çocuk gelinler” kervanına katılır Mahinur.  Aileler arasında tatsız olaylar yaşanmasına rağmen,  o yılın sonbaharında düğünü yapılır.

Düğün sonrası Mahinur’un çilesi daha da artmaya başlamıştır.  Gelin olarak gittiği evde itilip kakılır, hakarete uğrar. Ses çıkarmasa da sahipsizlik hissi yüreğine hançer gibi saplanır durur. Yanlıştır tabi. Ama dönemin adetleri gereği babasının: “Kızım bu ev artık sana yabancıdır. Unutma ki bu eve ancak cenazen gelebilir” sözü, işkence görmesine rıza göstermek mecburiyetinde bırakır kendisini.

Çektiği çile yetmezmiş gibi hamileyken eşi askere gider.  Artık onun için günler ay, aylar yıl, yıllar asır gibidir.  O kutsal annelik duygusunu tattığında eşi henüz askerden dönmemiştir. Dokunaklı sesiyle, hüzünlü ninnilerle büyütür yavrusunu. Sayılı ve zahmetli günler gelir geçer, eşi askerden döndüğünde oğlu yaşına girmek üzeredir.

Çektiği tüm acıları yüreğinin heybesine koyan Mahinur, eşinin askerden dönmesiyle birlikte, daha iyi bir yaşam için şehir merkezine taşınırlar. Geçim şartları, hayalini kurdukları gibi bir yaşam sunmaz kendilerine.  Hayat, eşini ve Mahinur’u gurbete mecbur eder.

Nereyi mi?

Taşıyla toprağıyla altın (!) olan İstanbul’a göç ederler. Nice türkülere, şarkılara, âşıklara, sevdalara, romanlara konu olan İstanbul, Mahinur’un beklediği mutluluğu esirger kendisinden.

Sözbirliği etmişçesine, insana mutluluk veren Boğaz’ın masmavi suları, Üsküdar sahilleri, tarihi Eminönü Çarşısı, Sultan Ahmet ve Taksim meydanları, İstiklal Caddesi, Galata Kulesi, Eyüp Sultan da esirger mutluluğunu Mahinur’dan. Ve İstanbul maceraları kısa sürer. Onun için İstanbul’un ne taşı, ne de toprağı altın olur. Memleketlerine geri dönerler.

Köylerine döndüklerinde,  ikinci kez anne olmuştur ancak ciğerparesi özürlüdür. “O neylerse güzel eyler” diyerek, Allah’a şükreder.  Yıllarca eşinden sözlü taciz ve hakaretlere maruz kalsa da yüreğine taş basmıştır bir kere. “Ya Sabır” der, O’na sığınır.

Yıllar geçmiştir, çocuklar yetişkinliğe erişmiştir ama Mahinur’un çilesi devam etmektedir. Eşinin sorumsuzluğuna kendisinin çaresizliği de eklenince, psikolojik sorunları olan özürlü çocuğuna iyi bir eğitim veremez. Bu eksikliğe toplum ve mahalle baskısı da eklenince, evladı kendisini insanlardan soyutlamaya, huzuru ve mutluluğu yanlış olan mecralarda aramaya başlar. 

Psikolojik sorunlu evladının “ölçüsüz” yaşantısına, çevresine verdiği zarar ile fiziki işkence de eklenince, oğlu; bir zamanlar “taşı toprağı altın” diye gittikleri İstanbul’a gitme kararı alır. Ciğerparesini bu kararından vazgeçirmek için çok yalvarır, çok ağlar ama nafile, “kararım kesin” der ve İstanbul’a gider oğlu. Ne gariptir ki psikolojik sorunları olan oğlunun İstanbul’a gidişine en çok, ona sevgi ve şefkatini verememiş babası sevinir.

Mahinur’a mutlu ve huzurlu bir yaşam sunmayan İstanbul, Mahunur’un oğlundan da esirger bu güzellikleri. Psikolojik sorunlarına korkusuzluğu da eklenince,  oğlu yeraltı dünyasının ağına düşer. Gayri kanuni işlerle uğraşır evladı.

İstanbul’a gidişinin üzerinden bir yıl geçmemiştir ki güpegündüz, İstanbul’un merkezinde ticari sebeplerden ötürü, önceden de birkaç kez tartıştığı bir grup tarafından silahla vurularak öldürülür. Faili belli olan bu vahşi cinayet dosyası, diğer faili meçhul dosyaların bulunduğu tozlu raflardaki yerini alır.

Allah hiçbir anneye evlat acısı yaşatmasın. Yavrusunu meçhul bir cinayet sonrası kaybeden Mahinur, üzüntü ve kederden sağlığını yitirir. Gencecik annenin yaralı yüreği bu acıya, bu çileye fazla dayanamaz. Bir temmuz günü saçları kesilerek başlayan Mahinur’un bu dünyadaki çilesi,  yine sıcak bir temmuz günü Rahmet-i Rahman’a ruhunu teslim ederek son bulur.

Faili belli olan “faili meçhul” dosyalar, yüzlerce, binlerce annenin yüreğini, acısını sızlatmaya devam etmektedir. Faili meçhul dosyaların varlığı ülkemiz için yüz kızartıcı bir durum değil midir?

Aydınlatılacak her faili meçhul dosya, hayattaki annelerin acılarını birazcık da olsa hafifletecek, bu acıyla vefat etmiş annelerin ruhlarını da huzura erdirecektir.

Adalet, bir ülkenin, bir milletin huzur terazisidir. Hiçbir cinayet faili meçhul kalmasın, adalet yerini bulsun.

Anneler ağlamasın artık.

Memdoğlu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder