13 Eylül 2014 Cumartesi

KENDİMİZLE YÜZLEŞMEK!

         Bir milleti tarihten silmek için önce o milletin dilini yok etmek gerekir. Bugün hangimiz tarihimizi orijinal kaynaklarından okuyabiliyoruz? 1990’lı yıllarda Türkiye’yi ziyaret eden bir Japon bilim adamı, Japonya’yı anlatırken şu değerlendirmeleri yapar: “Japonya yıllarca Çin ile savaşmış bir imparatorluktur. Bu düşmanca politikalar bugün de devam etmektedir. 

       Ama  Çin alfabesi kullanan Japonya bu düşmanlık nedeniyle alfabesini  değiştirmeyi düşünmemiştir. Başka bir alfabeyi kabul etmek demek, geçmiş ile gelecek arasındaki bağı koparmak; bir millet için yok olmak demektir.” Halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti yeni bir ulus-devlet teşkili için sosyal hayatın tamamına müdahale etmeye başladı.Nasıl mı?
        Abidin Özmen’in raporlarından okuyalım: 

     “Türk camiası içinde kaynaştırmak istediğimiz kimseleri Kürtçe yerine Türkçe ile konuşur hale getirmek icap eder. Bu söz götürmez bir gerçektir.
  
     Bunun için, yemesi, köyünde köylüsünün, anasının, babasının yediğinden ayrılmak, yatağını basit tahta kerevetini kendilerine temin ettirmek suretiyle devşirme ile köy çocuklarını alıp yatılı mektepler kurmak icap eder. Bu mekteplerin binası geniş, hastanesi,eczanesi yerinde müstakil veya tez tez uğrayan bir doktorun kontrolünde, Türklük aşılamak kabiliyetiyle yetişmiş azimli, çalışkan öğretmenlerin idaresinde olmalıdır. Bu yapıyı ve teşkilatı hükümet kurmalıdır.” (S. Öztürk, Kasadaki Dosyalar; s. 104-105)
      Kürtler için dini yaşam alanlarından olan tarikat ve medreseler kapatılmış, bölge insanının ana dili olan Kürtçe, hayatın her alanında yasaklanmıştı… Devlet dairelerindenbütün memur ve hizmetlilerin, özellikle görev başında Kürtçe konuşmasına kesinlikle izin verilmemesi de önlemler arasında yer alıyor. Peki, orada işi olan köylü ne yapacak?

           Umum Müfettiş Abidin Özmen, bu konuyu raporunda şöyle açıklıyor: 

        “İşi olan köylü, Türkçe bilmiyorsa bile memur derhal onunla Kürtçe anlaşmaya başlamamalı, memur olmayandan bir tercüman getirmeye mecbur tutulmalıdır. Bu suretle yaratılacak zorluk onu meramını Türkçe anlatmaya zorlayacaktır. Memurlardan Kürtçe konuşanlar, birincisinde yazılı ihtar, tekrarında maaş kesilmesi, Kürtçe konuşmaya devam ederse memuriyetten çıkarılmalıdır… Her yıl yaklaşık 3 bin kişinin batı illerine alınması uygulamasına geçilmeli, böylece 15-20 yıllık düzenli bir programla halkı ortadan kaldırmış,kalanları da Türk kültürüne yönelmiş bir hale getirmiş olacaktır.” (S. Öztürk, Kasadaki

          4. Umum Müfettişi Hüseyin Abdullah Alpdoğan Raporu:

       “Türkçe bilmeyen çocuklara bu mekteplerde Türkçe öğretiliyor, Türk duygusu aşılanıyor. Bu mekteplere heves ziyadedir. Tunceli içerisinde dilini unutmuş Türk soyundan olan insanların kasaba ve nahiyelerle civarına iskânları düşünülüyor. Bu hususta hazırlık yapıyoruz. Tunceli içerisinde bulunan Türk soyundan ve Türkçe konuşan, dağ Türkçesi bilmeyen yersiz yurtsuz, şunun bunun yanında marabalık eden insanları, yeni kurulan kaza merkezlerinde ve civarlarındaki araziye nakil ve iskân ederek toplamak istiyoruz. Toplu bir Türk camiası vücuda getirecek olan bu hususta da hazırlıklıyız.” (SETA Rapor- H. Yayman:
 
        Şark Meselesinden Demokratik Açılıma Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası s. 122)
      Abdullah Alpdoğan’a göre yörede yaşayan insanlar Türk’tü ve dağ Türkçesi konuşuyorlardı. Yine bunlar Kürt değil, Kürtçe diye bir dil de yoktu. İnsanın aklına şu soru geliyor. Hadi bu insanlar Türk’tü, konuştukları dil de dağ Türkçesiydi. Peki, neden bunca yıl dağ Türkçesi de olsa, bu dili yasakladınız. Bu yetmiyormuş gibi bu insanları yerinden Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerinin çoğunun dinden uzak seküler bir anlayışa sahip olması,Cumhuriyet yöneticileri ile Anadolu halkı arasındaki uçurumu daha da açmıştır. Bu dönemde, Anadolu insanının Ankara Garı’ndan Ulus’a (şehir merkezine) girişinin yasaklanması, bir kast sistemi oluşturulmuş olması, devlet ile halk arasında bir duvarın örülmesine sebebiyet vermiştir.
   
      Tarihini bilmeyen toplumlar, güdük toplumlar olmaya mahkûmdurlar. Tarihinden korkan değil, tarihiyle yüzleşen bir millet, toplum olmalıyız. Tarihe hissiyatla, önyargılarla,ön kabullerle, taassupla yaklaşmak, tarihi katletmektir. “Beşer” olmamız hasebiyle elbette ki yanlışlarımız olacaktır. Tarihimizden korkmadan, tarihsel başarılarımız kadar,başarısızlıklarımızın da olabileceğini kabullenerek, gelecek nesillere doğru ve objektif bir tarihi miras bırakmamız gerekir.

    İnsaf ve hakkaniyet ölçülerini aşındırmamak kaydıyla, kişiler, toplumlar, milletler ve devletler sorgulanabilmeli; eleştirilebilmelidir. Eleştiri ve özeleştiri olduğu sürece, doğruyu bulmak daha da kolaylaşacaktır. Bizler de tarihimizle barışık olmalı, tarihi şahsiyetlerimizi her yönüyle inceleyebilmeliyiz. Tarihi ve tarihi kişilikleri tabulaştırmamalıyız. Elbette ki her insanın doğru ve yanlışları olacaktır. Bu doğru ve yanlışları yorumlarken (aşırılıklara kaçmadan) yorum ve eleştirilerde bulunabilmeliyiz. Yeter ki hakaret içeren ifadelere sapmayalım. Duygusallıktan uzak, objektif anlatımlarla birbirimize tahammül etmeyi öğrenmeliyiz. Farklılıklarımızı ayrılık ve aykırılık değil, zenginliklerimiz olarak görmeliyiz.

       Unutmamak gerekir ki hayatta hiçbir şey alternatifsiz değildir. Uluslararası ilişkilerde de alternatif politikalar geliştirmeli, diplomasiyi iyi kullanmalıyız. Diplomasi bir sanattır, diplomasiyi iyi bilen ülkeler hep kazanmışlardır. Diplomasiyi iyi bilmeyen asker kökenli İnönü karşısında, diplomasi geleneğine dayanan İngiltere ve Fransa’nın Lozan görüşmelerindeki üstünlükleri, diplomasi için iyi bir örnektir.

     Sonuç? Kimilerine göre zafer, kimilerine göre hezimet…

     Tarih bir milletin geçmişi değil, geleceğidir…

      Geleceği aydınlık dolu günlere…

      (Bu yazı ilk olarak 08 Aralık 2013 tarihinde yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder