3 Ocak 2016 Pazar

Barışı Beklerken, Savaş ile Yüzleşmek!...

       Bir yılı daha geride bıraktık. Bir vatandaşı olarak, 2015 yılı içerisinde iç huzurunu temin etmiş bir Türkiye hayal ederken, maalesef bir kez daha silah, çatışma, kan ve gözyaşı ile yüz yüze kaldık.  Peki bugüne nasıl geldik?

   Geçtiğimiz yılın Ocak ayından itibaren KCK, Suriye yapılanmasıPYD’nin Suriye’deki otorite boşluğundan yararlanarak Rojava’da hayata geçirdiği kantonlara (bir başka ifadeyle demokratik özerklik) benzer oluşumların inşasından vazgeçmediler.

       PKK-KCK, bu denemeyi gençlik yapılanması olan YDG-H üzerinden hayata geçirmeye çalıştı. Zamana ve zemine göre hareket eden YDG-H, Kandil tarafından pilot bölgeler olarak seçilen Lice, Yüksekova ve Cizre’de “demokratik özerklik” hedefini fiiliyata geçirmeye yeltendi. (http://mehmetmemdoglu.blogspot.com.tr/2015/01/cizrede-ne-olduoluyor.html)

     Türkiye’nin bir kez daha seçim atmosferine girdiği 2015 Şubat’ında, HDP’nin seçimlere parti olarak gireceğini açıklamasından sonra,  68 kuşağının eski ve hızlı solcuları ile kendilerini sosyal demokrat olarak ifade eden çok sayıda siyasetçi ve gazeteci, bir anda HDP ve Selahattin Demirtaş hayranı kesilmeye başladılar. HDP ve Demirtaş hakkında güzellemeler düzmekten geri kalmayan bu kesimin HDP hayranlıklarının mihenk noktası ise AK Parti düşmanlığıydı. HDP ise hiçbir zaman Çözümün bir muhatabı olmadı/olamadı.  HDP, seçime parti olarak katılacağını açıkladıktan sonra, TBMM’de görüşüldüğü andan itibaren İç Güvenlik Paketi’ne yönelik sert bir muhalefet sergiledi ve “Çözüm Süreci”nin geleceğini İç Güvenlik Paketi ile ilişkilendirerek, ta o zamanlar toplumun zihninde soru işaretleri oluşturmaya başladı.

     28 Şubat 2015 günü toplanan ve literatüre “Dolmabahçe Mutabakatı” olarak giren, hükümet adına Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ve İçişleri Bakanı Efkan Ala, AK Parti adına Grup Başkan Vekili Mahir Ünal,  HDP adına Sırrı Süreyya Önder, İdris Baluken ve Pervin Buldan’ın bulunduğu,  içeriğinde; PKK’ya “silahsızlanma kongresini toplama” çağrısı, hükümete ise 10 maddelik bir demokratikleşme paketi ödevinin yer aldığı tarihi metin 1 Mart 2015 günü kamuoyuna açıklandı.

    Tam da “kırk yıllık kan, acı ve gözyaşı bitiyor, Türkiye kendi yarasını tedavi ediyor derken,  “eyvah Kürtler silahlı mücadeleden vazgeçiyor” diyen, bir kesim aydın ve yazar (!) tabakası feveran etmeye başladı. Ardından HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş "Hükümet yürüttüğü politikayla, zerre kadar umut vermiyor, barışa yaklaşmıyor" diyerek, toplantıyı ve mutabakatı itibarsızlaştırdı. HDP tabanı ise -özellikle bölge illerinde- Kandil’in “silahı bir güç olarak” dayatma girişimlerine prim vererek, PKK’nın gençlik yapılanması YDG-H’nin kamu düzenini zaafa uğratacak faaliyetlerine göz yumarak; PKK’nın şehir merkezlerini silah depolarına çevirmesine zemin hazırladı.  

     Olan biteni anlamaya çalışan Türkiye kamuoyu, bu kez de (15 Mart 2015) Türkiye’nin halk tarafından seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Buralarda bizim terörle mücadelede neler kaybettiğimiz belli. Eğer biz bu kayıplara uğramamış olsaydık, bugün çok çok farklı yerde olacaktır. Şimdi varsa bakıyorsun; Kürt sorunu. Kardeşim ne Kürt sorunu ya. Artık böyle bir şey yok” açıklamasıyla karşılaştı. Devlet ricalı tarafından “Kürt Sorunu”na ilişkin birbiriyle örtüşmeyen ve birbiriyle çelişen açıklamalar, bölge insanı üzerinde olumsuz bir algı sebebiyet verdi ve karamsar bir tablo oluşturdu.

     11 Nisan 2015 tarihinde Ağrı-Diyadin’deki vuku bulan ve alenen provokasyon olduğu belli olan çatışma sonrası Türkiye’ye barışı getireceği ümit edilen  “Çözüm Süreci”nin -adına ne denirse densin- paketlenerek önce askıya alınmasına, sonrasında ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle buzdolabına konulmasına neden oldu. Oysaki Türkiye’nin iç barışı, ucuz siyasi hesaplara, kişisel çekişmelere kurban edilemeyecek kadar kıymetliydi.

     Ve 7 Haziran seçimi sonrası -13 yıl sonra- yeniden koalisyon hükümetleriyle anılmaya başlandığı, siyasi istikrarsızlığın habercisi günler ile karşı karşıya kalan bir Türkiye...

     7 Haziran seçimi öncesinde askıya alınan “Çözüm Süreci”,  KCK’nın 11 Temmuz’da “çatışmasızlığın sona erdiğini” açıklamasıyla son buldu. 20 Temmuz’da Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde sivilleri hedef alan; 31 insanın öldüğü, 100’den fazlasının yaralandığı bombalı saldırıyı devlet ile bağdaştıran PKK’nın,  22 Temmuz’da Ceylanpınar’da evlerinde uyurlarken şehit ettiği iki polis memurunun ardından yeniden başlayan çatışmalar...

   Sonrasında Halil Berktay’ın, “PKK’ye göre ‘özyönetim’ eski Stalinist-Maoist perspektiflerinde ‘proletarya diktatörlüğü’ ya da onun biraz dönüşüme tâbi tutulmuş versiyonu olarak ‘demokratik halk iktidarı’ kuram ve kavramlarının olduğu yere yapıştırılmış bir etikettir” dediği, PKK’nın Kürtleri hendeklere gömdüğü yeni strateji sonrası, şehir merkezlerine indirgediği çatışmalar ve bu çatışmalardan kaçarak evlerini terk eden onbinlerce masum, zavallı halk.

     PKK “özerklik” hedefine ulaşmak için, çözüm sürecini sonlandırdı ve kırsal alandaki silahlı faaliyetlerini sokak aralarına indirgeyerek hendek savaşlarından medet umdu. HDP ise kendi iradesini PKK’ya teslim ederek “özyönetim ve hendek” sarmalına kapıldı. “Kürtlerin mutlaka şu veya bu şekilde siyasi statüsü olmalı. Bunun da ismi devlettir. Bu devletin içinin nasıl doldurulacağı ideolojik bir meseledir” diyerek, hem yüzündeki maskeyi çıkarmış, hem de “HDP Kandil’in TBMM’deki uzantısıdır” iddialarını meşrulaştıran, sivil siyaseti PKK’ya peşkeş çeken HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş...

     “Kürt halkının hukuki, siyasi ve statü talebi kabul edilmediği için Kürt halkı da kendi öz gücüne dayanan bir mücadele sürecine girmiştir” ifadesiyle PKK’nın hendek saçmalığını siyasi statü ile meşrulaştırmaya çalışan DTK...

     Genel seçimden ziyade, “referandum” niteliği taşıyan ve AK Parti’nin bir kez daha tek başına iktidar olduğu 1 Kasım seçimi sonrası, terörle mücadele adına -zarureten- adı konulamayan derinlikli bir savaş ile karşı karşıya kalan Türkiye...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder