Bir
yılı daha geride bıraktık. Bir vatandaşı olarak, 2015 yılı içerisinde iç
huzurunu temin etmiş bir Türkiye hayal ederken, maalesef bir kez daha silah,
çatışma, kan ve gözyaşı ile yüz yüze kaldık.
Peki bugüne nasıl geldik?
Geçtiğimiz
yılın Ocak ayından itibaren KCK, Suriye yapılanmasıPYD’nin Suriye’deki otorite
boşluğundan yararlanarak Rojava’da hayata geçirdiği kantonlara (bir başka
ifadeyle demokratik özerklik) benzer oluşumların inşasından vazgeçmediler.
Türkiye’nin
bir kez daha seçim atmosferine girdiği 2015 Şubat’ında, HDP’nin seçimlere parti olarak gireceğini açıklamasından sonra, 68 kuşağının eski ve hızlı solcuları ile
kendilerini sosyal demokrat olarak ifade eden çok sayıda siyasetçi ve gazeteci,
bir anda HDP ve Selahattin Demirtaş hayranı kesilmeye başladılar. HDP ve
Demirtaş hakkında güzellemeler düzmekten geri kalmayan bu kesimin HDP
hayranlıklarının mihenk noktası ise AK Parti düşmanlığıydı. HDP ise hiçbir
zaman Çözümün bir muhatabı olmadı/olamadı.
HDP, seçime parti olarak katılacağını açıkladıktan sonra, TBMM’de
görüşüldüğü andan itibaren İç
Güvenlik Paketi’ne yönelik sert bir muhalefet sergiledi ve “Çözüm Süreci”nin
geleceğini İç Güvenlik Paketi ile ilişkilendirerek, ta o zamanlar toplumun
zihninde soru işaretleri oluşturmaya başladı.
28 Şubat 2015 günü toplanan ve
literatüre “Dolmabahçe Mutabakatı” olarak giren, hükümet adına Başbakan
Yardımcısı Yalçın Akdoğan ve İçişleri Bakanı Efkan Ala, AK Parti adına Grup
Başkan Vekili Mahir Ünal, HDP adına
Sırrı Süreyya Önder, İdris Baluken ve Pervin Buldan’ın bulunduğu, içeriğinde; PKK’ya “silahsızlanma kongresini
toplama” çağrısı, hükümete ise 10 maddelik bir demokratikleşme paketi ödevinin
yer aldığı tarihi metin 1 Mart 2015 günü kamuoyuna açıklandı.
Tam da “kırk yıllık kan, acı ve
gözyaşı bitiyor, Türkiye kendi yarasını tedavi ediyor derken, “eyvah Kürtler silahlı mücadeleden
vazgeçiyor” diyen, bir kesim aydın ve yazar (!) tabakası feveran etmeye
başladı. Ardından HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş "Hükümet yürüttüğü politikayla, zerre kadar umut vermiyor, barışa
yaklaşmıyor" diyerek, toplantıyı ve mutabakatı
itibarsızlaştırdı. HDP tabanı ise -özellikle bölge illerinde- Kandil’in “silahı
bir güç olarak” dayatma girişimlerine prim vererek, PKK’nın gençlik yapılanması
YDG-H’nin kamu düzenini zaafa uğratacak faaliyetlerine göz yumarak; PKK’nın
şehir merkezlerini silah depolarına çevirmesine zemin hazırladı.
Olan biteni anlamaya çalışan
Türkiye kamuoyu, bu kez de (15 Mart 2015) Türkiye’nin halk tarafından seçilmiş
ilk Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Buralarda bizim terörle mücadelede neler kaybettiğimiz belli. Eğer biz
bu kayıplara uğramamış olsaydık, bugün çok çok farklı yerde olacaktır. Şimdi
varsa bakıyorsun; Kürt sorunu. Kardeşim ne Kürt sorunu ya. Artık böyle bir şey
yok” açıklamasıyla karşılaştı. Devlet ricalı
tarafından “Kürt Sorunu”na ilişkin birbiriyle örtüşmeyen ve birbiriyle çelişen
açıklamalar, bölge insanı üzerinde olumsuz bir algı sebebiyet verdi ve karamsar
bir tablo oluşturdu.
11 Nisan 2015 tarihinde
Ağrı-Diyadin’deki vuku bulan ve alenen provokasyon olduğu belli olan çatışma
sonrası Türkiye’ye barışı getireceği ümit edilen “Çözüm Süreci”nin -adına
ne denirse densin- paketlenerek önce askıya alınmasına, sonrasında ise
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle buzdolabına konulmasına neden oldu. Oysaki
Türkiye’nin iç barışı, ucuz siyasi hesaplara, kişisel çekişmelere kurban
edilemeyecek kadar kıymetliydi.
Ve 7 Haziran seçimi sonrası -13 yıl
sonra- yeniden koalisyon hükümetleriyle anılmaya başlandığı, siyasi
istikrarsızlığın habercisi günler ile karşı karşıya kalan bir Türkiye...
7
Haziran seçimi öncesinde askıya alınan “Çözüm Süreci”, KCK’nın 11 Temmuz’da “çatışmasızlığın sona
erdiğini” açıklamasıyla son buldu. 20 Temmuz’da Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde
sivilleri hedef alan; 31 insanın öldüğü, 100’den fazlasının yaralandığı bombalı
saldırıyı devlet ile bağdaştıran PKK’nın,
22 Temmuz’da Ceylanpınar’da evlerinde uyurlarken şehit ettiği iki polis
memurunun ardından yeniden başlayan çatışmalar...
Sonrasında
Halil Berktay’ın, “PKK’ye göre ‘özyönetim’ eski Stalinist-Maoist perspektiflerinde
‘proletarya diktatörlüğü’ ya da onun biraz dönüşüme tâbi tutulmuş versiyonu
olarak ‘demokratik halk iktidarı’ kuram ve kavramlarının olduğu yere
yapıştırılmış bir etikettir” dediği, PKK’nın Kürtleri hendeklere
gömdüğü yeni strateji sonrası, şehir merkezlerine indirgediği çatışmalar ve bu
çatışmalardan kaçarak evlerini terk eden onbinlerce masum, zavallı halk.
PKK “özerklik” hedefine ulaşmak
için, çözüm sürecini sonlandırdı ve kırsal alandaki silahlı faaliyetlerini
sokak aralarına indirgeyerek hendek savaşlarından medet umdu. HDP ise kendi
iradesini PKK’ya teslim ederek “özyönetim ve hendek” sarmalına kapıldı. “Kürtlerin mutlaka şu veya bu şekilde siyasi
statüsü olmalı. Bunun da ismi devlettir. Bu devletin içinin nasıl doldurulacağı
ideolojik bir meseledir” diyerek, hem yüzündeki maskeyi çıkarmış, hem de
“HDP Kandil’in TBMM’deki uzantısıdır” iddialarını meşrulaştıran, sivil siyaseti
PKK’ya peşkeş çeken HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş...
“Kürt halkının hukuki, siyasi ve statü talebi kabul
edilmediği için Kürt halkı da kendi öz gücüne dayanan bir mücadele sürecine
girmiştir” ifadesiyle PKK’nın hendek
saçmalığını siyasi statü ile meşrulaştırmaya çalışan DTK...
Genel seçimden ziyade, “referandum”
niteliği taşıyan ve AK Parti’nin bir kez daha tek başına
iktidar olduğu 1 Kasım seçimi sonrası, terörle mücadele adına -zarureten- adı
konulamayan derinlikli bir savaş ile karşı karşıya kalan Türkiye...