6 Şubat 2019 Çarşamba

Yaban Arısı!...


Dini bayramlarımız biz Müslümanlar için çok şey ifade eder. (Maalesef, son yıllarda tatil olarak addedilmektedirler.) Allah’ın birer hediyesi olan bu günlerde toplum olarak aile büyüklerini ziyaret edip, hayır dualarını almak için büyük gayret gösteririz.

Şehrin gürültüsünden uzaklaşmak isteyen Abdulkadir ve ailesi de o yılın Kurban Bayramı’nı köyde bulunan dedeleriyle birlikte geçirmeye karar verirler. Dedesi Hasan’ın ikamet ettiği köy, babasının da anlata anlata bitiremediği; havası, yaylaları, pınarları ve doğal güzellikleri; kısacası iklimi insanı kendine hayran bırakan bir köydü…

Arefe günü olması sebebiyle, evlerdeki tatlı telaş ile birlikte köydeki bayram hazırlıkları devam etmekteydi. Abdülkadir ve arkadaşları ise bu hengâmeyi fırsat bilerek, köyün birkaç kilometre uzaklığındaki yaylaya çıkmaya karar verirler. Ardıç ağaçlarıyla süslenmiş, inişli, çıkışlı tepeciklerin bulunduğu bir vadiden, takribi dört kilometrelik bir yürüyüşün ardından, yaylanın bulunduğu zirveye ulaşırlar. Bir müddet envaiçeşit dağ çiçeklerinin süslediği yayladan, bacaları tüten köyü seyre dalarlar. Havadaki bol oksijen ile birlikte, yayla böceklerinin dağ senfonisi andıran sesleri uykularını getirir. Gruptaki arkadaşlarından Fuat’ın: “Buraya uyumaya değil, gezmeye geldik. Hadi, tembellik etmeyin de kalkın” ifadesiyle birlikte, gençlerin hepsi ayağa kalkar ve yaylanın kuzeyinde yer alan büyük çam ağaçlarına doğru yürürler. Çamlık alana vardıklarında, Abdülkadir’in dikkatini yaban arısı yuvası çeker. Arkadaşları arı yuvasına yaklaşmaz,  Abdülkadir’i de yuvaya yaklaşmaması konusunda uyarırlar. Bu ikaz kendisini daha da meraklandırır ve arı yuvasına birkaç adım daha yaklaşır. İşte o anda yüzünde bir acı hisseder. Bu acı kendisini daha da telaşlandırır. Bir yandan elleriyle başı etrafında dolaşan arıyı uzaklaştırmaya çalışırken, diğer yandan da bulunduğu yerden uzaklaşmak için çeşmeye doğru koşar.

Çeşmeye vardığında, yaşadığı korkunun da etkisiyle kalp atışları ve nefes alışları hızlanmış, konuşma kabiliyeti ise yavaşlamıştır. Arkadaşları dudağındaki kızarıklığı ve şişkinliği fark ederler. Köyde ikamet eden arkadaşlarından Mithat, acısını hafifletmesi için, -babasından gördüğü şekliyle- temiz topraktan biraz çamur yapar ve Abdülkadir’in dudağına sürer. Bir an için rahatlasa da acının şiddeti gittikçe artmaya başlar. Beklemediği bir başka şey yaşar Abdülkadir. Çektiği acıyla birlikte yüzü ve vücudu da kaşınır.

Çeşme başındaki gençlerin telaşı, ötede ineklerini otlatan Hacı amcanın dikkatini çeker. Yaşadığı tecrübelere de dayanarak, hareketliliği yorumlamaya çalışan Hacı amca, gençlerden birinin yaban arısı tarafından sokulmuş olabileceği düşüncesinde yanılmaz. Hızlı adımlarla çeşme başına gelir ve arı ısırığına maruz kalan -sonradan isminin Abdulkadir olduğunu öğrendiği- delikanlının, bir an önce hayvanları sulamak için ağaç gövdesinden yaptıkları yalak da soğuk suyla kendisini yıkaması gerektiğine ikna eder. Kısa süreli de olsa, soğuk su ile yıkanan Abdülkadir’in vücudundaki kaşıntı hafifler, kızarıklar azalır. Arı sokmasından kaynaklı bir zehirlenme vakasıyla karşı karşıya kaldığına kani olan Hacı amca da bu rahatlamanın geçici olduğunun bilinciyle, hızlı adımlarla ineklerinin bulunduğu yere yürür. Heybesinde bulundurduğu bakracını çıkarır ve seri bir şekilde “Sarı Gelinim” diye seslendiği ineğinden süt sağar. Dakikalar ilerledikçe Abdülkadir’in vücut direnci de düşer ve yarı baygın bir vaziyet de arkadaşının kucağına yıkılıverir.  Yayla da zamana karşı bir yarış başlar adeta.

Durumun vahameti köye de ulaşır. Köyde, herkeste telaştan ziyade bir korku vardır. Çünkü Abdülkadir’in de bulunduğu yaylanın zirvesine araçla gitme imkanı yoktur. Abdülkadir’i sedye ile köye, köyden de en yakın hastaneye götürmek, onun hayatına mal olabilirdi. Babası, dedesi ve köydeki diğer ahali, korku ve telaş içerisinde yaylanın zirvesine doğru yürürler.

Yaylanın zirvesinde ise taze süt ile birlikle geri dönen Hacı amca, yarı baygın haldeki Abdülkadir’e sütü içiremez. Soğukkanlılığını yitirmeyen Hacı amca, askerlik yaptığı yıllarda karşılaştığı benzer bir vakıayı hatırlar. Sırtını çeşme duvarına dayayarak Abdülkadir’in kafasını kendi göğüs hizasına kadar kaldırır. Sol eliyle yarı baygın haldeki delikanlının burnunu sıkarken, sağ elindeki sütü de hafifçe ağzına döker. Nefessiz kalan Abdülkadir, can havliyle nefes almak için çırpınınca sütü de yutmuş olur. Hacı amca, aynı şeyi birkaç kez tekrarlar. Kısa bir süre sonra, Abdülkadir kusmaya başlar. Çevredekiler bu manzaraya şaşkın şaşkın bakarken, Hacı amca çevredekilerin aksine bu sonuca sevinir ve “Elhamdülillah… Şükürler olsun sana Rabbim!...” der, Abdülkadir’i öpüp, yüzünü okşamaya başlar. Abdülkadir’in yavaş yavaş kendisine gelmesi herkesi sevince boğar. Yaşadıklarına bir anlam veremez, derin bir uykudan uyandığını, rüya gördüğünü zanneder Abdülkadir.

Merak, tüm canlılarda gözlenen öğrenmeye yönelik bir davranıştır. Merak, insanlık tarihinden günümüze, bilim ve teknolojinin gelişmesine sebebiyet verdiği kadar,  ferdi de çeşitli tehlikeler, afetler ve belalar ile karşı karşıya getirmiştir. Aşırı merak, insanı tehlikelerle karşı karşıya getirebilir. Abdülkadir’in aşırı merakı da kendi hayatına mal olabilecek bir vakıayla sonlanabilirdi.

Bilgi, öğrenme sürecinin sonucunda elde edilen bir zenginliktir. Konusunda bilgi sahibi her insan, bilgisini tecrübe etmediği müddetçe, onu yerinde kullanamayabilir. Benzer bir şey tecrübe için de geçerlidir. Bilgiden mahrum bir tecrübe de beklenilen sonuçları vermeyebilir. Kişi ne kadar bilgili olursa olun, bilgisini “tecrübe” ettiği an, bazen tek başına hayat kurtarmaya vesile olabilir. Bilgi ve tecrübe hayatın sigortasıdır adeta. Hacı amcanın bilgi ve tecrübesi ömrünün baharında bir delikanlının hayatını kurtarmasına vesile olmuştur.

Ve sözün özü: “bilgi ile tecrübe” kişiyi olgunlaştırıyor olsa da, “vaktin ve ömrün” tecrübesi yoktur…

Selâmetle kalın efendim…

Memdoğlu…  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder