20 Aralık 2019 Cuma

Can Çekişen Geceler!..


Fiziki olsa da kalbî değildir ayrılık…
Ney kamışı kadar uzak,
Piyano tuşları kadar yakın.
“Ben” kadar uzak, “Sen” kadar yakın…

Yüreğimize dokunur gibi
Usulca dokunurdu tuşlara…
Ve yürekteki yangın, notalara dönüşüp
Dökülürdü o eşsiz melodilere…

Her sabah derûnumda farklı duygular…
Uzak da olsa, kalbim seni terennüm ediyor.
Göğüs kafesin müşfik bir salıncak gibi…
Orkideleri kıskandıran o mah yüzün,
Yine ruhumu dinlendiriyor…

Döküldükçe cana tuz!...
Kabuk altından kanar yaram…
Çözüldükçe kelimelerden düğümlerin!...
Can çekişiyor, uzun ve karanlık “geceler”…

Memdoğlu…

5 Aralık 2019 Perşembe

Ayad!...


Nasıl da masum bakardı ela gözlerin.
Ömrümün demsiz, zamansız hazanı oldun.
Umut olup, ışık verirdin yüreğime,
Ruhumun kırıklarına merhemdi tebessümün…

Rüyalarımı süslerdi o tatlı gülüşlerin.
Ekmek gibi, nefesin; katık olurdu nefesime…
Su gibi akardın kalbimin dehlizlerine,
Nazlı bir çiçek olup açardın avuçlarımda…

Elveda demeden yâr yola revan oldun.
Firakın hem hüzün, hem ateş, hem vuslat oldu.
Laleler boyun büktü, yüreğim sarardı soldu
İlmek ilmek dokudun, can olup aktın canıma…

Gönlümün matemi, bayramı sendin
Kavuşmak mı, belki de bir gün?..
Çizerdi resmini bulutlara gözlerim.
Yazıl(a)mazdı ancak yaşanırdı özlemin…

Memdoğlu…

19 Kasım 2019 Salı

Göç!...


Ansızın çıkıp gittiğin gün!...
Karardı  ruhum, tükendi can özüm.
Denizde  savrulan başıboş bir sandal gibi
Sahilden sahile savruldum…
Ve bilinmeyene başladı göçüm…

İzlerini aradım koca âlemde…
Ne bir ses, ne bir nefes…
Yürüdüm yürüdüğün yollardan.
Düşlerken o heybetini…
Kalbimdeki “acı”yı hafifleten
Amberin kokun ile huzur buldum…

Hayallerim tavan aralıklarına gizlenmiş…
Ruhum, beyaz kelebeğin kanadında asılı.
Yaşarken ölmeyene, ölmek zor…
Yürek pare, pare…
Esaretim devam ediyorken…
Göçüm, son-suz-lu-ğa….


Memdoğlu…










12 Kasım 2019 Salı

Gaz Lambası!...



Paylaşmayı bilmeyen bir toplum, başkaları tarafından paylaşılır.


Sonbaharın son günleri…

Yeryüzündeki tüm canlılar, söz birliği etmişçesine ayrılık türkülerini terennüm etmeye başlamışlardı. Muhteşem bir düzen içeresinde gurbete kanat çırpan kuşların gökyüzündeki raksı, baş döndürücüydü…

Sarının tüm tonlarını üzerinde barındıran dut ağacının yere düşen yaprakları, yayladan dönen; kırağı yemiş koyun ve kuzuları karşılama telaşındaydılar…

Akrobasinin ilham kaynağı sincaplar, ceviz ağacının gövdesine ceviz stoklama derdindeydiler.

Havalar soğumuş, meşe palamutları toprak ile buluşmuş, dağlar beyaz örtüyle örtülmüştü.  Sözün özü; Cenabı Mevla ilahi sanatını bir kez daha tüm mahlûkatın hizmetine sunmuştu.

Evin kapısına uzanan merdiven basamaklarının yüzünde, yılların yorgunluğu, acı ve hüzün saklıydı. “Hol” tabir edilen avlunun ocağında akşam yemeği için çorba kaynıyordu. Bir yandan ocakta kaynayan mercimek çorbasının kokusu, diğer yandan sönmemesi için ocağın altına sürülen nemli çam ve meşe ağaçlarının kokusu ve holün tavanında asılı duran ayvaların o muhteşem kokusu…

Hol geçildikten sonra, evin sola açılan bir kapısı vardı. Odaya girildiğinde göze ilk, karşı duvarda asılı duran gaz lambası, altında büyüklerin ve misafirlerin buyur edildiği divan, hemen solunda kadife kılıf içerisindeki rehber Mushaf, kıble istikametinde; üzerinde Kâbe’nin işlendiği duvar halısı ve kırma tabir edilen eski bir tüfek bulunmaktaydı. Yerdeki kilimler ve minderler ile onları çepeçevre çevreleyen rengârenk yastıklar, odaya otantik bir hava katıyordu. Kapı girişinde, yöre insanının “kuzine” diye tabir ettiği soba ve üzerindeki çinko çaydanda kaynayan suyun fokurdayışı, insana farklı bir mutluluk ve rehavet veriyordu. Kuzinenin alt bölümünde, yine çay ile yenmek için buğday ve çavdar unları karışımı hamurdan pişen pastanın kokusu.

Evin emektarı gaz lambası, odanın en yüksek yerinde asılıydı. Yorgundu, iç çekişlerini kimse duymadı. “Ah ah, kimlere ışık olmadık ki?” dedi içinden. Yaşlanmıştı, can yoldaşı kelebek de yoktu artık. Düşününce can yoldaşını, öksürük tutardı kendisini. Yine öyle olmuş, öksürük tutmuştu. Hasret, onun da yüreğini yakmıştı. Öksürdüğünde, üzerine konulan şişenin bir bölümünü is kaplıyordu. Yayılan ışık, odayı aydınlatmaya yetmese de tek tesellisi; baba başta olmak üzere, hane halkının yüzlerinden ve kalplerinden süzülen “sevgi” ışığının, evi aydınlatmaya yetiyor olmasıydı.

Yemek için yer sofrası serilmiş, tahta sofra da her zamanki gibi yer sofrasının üstündeki yerini almıştı. Tahta sofranın üstüne bir bakır leğen konur, odun ateşinde kaynamış mercimek çorbası anne tarafından bakır leğene boşaltılırdı. Ebeveynlerle birlikte sekiz kişiden oluşuyordu aile. Bakır leğenin etrafına sekiz kaşık dağıtılır, o gün sabah pişirilmiş olan sac ekmeği de sofradaki yerini aldıktan sonra sofra büyüğünün:

“Bismillahirrahmanirrahim!”

Demesiyle, kaşıklar usulca çorbaya daldırılır ve afiyetle yenmeye başlanırdı. Herkes önünden yese de sofradaki küçüklerin bakışları, başıboş bir sandalın suda salınarak dolanması gibi, bakır leğendeki çorbada bulunan ve bir o köşeye, bir bu köşeye savrulan kavurma etlerine takılır dururdu. Bu konuda da sözü yine büyükler söyler, kavurma etlerini kaşıklarının arkasıyla sofradaki küçüklere doğru iterlerdi.

Sofradan dağılmadan kısa da olsa sofranın büyüğü tarafından günün sohbeti yapılırdı. O günkü sohbetin konusu kardeşlikti.

“Çocuklar, unutmayın! Kardeşlik paylaşmayı gerektirir. Paylaşıldıkça, nimetin lezzeti daha da artar. Paylaşmayı bilmeyen bir toplum, başkaları tarafından paylaşılır.” 

Sözleriyle, aile fertlerine “kardeşlik ve paylaşmanın” ehemmiyeti anlatılmıştı.

Çaydanlıktaki kaynamış su sadece çay için değil, evin diğer ihtiyaçları için de kullanılırdı. Günümüzdeki gibi, ayrı demliklerde çay demlenmezdi. Yüz gramlık çay kutusu usulca açılır, demlenmesi için bir avuç çay atılırdı. Çinko çaydanlıkta demlenirdi çay. Ve çinko çaydanlıkta demlenen çay, çok lezzetli olurdu.

Çayın yanına, hazırlıkları yaz aylarında yapılan kurutulmuş meyve kakları, dut pestili, badem ve ceviz konurdu. O da ne? Fiziki büyüklüğü ve gösterişli halinden olsa gerek, tahta sofranın üzerinde duran çinko çaydanlık, kibirli kibirli sofradaki arkadaşlarını süzüyordu. Bir ara gözü bardağa ilişti.

“İçi boş bir bardak ile nasıl yan yana getirirler beni?” dedi. Bardak tefekkür halindeydi tevazu ile içinin dolmasını bekliyordu ki bardaklara çay doldurmaya başlayan anne: “Kibirli insan, kendisini bir başkasından büyük görse de en nihayet, tevâzunun önünde eğilmeye mahkûmdur” dedi.

Çaydanlık; “sadece içimden geçirmiştim” diyerek, mahcubiyetini saklamaya çalışsa da kibri, kendi içinin boşalmasına, boş diye gördüğü bardakların ise dolmasına neden olmuştu.

Başını kaldırdı. Gözü, odanın en yüksek yerinde asılı duran ve yıllardır bulunduğu ortamı tevazu ile aydınlatmaya çalışan gaz lambasına ilişti.

Kibir, beşerin kendisinin, başkalarından daha büyük olduğunu düşünmesi, tekebbür ise bu düşünceyi hâl ile ortaya koymasıdır.

Cenabı Allah:

“Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisa 4/36) buyurmamış mıydı?

Oysaki tevazu, alçak gönüllü olmak, kendini ve Rabbini bilmekti.

Tevazu Allah’a itaat, kibir ise Allah’a isyandır.

Memdoğlu...


8 Kasım 2019 Cuma

Areste!...


Kömür karasıydı gözleri!...
Yaprağından yaş damlayan
Goncagül misali ıslatıyordu toprağı…

Öyle bir bakış ki!...
Gökyüzü kadar aydınlık…
Nilüfer çiçeği kadar saf ve temiz…


Hüzün ki!...
Örtü olmuş, ilmek ilmek dokumuş
Ruhundaki o derin yaraları…

Bir ümit ki!..
Kafdağı’nı mesken tutan
Zümrüdü Anka kuşunun kanatlarında saklı…

Bir özlem ki tutunuşları!...
Hasretin yağmurdan ıslanmış ipine,
Acının yakıcı ateşine uzanırdı elleri…

Gül rahiyasından farksızdı sözleri!...
Dokununca, yeşertiyordu…
Susuz kalmış çorak yürekleri…

Memdoğlu…

30 Ekim 2019 Çarşamba

Gözlerin Gizi!...


Bakınca!..
Çok şey anlattı gözleri…
Onlar konuştu, biz dinledik…

“Öyle bir çizgi ki!” diyerek başladı söze…
“Kıldan ince, kılıçtan keskin
Ne ileri gidebilir, ne geri dönebilirsin…
Sabır ile yoğrulur, bekler durursun…

Öyle bir ateş ki!…
Şem’in pervaneyi yaktığı gibi yakar benliğini…
Ne anlatılabilir, ne de yazılabilir…
Sadece yaşayan ve yanan bilir…

Öyle bir hasret ki!...
Gamımdan vakitsiz açtı güller…
İçimdeki esrarı okuyamadı bülbüller

Sevgili!...
Ya gül gibi aç gönlünü...
Kokunla sermest olup, vuslata ereyim…
Ya da ateş gibi kor et yüreğini…
Özleminden eriyip, küle döneyim!?” dedi…
O kestane rengi gözlerden süzülen,
İki damla yaş ile sözü bitirdi.

Memdoğlu…

21 Ekim 2019 Pazartesi

Sustum!...


“Sonbahar mı hüzün kokuyor,
Sessizlik mi?” dedi…
İkisi, dediysem de
En çok da “sensizlik” diyemedim…
Bak, sessiz sessiz geçiyor Sonbahar
Peki ya sensizlik!?...


Sensizlikten mi bilmiyorum…
Kalem boyun bükmüş, kağıt yetim…
Yürekten süzülen kelimeler öksüz…
Dil lâl, gözlerden elem damlıyor…
Ruh mu?...
O yine yalnızlık kokuyor…

Dışarıda yağan kar mı?
Yüreğe düşen kar mı?
En çok hangisi üşütür? dedim…
Acı bir tebessüm ile…
“Yüreğe düşen kar” dedi…

Ah!...
Yüreğin yüreğime akaydı keşke…
Akaydı da!
Sen ruhumu, ben acını çekeydim dedim…
O gülümsedi…
Ben sustum!...

Memdoğlu….

7 Ekim 2019 Pazartesi

Sor Bizi!...


Çöz(e)mediysen kalbimdeki sevginin kilidini?...
Bir inci misali…
Sinemdeki saklı evde muhafaza ettiğim,
Sapı gümüşten anahtara sor bizi!...

Hissedemediysen yüreğimdeki yangını?...
Şirin için dağları delen Ferhat’a…
Yollara, nehirlere, dağlara, derdini döken…
Ahmet Mirza’ya sor bizi!...

Arayıp da bul(a)madıysan bu âlemdeki izlerimizi?...
Yırtık Ayakkabı'da hayat bulan öykülere…
Düşler Ülkesi’nin yaralı,…
Ben Kimim'in yorgun şiirlerine sor bizi!...

Duy(a)madıysan ruhumun göçünü?...
Sessiz çığlıklarıma şahit olan gökteki yıldızlara…
Ay’ın gölgesinde misafir olduğum…
Sensiz geçen, uzun gecelere sor bizi!...

Memdoğlu…

10 Eylül 2019 Salı

Yürek Yarası!...


Ateşten bir taş koydular yüreğimin üstüne…
Ağır olan taş değil, insanın vefasızlığıydı…

Çare olmadı merhem, bu yürek yarasına...
Kılıç yarası değil, dil yarasıydı kalpteki.

Erirdi taş dayanmazdı, nasıl dayansın yürek?
Gitti derdimin dermanı, bize elveda diyerek…


Sürdüler ruhumu, ıssız bir diyara.
Mektup yazdım o diyardan, ela gözlü narin yâre.

Boyun selvi, dillerin lâl senin yar!…
Sinemde yer ettin, yara açtın nazlı yar…

Bastıkça canıma tuz, acı verdi yaralar…
Ah ettikçe yakınlaştı, vuslata eren yollar…

Memdoğlu…


29 Ağustos 2019 Perşembe

1 Eylül!...


Hamdık…
Can diliyle, yâr eliyle yoğrulduk…
El eliyle, el diliyle…
Ayırdılar yârden, ayrı düştük…

Zemheri gecesi soğuğuna boyun bükmedik,
Yeşerdik…
Bahar aylarında bilmem kaç kez budandık,
Filizlendik…
Yazın en sıcak günlerine direndik,  
Kurumadık, toprağa kök saldık…

İhanet şebekelerinin tuzaklarına düşmedik,
Ayakta kaldık…
Hakk’a inandık, hakikatten ayrılmayıp,
Zalime boyun eğmedik…
Zulme ortak olmadık.
Güzelim ülkeye, ülkem insanına hizmet ettik…
Şükür bedel ödedik…!

Hazan mevsimi Sonbahar’da,
1 Eylül günü…!
“İnsan”(!) eliyle hazırlanan,
Odunu iftira ateşinden kör bir kuyuya itildik…
Yandık, yakıldık…
İsyan etmedik, imtihan dedik O’na sığındık…
Tabii ki Yusuf değildik ama Yusuf gibi masumduk.
Elhamdülillah!...

Memdoğlu…

23 Ağustos 2019 Cuma

Fanîyiz!...


Değdi gözleri gözlerime,
Bilemedim ayrılık var.
Kurudu gönül bahçem,
Yalnızlık ruhumu sarar…

Yorgun düştü bedenim,
Yâr hasretiyle eridim.
Aşksız dokunmaz kilim,
Aşığa her şey aşikâr...

Gurbet de kaldı o yâr,
Özlem, feryat, acı var.
Perde inmiş gözlere,
Dünya sevgiye düçar…

Rüzgârda sevgili kokusu,
Yüreği yüreğime sığar…
Ömür ki kısacık bir film,
Sonunda yolculuk var…

Yeryüzü sessiz duvar,
Gökyüzünde matem var
Sokakta bir telaş, koşuşturma,
Koca âlem “adem”e dar…

Dışarıda sonbaharın kokusu,
Kalbimde yine hüzün var...
Fanîdir insan-oğlu,
İki metrelik çukura sığar…

Memdoğlu…


9 Temmuz 2019 Salı

Yırtık Resim!...



Dün akşam…
Bir kez daha seni andım ahu gözlüm!…
Duyarsın diye seslendim…
Ürkek ve utangaç bir edayla
Pencereme göz kırpan,
Hilâl ile sana selam gönderdim…


Hasbihal ettik…
Dertleştik albümdeki yırtık resminle.
Şimşek çakan o gözlerinden,
Merhamet yağan bakışların,
Kurumaya yüz tutmuş ruhumun yapraklarına
Can suyu oldu…

Gonca zülüflerin…
Hasretinden kora dönen yüreğimi serinletti.
“Yordular mı?” dedin, tebessüm ettim sadece…
Perdeme konan kelebek de eşlik etti sohbetimize.
O da yorgundu bizim gibi…
Işığa kanat çırpmaktan…

Memdoğlu…

14 Haziran 2019 Cuma

Ayrılık!...


Gönül-hanemiz şenlendi, şükürler olsun.
Büyüttük, kokladık, evlat ayrılık…
İbretle baktık biz bu dünyaya. 
Geldik, gördük, gidiyoruz ayrılık…

Bülbüller konardı gamzelerine…
Ansızın geldin, çattın ayrılık.
Yâr diye inledim, bekledim durdum.
Sundun acı şerbetini, içtim ayrılık…

Gözlerin âlem’deki pencereydi…
Kör ettin, kararttın, elem ayrılık…!
Sonu vuslat mı bilemedim?
Rüzgâr olup estin, kırdın ayrılık!

Mum gibi erirken hasretinle ben…
Pervanem oldun, döktün ayrılık.
Kalbimde yeşeren sevgi çiçeğimdin.
Sararttın ruhumu, kuruttun ayrılık…

Ölüm kavuşmaktı, belki de…
Derdime çare, olmadın ayrılık?...
Yürekteki yangını söndüremedin,
Yanan ateştin, kor ettin ayrılık…

Memdoğlu...

1 Haziran 2019 Cumartesi

Her Şey Sen'i Hatırlatıyor..!


Deniz maviyi, mavi gökyüzünü…
Gökyüzü martıları, martılar özgürlüğü…
Özgürlük var olmayı, var olmak yok’luğu;
Yok’luk Sen’i, Sen her şeyi…
Her şey, yine Sen’i hatırlatıyor.

Gül bülbülü, bülbül figanı…
Figan ayrılığı, ayrılık ölümü,
Ölüm toprağı, toprak anneyi
Anne cenneti, cennet Sevgili’yi
Sevgili, sevgiyi ve şefkati hatırlatıyor.


Kâinat güzelliği, güzellik sanatı
Sanat sanatçıyı, sanatçı yapıyı,
Yapı ustayı, usta yolculuğu…
Yolculuk dostu, dost vefayı…
Vefa, ahde vefayı, ahde vefa Sen’i hatırlatıyor.

Ağaç çınarı, çınar tarihi,
Dal kardeşi, kardeş birliği,
Birlik gücü, güç adaleti…
Adalet eşitliği, eşitlik hakkı
Hak O’nu, O; tevhidi hatırlatıyor.

Günbatımı yıldızları, yıldızlar ışığı,
Işık geceyi, gece karanlığı…
Karanlık mumu, mum aydınlığı,
Aydınlık kalbi, kalp Yâr’i
Yâr ise kavuşmayı, vuslatı hatırlatıyor….

Memdoğlu…