Paylaşmayı bilmeyen bir toplum, başkaları
tarafından paylaşılır.
Sonbaharın son günleri…
Yeryüzündeki tüm canlılar, söz birliği
etmişçesine ayrılık türkülerini terennüm etmeye başlamışlardı. Muhteşem bir
düzen içeresinde gurbete kanat çırpan kuşların gökyüzündeki raksı, baş
döndürücüydü…
Sarının tüm tonlarını üzerinde barındıran dut ağacının yere düşen yaprakları, yayladan dönen; kırağı yemiş koyun ve
kuzuları karşılama telaşındaydılar…
Akrobasinin ilham kaynağı sincaplar, ceviz
ağacının gövdesine ceviz stoklama derdindeydiler.
Havalar soğumuş, meşe palamutları toprak
ile buluşmuş, dağlar beyaz örtüyle örtülmüştü.
Sözün özü; Cenabı Mevla ilahi sanatını bir kez daha tüm mahlûkatın
hizmetine sunmuştu.
Evin kapısına uzanan merdiven
basamaklarının yüzünde, yılların yorgunluğu, acı ve hüzün saklıydı. “Hol” tabir
edilen avlunun ocağında akşam yemeği için çorba kaynıyordu. Bir yandan ocakta
kaynayan mercimek çorbasının kokusu, diğer yandan sönmemesi için ocağın altına
sürülen nemli çam ve meşe ağaçlarının kokusu ve holün tavanında asılı duran
ayvaların o muhteşem kokusu…
Hol geçildikten sonra, evin sola açılan
bir kapısı vardı. Odaya girildiğinde göze ilk, karşı duvarda asılı duran gaz
lambası, altında büyüklerin ve misafirlerin buyur edildiği divan, hemen solunda
kadife kılıf içerisindeki rehber Mushaf, kıble istikametinde; üzerinde Kâbe’nin
işlendiği duvar halısı ve kırma tabir edilen eski bir tüfek bulunmaktaydı.
Yerdeki kilimler ve minderler ile onları çepeçevre çevreleyen rengârenk
yastıklar, odaya otantik bir hava katıyordu. Kapı girişinde, yöre insanının
“kuzine” diye tabir ettiği soba ve üzerindeki çinko çaydanda kaynayan suyun
fokurdayışı, insana farklı bir mutluluk ve rehavet veriyordu. Kuzinenin alt
bölümünde, yine çay ile yenmek için buğday ve çavdar unları karışımı hamurdan
pişen pastanın kokusu.
Evin emektarı gaz lambası, odanın en
yüksek yerinde asılıydı. Yorgundu, iç çekişlerini kimse duymadı. “Ah ah, kimlere ışık olmadık ki?” dedi
içinden. Yaşlanmıştı, can yoldaşı kelebek de yoktu artık. Düşününce can
yoldaşını, öksürük tutardı kendisini. Yine öyle olmuş, öksürük tutmuştu.
Hasret, onun da yüreğini yakmıştı. Öksürdüğünde, üzerine konulan şişenin bir
bölümünü is kaplıyordu. Yayılan ışık, odayı aydınlatmaya yetmese de tek
tesellisi; baba başta olmak üzere, hane halkının yüzlerinden ve kalplerinden
süzülen “sevgi” ışığının, evi aydınlatmaya yetiyor olmasıydı.
Yemek için yer sofrası serilmiş, tahta
sofra da her zamanki gibi yer sofrasının üstündeki yerini almıştı. Tahta
sofranın üstüne bir bakır leğen konur, odun ateşinde kaynamış mercimek çorbası
anne tarafından bakır leğene boşaltılırdı. Ebeveynlerle birlikte sekiz kişiden
oluşuyordu aile. Bakır leğenin etrafına sekiz kaşık dağıtılır, o gün sabah
pişirilmiş olan sac ekmeği de sofradaki yerini aldıktan sonra sofra büyüğünün:
“Bismillahirrahmanirrahim!”
Demesiyle, kaşıklar usulca çorbaya
daldırılır ve afiyetle yenmeye başlanırdı. Herkes önünden yese de sofradaki küçüklerin
bakışları, başıboş bir sandalın suda salınarak dolanması gibi, bakır leğendeki
çorbada bulunan ve bir o köşeye, bir bu köşeye savrulan kavurma etlerine
takılır dururdu. Bu konuda da sözü yine büyükler söyler, kavurma etlerini
kaşıklarının arkasıyla sofradaki küçüklere doğru iterlerdi.
Sofradan dağılmadan kısa da olsa sofranın
büyüğü tarafından günün sohbeti yapılırdı. O günkü sohbetin konusu kardeşlikti.
“Çocuklar,
unutmayın! Kardeşlik paylaşmayı gerektirir. Paylaşıldıkça, nimetin lezzeti daha
da artar. Paylaşmayı bilmeyen bir toplum, başkaları tarafından paylaşılır.”
Sözleriyle, aile fertlerine “kardeşlik ve
paylaşmanın” ehemmiyeti anlatılmıştı.
Çaydanlıktaki kaynamış su sadece çay için
değil, evin diğer ihtiyaçları için de kullanılırdı. Günümüzdeki gibi, ayrı
demliklerde çay demlenmezdi. Yüz gramlık çay kutusu usulca açılır, demlenmesi
için bir avuç çay atılırdı. Çinko çaydanlıkta demlenirdi çay. Ve çinko
çaydanlıkta demlenen çay, çok lezzetli olurdu.
Çayın yanına, hazırlıkları yaz aylarında
yapılan kurutulmuş meyve kakları, dut pestili, badem ve ceviz konurdu. O da ne?
Fiziki büyüklüğü ve gösterişli halinden olsa gerek, tahta sofranın üzerinde
duran çinko çaydanlık, kibirli kibirli sofradaki arkadaşlarını süzüyordu. Bir
ara gözü bardağa ilişti.
“İçi
boş bir bardak ile nasıl yan yana getirirler beni?” dedi. Bardak
tefekkür halindeydi tevazu ile içinin dolmasını bekliyordu ki bardaklara çay
doldurmaya başlayan anne: “Kibirli
insan, kendisini bir başkasından büyük görse de en nihayet, tevâzunun önünde
eğilmeye mahkûmdur” dedi.
Çaydanlık; “sadece içimden geçirmiştim”
diyerek, mahcubiyetini saklamaya çalışsa da kibri, kendi içinin boşalmasına,
boş diye gördüğü bardakların ise dolmasına neden olmuştu.
Başını kaldırdı. Gözü, odanın en yüksek
yerinde asılı duran ve yıllardır bulunduğu ortamı tevazu ile aydınlatmaya
çalışan gaz lambasına ilişti.
Kibir, beşerin kendisinin, başkalarından
daha büyük olduğunu düşünmesi, tekebbür ise bu düşünceyi hâl ile ortaya
koymasıdır.
Cenabı Allah:
“Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen
kimseleri sevmez.” (Nisa 4/36) buyurmamış mıydı?
Oysaki tevazu, alçak gönüllü olmak,
kendini ve Rabbini bilmekti.
Tevazu Allah’a itaat, kibir ise Allah’a
isyandır.
Memdoğlu...