29 Ekim 2014 Çarşamba

GENÇLER UYUŞTURUCUYA TESLİM!

Son yıllarda Türkiye’de uyuşturucu bağımlılığı ve kullanımı giderek artıyor. Yüksek alkol tüketimi neredeyse yerini uyuşturucu kullanımına bırakmış durumda.  Yüksek dozdaki bu kullanım ve bağımlılık, ülkemizin geleceği için büyük bir tehlike oluşturmaktadır. 

Uyuşturucu bağımlığından kaynaklı ailevi sorunlar ve bu sorunlardan mütevellit ölümler de bu tehlikenin bir başka gerçeği.   Ülkemizdeki uyuşturucu kullanımı, maalesef ilköğretim çağlarındaki çocuklara inmiş durumda. Uyuşturucu madde kullanımındaki artışı önlemek için,  devlet ve çeşitli STK’larca devam ettirilen projeler, bu bağımlılığı  engellemeye yetmiyor.

Geçtiğimiz Haziran ayında BM Uyuşturucu ve Suç Bürosu (UNODC) tarafından yayınlanan Dünya Uyuşturucu Raporu 2014’te,  “Dünyada ele geçirilen esrar miktarında dörtte bir oranında düşüş yaşandığı, esrar pazarının çeşitlendiği, ancak esrar fiyatının özellikle Güney Doğu Avrupa ve Orta Asya'da 2009'dan bu yana arttığı belirtilen raporda,  Türkiye'de esrar fiyatları dünya genelinde belirtilen tüm ülkeler arasında en fazla arttı." denildi.*

Yapılan araştırmalar,  Türkiye’de uyuşturucu kullanım yaşı ile uyuşturucudan kaynaklı ölüm yaşının giderek düştüğünü gösteriyor. “Uyuşturucudan ölüm olayları en çok, sürekli göç alan ve nüfus yoğunluğunun olduğu, İstanbul, Adana, Antalya, Ankara, İzmir, Mersin, Gaziantep, Kocaeli, Hatay ve Bursa illerinde yaşandı. Uyuşturucunun kullanım yaşının 12’ye, ölüm yaşının ise 14’e kadar indiğini gösteren araştırmalarda, en çok da, eroin, esrar, uyuşturucu hap, kokain, amfetamin, votalit madde ve sentetik kannabinoidler kullanıldığı tespit edildi.”**

Ülke gençliğini tehdit eden uyuşturucu tehlikesi, Türkiye’nin bir ferdi olarak  bizi de derinden etkiliyor. Uyuşturucudan kaynaklı ölümlerin yüksek olduğu illerden biri olan Ankara Ulus ve civarındaki çok sayıda taksici esnafıyla gerçekleştirdiğimiz görüşmelerde, gençliğimizi ciddi manada tehdit eden uyuşturucu tehlikesini bir kez daha görebildik.

Ankara merkezindeki uyuşturucu alış verişinin, Akdaş Su Deposu, Çinçin Toki blokları etrafındaki tüm sokaklar, Hıdırlık su deposu çıkış yolu üzeri ve Sakalar civarında gerçekleştiği, söz konusu adreslerde, uyuşturucunun her çeşidinin (bonzai, bozai kadar tehlikeli olan taş, ‘bir nevi uyuşturucu hapı’, esrar ve eroinin) temin edilebildiği, bahsedilen yerlerdeki bakkal ve büfelerden en çok uyuşturucunun alım ve muhafazasını kolaylaştırmak için alüminyum folyo (uyuşturucu sektöründe jelâtin olarak adlandırılıyor) ile tükenmez kalem satışının gerçekleştiği iddia ediliyordu.

Araştırmamızın devamında; söz konusu yerlerden günün her saatinde uyuşturucunun kolaylıkla temin edilebildiği, uyuşturucu almak için genellikle ticari taksilerin kullanıldığı, ticari taksileri kullanan uyuşturucu bağımlılarının yaş oranlarının çok küçük olduğunu, (15-20 arası) kullanıcıların tamamına yakınının arkadaşları tarafından uyuşturucuya teşvik edildikleri; gelir düzeyi düşük aile çocukları olan bu gençlerin, uyuşturucu ile tedavi yol ve yöntemlerini bilmedikleri dile getiriliyordu.

Araştırmamızın en dikkat çeken noktası ise, uyuşturucu bağımlısı bu gençlerin, uyuşturucu alabilecek para temini için, hırsızlık (sokaklardaki logar kapakları ve bina içlerindeki su abone saatlerini çalmaları) yapmış olmalarıydı. “Neden böyle bir hırsızlık şekli?” sorumuza ise “bunlar, piyasada özellikle de hurdacılarda kolayca paraya çevrilebiliyorlar” cevabıyla karşılık buluyordu.

 Uyuşturucu satıcılarının uyuşturucunun içerisine leblebi tozu da katarak piyasa değerinin altında bir fiyatla sattıklarından, kullanıcıları bu yöntemle kendilerine bağımlı hale getirdiklerini iddia ediyordu.

Araştırmamızda dikkat çeken bir başka iddia ise iddia edilen bilgilerin kimi Emniyet görevlilerince de bilindiği, ancak olaya müdahil olmadıkları şeklindeydi. Böyle vahim bir iddia, bazı devlet kurumlarındaki kimi kamu görevlilerinin asli görevlerini yerine getirmeyerek, devleti sabote ederek âdeta fonksiyonsuz bırakmaya çalıştıkları endişesini akıllara getiriyor.

Türkiye’de son 1 yılda uyuşturucu madde bağımlılığı nedeniyle yaşanan direkt ölümlerin yüzde 45 oranında arttığı söyleniyor.  Yine bonzai bağımlısı bir kullanıcının,  tedavi olmaması durumunda 4 ile 5 yıl sonra yaşamını kaybedebileceği de yetkililerce dile getirilen bir başka iddia.

Ülke gündemini meşgul eden terörü alabildiğince abartan medyamız ve onun üzerinden kamuoyu oluşturmaya çalışan yetkililerimiz,  ülkemizin geleceği gençliğimizi rehin alan bu uyuşturucu terörü karşısında acaba hangi önlemleri almaktadırlar?

Ülkenin vatandaşları olan bizler, fert olarak bu tehlike karşısında hangi düzeyde sorumluluk alabilmişiz?

Uyuşturucu ile etkin bir mücadele için öncelikle gençlerimizi uyuşturucuya iten nedenlerin ortadan kaldırılması (eğitimsizlik, işsizlik, manevi duygularda yoksunluk, uygunsuz çevre koşulları… vb.) gerekmektedir.

*http://www.haberx.com/bm_uyusturucu_raporu_2014_dunyada_esrar_fiyati_en_fazla_turkiyede_artmis(17,n,11612557,385).aspx

**http://www.milliyet.com.tr/uyusturucudan-olumler-yuzde-43-gundem-1951841/ 

23 Ekim 2014 Perşembe

KOBANİ’NİN YANSIMALARI

Son aylarda yaşanan gelişmeler bize, iktidar ve muhalefet kesimindeki siyasi savrulmaların giderek derinleştiğini gösteriyor. Bu derinleşme, doğal olarak Türkiye’nin dış politikasına da yansıyor.
Türkiye, Kobani politikasında tabir yerindeyse ABD'den yine gol yedi. ABD'nin "PYD bizim için terör örgütü değildir" açıklaması, diplomasi dilinde örtülü olarak "Evet, sizi tanıyorum" demektir. Daha açık bir ifadeyle PYD’nin ABD için terör örgütü olmaması demek, PKK’nın da ABD için terör örgütü olmadığı manasını taşır. ABD, Kobani üzerinden "Çözüm Süreci"ne müdahil olmak istiyor. Türkiye, bölge Kürtlerine yönelik benzer bir hatayı, ABD’nin birinci Irak işgalinden sonra Irak’ın kuzeyinde kontrolü eline geçiren Talabani ve Barzani’ye karşı sürdürdüğü politikalarla yapmıştı. Oysa bugün Irak'ın kuzeyinde Türkiye müttefiki federal bir Kürdistan var.
6-7 Ekim olaylarından sonra, kamuoyunun merakla beklediği Öcalan ile HDP heyetinin görüşmesi nihayet gerçekleşti. Bu kez rutinin dışına çıkan HDP heyeti, ilk olarak Kandil ile görüştü. Kandil’den aldıkları mesajı/mesajları Öcalan’a ilettiler. Öcalan’ın önünde devlet ile yaptığı görüşmenin sonucu, 6-7 Ekim olaylarının acı bilançosu, KCK-Kandil’in mesajı, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Akil İnsanlar”la gerçekleştirdiği görüşme sonucu ve yine Başbakan tarafından açıklanan yeni  “İç Güvenlik Paketi”nin içeriği vardı.
Elindeki verileri değerlendiren Öcalan, Bugünden sonra bölgede demokratik siyasete, barışa ve çözüme inanan tüm yapı ve kurumların ciddi bir soruşturma ve yüzleşme sorumluluğuyla meseleye yaklaşmaları elzemdir. Bu yaşanan olaylardan tarafların ders çıkartması, bu temelde demokratik çözümün hayatiyetinin öneminin kavranarak müzakere temelli çabalara hız vermesi ehemmiyet arz etmektedir. Taraflara düşen görev birbirleriyle olan hukuklarını sağlam ve güvenli bir temele oturtmalarıdır. Bu yapılmadığı zaman içinden geçmekte olduğumuz sürecin derin bir darbeyle sonuçlanması kaçınılmaz olacaktır. Oysa bu topraklarda yaşayan bütün halklar ve inançlar için en önemli seçenek köklü bir demokrasi olmalıdır” diyerek, bir kez daha çözüm sürecini sahiplendi.
Son dönemde yaşanan olaylar, Türkiye’nin kendi sorununu, kendi iç dinamikleriyle çözme gayret ve iradesine dâhil olmak isteyen çevrelerin süreci sekteye uğratma gayretleridir. Uluslararası derin odaklar ve Türkiye’deki uzantıları, başladığı günden bugüne, Türkiye’nin “Çözüm Süreci” ile Kürtleri aldattığını iddia ettiler.
Öcalan ise “Henüz kendi yerelliğimizden yola çıkarak evrensel çözümlere ulaşma şansımız varken bu hamleyi yapmazsak, Bölgemiz başka güçlerin, salt kendilerini merkez alan dayatmaların ve uygulamaların girdabında telef olacaktır”  mesajıyla,  Orta Doğu’nun kaygan ve kaypak zemininde siyaset üretebilen ender kişiliklerden olduğunu, dünya ve Türkiye’deki gelişmeleri, birçok siyasetçi ve siyaset kurumundan daha doğru okuyabildiğini bir kez daha göstermiş oldu.
Bir yandan Kandil’in (Özellikle de KCK Yürütme Konseyi Sabri Ok’un ‘Tespitimiz, gerçekten de sürecin bittiği yönündedir. Tutumumuz da bu yönde olacaktır’) “Çözüm Süreci bitmiştir” naraları, diğer yandan Öcalan’ın süreci devam ettirilmesinin zarureti yönündeki son mesajı…
Ortada iki ihtimal var.
Birincisi; Kandil, Öcalan’ın “Çözüm Süreci”ni sahiplendiği son mesajını sahiplenecek. İkincisi; zayıf bir ihtimal de olsa Öcalan’a rağmen Kandil, silahı bir güç olarak dayatmaya devam ettirecek.
PKK içerisinde Öcalan’a rağmen silahlı mücadeleyi dayatan güçlü bir kesimin varlığı bilinmektedir. Yeni Şafak Yazarı Hilal Kaplan’ın “Başbakan'ın sıraladığı kronolojiye göre Kandil, Türkiye içindeki tüm illegal faaliyetleri sonlandıracağı sözünü vermiş ama sonuçta 6-7 Ekim'de estirilen teröre önayak olmuş durumda. Sürecin iyiliğini gözeten herkesin bu iddiayı Kandil'e ve HDP yetkililerine sormaları gerekiyor.”* ifadesi, bu iddiamızın doğruluğunu gösteriyor.
Yine Öcalan’ın son mesajının içeriğine bakıldığında, Kandil’e yönelik sert ifadeler kullanmaması, Öcalan’ın Kandil’deki dengeleri göz ardı etmediğini ve Kandil’e yönelik ihtiyatı elden bırakmadığı şeklinde yorumlanabilir. “Çözüm Süreci”nin başarıya ulaşması, olasılık dâhilinde de olsa PKK’nın bölünmesi ile sonuçlanabilir.
Kobani olayları bahane edilerek öldürülen sivillerin faillerinin bir an önce bulunması gerekir. Faillerin bulunamaması Türkiye’yi 1990’lı yılların karanlık ortamına çekmek isteyen uykudaki derin odakları hareke geçirecektir. Nitekim Bingöl Karlıova’da Hüda-Par üyesi Fethi Çakır’ın vahşice öldürülmesi, yeni bir Hizbullah-PKK çatışmasıyla, bölge insanını birbirine kırdırtma girişimidir. Bölgede hâlâ bu tür cinayetlerin yaşanıyor olması, devlet yönetimindeki otorite ve yönetim boşluğunun devam ettiği anlamına gelir.
Yeni “İç Güvenlik Paketi”nin detaylarını açıklayan Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, "Ben evrensel değerlere inanan bir insanım. Benim için birinci derecede kutsal olan şey, benim insanımın canıdır, mal güvenliğidir…” açıklaması, bir an önce hayata geçirilmelidir. Söylemde kalacak her açıklama bölge insanının devlete güvenini azaltacak, yaşanan güven kaybı ise bölge insanının devletten uzaklaşmasıyla son bulacaktır.

*http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/HilalKaplan/kandil-yalan-mi-soyledi/56539

22 Ekim 2014 Çarşamba

Yağmur!..

Ağlayan gökyüzünün,

Çatık kaşlı bulutların dökülen gözyaşları,

Kuruyan yeryüzünün ab-ı hayat kaynağı,

Kirli dünyamızı paklayan,

İnsanlığın umudu, sevdası yağmur.

 

Yaradan’ın lütfu, bereketin, rahmetin,

"Can" olmanın kaynağı baharın,

Ayrılıkların habercisi sonbaharın,

Suyun, yeşilin, yaşamın kaynağı yağmur.

 

Başı dik, kibirli sarp kayalıklarda durmayıp

İlahî Nur’un...

Mekke’nin en alçak noktası Kâbe’ye aktığı gibi,

Uzun yolculuklar ardından düz ovalara,

Derin göllere akan, tevazunun nişanesi yağmur.

 

Sevgiye susamış, 

Sevgili’ye hasret âşıklar gibi yolunu gözler, 

Bu çorak ve kurumuş topraklar.

Uykusuz gecelerde, "umut" diyerek,

Pencereme dokunmanı özlemle beklediğim yağmur.

 

Yağmur!...

Ne bu heybet, kimedir kızgınlığın?

Ne olur sakinleş biraz. 

Sessiz sessiz yağ,

Islat tüm vücudumu ta iliklerime kadar,

Islat ki bedenim temizlensin,

Sonbaharda dalından dökülen yapraklar gibi...

Kalbimi kaplayan günahlarım dökülsün...! 

 

Memdoğlu…

20 Ekim 2014 Pazartesi

ÖCALAN’IN SARSILAN OTORİTESİ

PKK’nın genel ideolojisinde Önder olarak kabul edilen Öcalan’a bağlılık esastır. 17 Mayıs 2005 tarihinde gerçekleştirilen kongrede, PKK/KONGRA-GEL tarafından kabul edilen KCK Sözleşmesinin 11. Maddesi: “Reberiya Koma Civakên Kurdistan: Koma Civakên Kurdistan (Kürdistan Toplumlar Topluluğu- Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi) kurucusu ve Önderi, Abdullah Öcalan’dır. Ekolojiye ve cinsiyet özgürlüğüne dayalı demokrasinin felsefik, teorik ve stratejik kuramcısıdır. Her alanda bütün halkı temsil eden önderlik kurumudur. Kürdistan halkının özgür ve demokratik yaşamına ilişkin temel politikaları gözetir ve temel konulardaki en son karar merciidir. Kongra-Gel Genel Kurul kararlarının demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü devrim çizgisine uygunluğunu gözetir. Yürütme Konseyi Başkanını görevlendirir. Temel konulara ilişkin Yürütme Konseyi kararlarını onaylar.”

Sözleşmenin 13. Maddesi ise, “Yürütme Konseyi, Kongra Gel tarafından iki yılda bir KCK yurttaşları arasından seçilen bir başkan ve otuz üyeden oluşur. Yürütme Konseyi Başkanı salt çoğunlukla, konsey üyeleri ise genel oyla seçilirler. Yürütme Konseyi Başkanı ve üyeleri en fazla iki dönem üst üste seçilebilir. Yürütme Konseyi Başkanı, Önderlik tarafından görevlendirilir ve Kongra Gel Genel Kurulu tarafından onaylanır.” der.

30 Haziran - 5 Temmuz 2013 tarihleri arasında Kandil'de gerçekleştirilen KONGRA-GEL 9. Genel Kurulu’nda, Öcalan'ın talebiyle KCK sisteminde önemli değişikliklere gidilmiş “genel başkanlık konseyi” ile “eş başkanlık” sistemine geçilmişti. Yürütme Konseyi Başkanı olan Murat Karayılan'ın yerine,  KCK Eşbaşkanlığına Cemil Bayık ile Bese Hozat atanmış, Kongra-Gel Eşbaşkanlığına ise Hacer Zagros ile Remzi Kartal getirilmişti.

Kurucusu olduğu PKK içerisindeki dengeleri çok iyi bilen ve bu dengeleri iyi okuyabilen Öcalan,  büyük bir riski göze alarak Cemil Bayık’ı KCK’nın Eşbaşkanlığına getirdi. O gün KCK’da yaşanan bu değişimi, 17 Temmuz 2013 tarihli “KCK’DAKİ DEĞİŞİMİN KODLARI” başlıklı yazımızda, “KCK’nın üst yönetim değişikliği ile ilgili her kesimden uzmanlar farklı farklı yorumlar getirdiler. Bu değişiklikler Öcalan’ın talimatıyla gerçekleşse de evet; Öcalan bu değişikliği yapmak zorunda kalmıştır.  PKK içerisinde Öcalan’a rağmen, silah bırakmamaya en çok C.Bayık direndi.  PKK silah bırakıp siyaset yapma kararı alacak olsa, C.Bayık silahlı mücadeleden vazgeçmeyecekti.  Bir başka ifade ile Öcalan PKK’yı bölünmekten kurtardı.

 Çözüm sürecinin başlamasıyla, kendi içerisinde bölünme aşamasına gelen (silaha tamam diyenler, silahla devam diyenler) PKK’yı (üst düzey yöneticilerinin son 3 aydaki açıklamaları bu gerçeği gözler önüne seriyor.) son bir hamle ile “şimdilik” bölünmeden kurtardı. Cemil Bayık ve Besê Hozat'ın KCK Eşbakanları olarak seçilmesi; İmralı'daki Öcalan'ın çözüm sürecine direnen, derin PKK'ya tavizi olarak değerlendirilebilir. Oysa böyle bir seçim, hem çözüm süreci, hem de Öcalan için büyük bir risktir.”*  diyerek değerlendirmiştik.

KCK içerisinde uluslararası derin yapılanmalar ile bağlantıları olan ve kamuoyunda “Ankara Grubu” olarak adlandırılan yapı (C. Bayık, B. Hozat, S. Ok, D. Kalkan, M. Karasu ve A.H. Kaytan) 2012 yılının son aylarında İmralı ile başlatılan ilk etapta çatışmasızlığın sağlandığı ve 2013’ün başında “Çözüm Süreci” diye adlandırılan Türkiye’nin hayati projesine hep engel olmaya çalıştılar. PKK’daki bu derin yapının iki yıllık süreç içerisindeki açıklamalarına bakıldığında bu gerçek rahatlıkla görülebiliyor.

Cemil Bayık Süreç içerisinde yapmış olduğu açıklamalarla, bizi yanıltmamıştı. Nitekim 5 Haziran 2014 tarihli bir açıklamasında,  “Bir daha vurgulayalım ki, doğru politika ve adımlar kendiliğinden sonuca ulaşmazlar. Doğru politika ve stratejiler ancak doğru taktikler, doğru yol, yöntem ve araçlarla pratikleşirse sonuca ulaşırlar. Bunlar yapılmadan sadece İmralı’daki görüşmelerden sonuç çıkacağını beklemek Kürt Halk Önderine yanlış bir yaklaşım olduğu gibi, büyük bir haksızlığı da ifade etmektedir.”, 26 Eylül 2014 tarihli bir başka açıklamasında ise  “Öcalan bizim önderimiz. Biz bir önderlik hareketiyiz. Önderimize bağlıyız. Ama Türkiye adım atmadan önderlik ‘hayır savaşmayın’ nasıl diyecek ki? Diyemez. Dese bile savaşçılar bunu kabul etmezler. Biz savaşçıları zor tutuyoruz.”  diyerek, âdeta Öcalan’ı tehdit ediyordu.

“Çözüm Süreci”ndeki bu tıkanıklığın nedeni, Öcalan ile Kandil arasındaki anlayış farklılığından kaynaklanan doku uyuşmazlığıdır. Silahlı mücadeleyi öngören Kandil’deki baskın anlayış, Öcalan’ın devlet ile işbirliğine gittiğini, devletin kontrolünde olduğunu düşünüyor. “Çözüm Süreci” yavaşlayıp görüşmeler uzadıkça, PKK’nın da büyük oranda kaynağını oluşturan HDP seçmeni üzerindeki otoritesi zayıflamasa da Öcalan’ın Kandil üzerindeki otoritesi zayıflayacaktır.

 Sonuçta, Kandil’in dayatmasıyla Kürtleri sokağa indiren HDP, “barış” konusunda kendi inandırıcılığını yitirmiş, aynı zamanda da Öcalan’ın Kandil üzerindeki otoritesini de zayıflatmıştır.  

*http://www.haber111.com/Mehmet_MEMDOGLU+KCKDA_KI_DEGISIMIN_KODLARI_yazi918.html


16 Ekim 2014 Perşembe

TOPLUMDAKİ ŞİDDET SARMALI

“Şiddet kelimesinin etimolojik kökeni Arapçadır ve ‘bir gücün derecesi’, ‘sertlik’, ‘peklik’ anlamlarını barındırır. Kelimenin İngilizce ve Almanca kullanımı ise Latince birkaç kavramın birleşiminden oluşmaktadır ve bir yandan ‘ihlal etmek’ ve ‘zarar vermek’ anlamlarını taşırken diğer yandan ‘kuvvet’, ‘hız’ ve ‘aşırılık’ anlamlarını da karşılamaktadır. Bu bağlamda şiddet kavramı, en geniş tanımıyla gücün, kuvvetin, otoritenin ve üstünlüğün kötüye kullanımı ile ortaya çıkan sınır ihlalini ifade eder.”*  

Genel anlamda şiddet; öfke, korku, kaygı ve hislerin farklı boyutlarıyla dışa yansımasıdır. Şiddet, sadece fiziksel boyutta değil; sosyal, psikolojik, hatta ihmal ve istismar boyutunda da değerlendirilmelidir.

İnsanların problemlerini sağlıklı bir iletişim kurarak çözme yeteneğinden mahrum olmaları, bireyler arası ilişkiler, kızgınlık kontrolü ile kızgınlığın etkin ifadesi ve çatışma çözme becerileri konusunda eğitimsiz olmaları şiddeti arttırır. Toplumun çoğunluğunun nezdinde sorun çözme yöntemi olarak benimsenmesi ise şiddeti arttıran bir başka faktördür.

Türkiye’de yeterince şeffaf olmayan kapalı bir toplum yapısı mevcuttur. Bu kapalı toplum yapısında, şiddet; kimi zaman fiziksel, kimi zaman psikolojik, kimi zaman cinsel içerikli olabileceği gibi, bazen de ekonomik nedenlerden kaynaklı olabilmektedir.

 Geçtiğimiz günlerde HDP’nin çağrısıyla sözüm ona Kobani’yi protesto adına, düzenlenen eylemlerde şiddet ve vandallık bir kez daha tavan yaptı. Yaşanan olaylarda maalesef 38 kişi hayatını kaybetti, yüzlercesi de yaralandı. Ev ve işlerleriyle kamuya ait binalar vahşice yakıldı, yıkıldı.  Hatırlanacağı üzere, Türkiye’de bu emsalde bir şiddet, 2013 yılında Taksim-Gezi olaylarında da yaşanmıştı. 

Türkiye kendi gerçeğiyle bir kez daha yüzleşti. Kobani protestoları, Türkiye’deki toplumsal ve sosyal fay hatlarını yerinden oynatmaya yetmiş, toplumsal dokumuzun inceliğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Ne yazık ki bu eylemler, Türkiye toplumunda var olan kamplaşmanın, kutuplaşmanın daha da açılmasına, derinleşmesine neden olmuştur. Demokrasi adına siyaset yapan tüm siyasetçileri, bir kez daha sorumlu davranmaya davet ediyoruz.

Tüm Türkiye, Kobani’yi protesto adına yaşanan olaylar karşısında dehşete düştü, şiddete sebebiyet verenleri kınandı. Maalesef yine kolaycılığa kaçılarak bireyi, toplumu şiddete yönelten nedenler yeterince irdelenmedi.

Özeleştiriye hazır mıyız? 

Evde şiddet: Ebeveylerinden şiddet gören çocuk, elbette şiddete meyilli olur. Ebeveylerinin birbirlerine yönelik şiddetini gören çocuk, şüphesiz şiddete yatkın olur ve şiddet içermeyen, şiddet gerektirmeyen bir numayişte bile gördüğü şiddet dışa yansımaya başlar.

Eğitim sistemimizdeki çarpıklıklardan kaynaklı şiddet: Okulda öğretmeninden, arkadaşlarından fiziki ya da psikolojik şiddet gören öğrenci, kendince, kırılan onurunu kurtarmak adına, yaşadığı acıyı hafifletmek için toplumda kendisinden zayıf gördüğü kimi bireylere yönelik şiddet içerikli eylemlere başvurabiliyor. Bu şiddet, bazen öğrencinin öğretmenine yönelik şiddetiyle de karşılık bulabiliyor. 

Şiddeti o kadar özümsemişiz ki, bugün devletin güvenlik gücünün yetiştirildiği askeri okullar (lise ve harp okulları dâhil) ve polis meslek yüksekokullarındaki öğrencilerden kaynaklı “devrecilik” diye tabir edilen psikolojik şiddeti görmezden gelemeyiz. Disiplini tesis etmek adına, insan onurunu ayaklar altına alan bu sistematik işkenceler, kimi okul görevlilerince görmezden gelinebiliyor.  Oysa bu okullardan mezun olacak olanlar, yarın vatandaşın, ülkenin güvenliğini sağlayacak. Baskı ve şiddet ortamında yetişecek görevlilerin en küçük bir toplumsal olayda uygulayabilecekleri şiddeti düşünebiliyor musunuz?  (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AİHM’e dava başvuru sayısında, yıllardır Rusya’nın ardından ikinci gelen Türkiye, 2013 bilançosunda beşinci sıraya geriledi.)

İşyerinde şiddet: İster kamu kurumu, isterse özel sektör olsun; adaletli davranmayarak, mahiyetimiz altındaki personele fiziki ya da psikolojik şiddet uygulayabiliyoruz.

Sporda şiddet: Sporun, dostluk ve kardeşlik olduğunu her fırsatta dile getiririz. Gelin görün ki sadece spor olsun diye yapmış olduğumuz sportif faaliyetlerde, sportif karşılaşmalarda sporu kendi egomuzu tatmin aracına dönüştürebiliyoruz. Hakaret ve küfür yetmiyormuş gibi sporu şiddete alet edebiliyoruz.

Sokakta şiddet:  Sonuçta her türlü baskı ve şiddet ile yoğrulmuş olan toplumumuz, anayasal hakkı olan demokratik bir eylemde bile sokakları ateşe verebiliyor. Hak arama adına, insanların haklarına tecavüz edebiliyor. Bununla da yetinmeyip, kendi kardeşini kolaylıkla öldürebiliyor.

En nihayetinde, toplum içerisindeki ötekileştirme;  kin ve nefreti,  kin ve nefret ise çatışmayı ve şiddeti doğurur.

Amacı sadece şiddet olan birisine, karşı şiddetle mukabele ederseniz,  kalıcı bir çözüm bulamazsınız.

Unutmayın! Şiddet, şiddeti doğurur.


*Y.Dursun  “Şiddet nedir ?”, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 2011, sayı: 12

14 Ekim 2014 Salı

Siyasetin Dili ve Şiddet

Bireylerin anlaşmazlıklarını sağlıklı bir iletişim kurarak çözme yeteneğinden mahrum olmaları, bireyler arası ilişkiler, kızgınlık kontrolü ile kızgınlığın etkin ifadesi ve çatışma çözme becerileri konusunda eğitimsiz olmaları şiddeti arttırır. Toplumun çoğunluğunun nezdinde sorun çözme yöntemi olarak benimsenmesi ise şiddeti arttıran bir başka faktördür.
Genel anlamda şiddet; öfke, korku, kaygı ve duygularının farklı boyutlarıyla dışa vurmasıdır. Şiddet, sadece fiziksel boyutta değil; sosyal, psikolojik, hatta ihmal ve istismar boyutunda da değerlendirilmelidir. Buna bir de siyasetçiler tarafından siyaseten yapılan şiddeti de ekleyebiliriz.
Türkiye’nin demokrasi tarihine bakıldığında, siyaset kurumunu temsil eden siyasetçilerin, genelde sert bir siyasi üslup kullanıldıklarını görüyoruz. Siyasetçilerin kullandıkları bu üslup, zaman zaman toplum arasında şiddet unsuru olmuş,  hatta çatışmalara bile sebebiyet verebilmiştir.
Son bir yıldaki siyaset dili, Türkiye’nin sosyal ve toplumsal dokusunda hissedilir derecede kamplaşmalara neden olmuştur. Bu kamplaşmalar 30 Mart yerel seçimlerinde de net olarak görülmüştür. Son dönemlerde siyasi parti liderlerinin TBMM’deki grup toplantılarında, basına verdikleri beyanlarda kullandıkları dil ve üslup,  maalesef bu kamplaşmaları daha da derinleştirmiştir.
Yenilenen 1 Haziran seçimlerinde hem Yalova’yı hem de Ağrı'yı kaybeden AK Parti için en iyi çözüm, sağlıklı bir özeleştiri yapmak olacaktır.  Ağrılılarca sevilmeyen bir adayda ısrar etmenin,  AK Parti’ye Ağrı’yı kaybetmesinde etkili olduğu iddia edilmektedir.
Siyaseten sert bir dil ve üslup kullanmak, Kürt seçmeni kaybetmekle sonuçlanır. Geçmişte böyleydi, bugün de böyle olur. Başbakan,  Ağrı'yı kaybetmenin verdiği moralsizlik ile sert bir dil ve üslup kullanmaktadır.  Kaybetmek de kazanmak da demokrasinin bir sonucu değil miydi? Başbakan'ın son dönemdeki kimi açıklamaları, PKK'ya;  kendi propagandasına alet edebilecek yeni argümanlar sunmaktadır.
BDP ve HDP cephesinden de yine aynı sertlikte ve dozajda açıklamalar gelmekte. PKK tarafından çocukları alıkonulan annelerin, çocuklarının geri gönderilmesi için başlattıkları eylemler, bugüne kadar bu tür karşı bir eylemle karşılaşmayan BDP-HDP ve KCK-Kandil’in kimyasını değiştirdi.
Eylemlerin başladığı ilk günlerde Diyarbakır’daki anneler ile görüşen ve  “Sorunun çözümü için Kandil'le diyaloga geçeceğim" diyen Selahattin Demirtaş, "Çocuklar kendi isteğiyle gitmiş!", "Bazı aileler istihbarattan aldıkları ücret karşılığında o eylemi yapıyor. Onların çocuğu kaçırılmış değil" yine Başbakan’ı kastederek, "Derdi Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken anneleri nasıl kullanabilirim" diyebilecek, anneleri satılmışlıkla suçlayabilecek bir hukukçu  kimliğiyle bağdaşmayan sorumsuz açıklamalar yapabilmiştir. Sayın Demirtaş! Bu çelişkinin sebebi nedir? Yoksa birileri (Kandil) kulağınızı mı çekti?
Çatışma ve şiddetin olduğu ortamlarda silahlı örgütlere katılım, her zaman tavan yapmıştır. Çatışma ve şiddetin yaşanmadığı durumlarda silahlı örgütler-yapılar-gruplar,  varlık sebeplerini sorgulamaya başlarlar. Terör örgütlerindeki bu iç sorgulama, beraberinde çözülmeyi getirir, getirecektir. Lokal sokak eylemleri baz alınarak, yeni bir algı operasyonuyla, “PKK şehirleri kontrol etmeye başladı” propagandası yapılmak istenmektedir.
Bir buçuk yıllık çatışmazsızlık ortamı, “Çözüm süreci”  karşıtları gibi,  çatışma ve şiddet üzerinden strateji belirleyen KCK-Kandil cenahını da zor durumda bırakmış görünüyor. Kandil, çözüm sürecinin sadece Öcalan üzerinden yürütülmesinden pek de memnun görünmüyor.  Nitekim KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık, 5 Haziran günü yapmış olduğu açıklamada, “Bir daha vurgulayalım ki, doğru politika ve adımlar kendiliğinden sonuca ulaşmazlar. Doğru politika ve stratejiler ancak doğru taktikler, doğru yol, yöntem ve araçlarla pratikleşirse sonuca ulaşırlar. Bunlar yapılmadan sadece İmralı’daki görüşmelerden sonuç çıkacağını beklemek Kürt Halk Önderine yanlış bir yaklaşım olduğu gibi, büyük bir haksızlığı da ifade etmektedir.” diyerek, bu konudaki rahatsızlığı dile getirmiştir.
Bölgenin hassasiyetleri çok iyi bilen, bölge insanı bir gazeteci dostum, “Okul, öğretmen ve ilimin olduğu yerde PKK yeşermez tersine yok olur, bunu bilen PKK tüm enerjisini Kürtlerin cahil kalması için kullandı.” değerlendirmesiyle, bölgenin acı gerçeğini bir kez daha hatırlattı. 
İnsanoğlunun yaşarken tüketemediği şey, yüzyıllardır bitmeyen eşsiz bir hazinedir ümit…
Ümitvar olun, ümidinizi kaybetmeyin dostlar…
(Bu yazı ilk olarak 7 Haziran 2014 tarihinde yayınlanmıştır.)

13 Ekim 2014 Pazartesi

Ah Ney'im..!

Ney’im, Neyim! 
Ahh Ney’im?
Dokuz boğumlu halden anlayan,
Sırdaşım, gönüldaşım, dertli Ney’im
Bir sen, bir ben, bazen de Ney’im?

Ey Ney’im! 
Ben(miy)im Ney’im?
Üfledikçe hüzünlenen ve ağlayan,
Ben gibi inleyen, ses veren Ney’im?
Bu kadar dertli olduğunu, nereden bileyim?

Usulca!...
“Âşk” diyerek üfledim…
Neva vermedi, inledi Ney’im?
Öyle kederliydi ki tarif edebilecek, 
Anlatacak söz bulamıyorum,
Ney’le(ye)yim.

 “Neyimiz var?” demiyoruz…
Çok şükür, Ney’imiz var, üflüyoruz.
Ah Ney’im, benim Ney'im! 
Söyle bana! O’ndan başka sığınacak,
Tutunacak neyimiz var? Söyle Ney'im?


Memdoğlu...

11 Ekim 2014 Cumartesi

EMRE USLU, ÇOK ŞEY BİLİR AMA…


Uzun zamandır sessizliğini koruyan Emre Uslu, 09 Ekim 2014 tarihli yazısında, “Uzun süredir çözüm süreciyle ilgili konulara girmemeye çalışıyorum. Çünkü sürece ilişkin en küçük eleştiri ‘savaş çığırtkanlığı’, ‘ölü sevicilik’ olarak nitelenip, sürecin yanlışını gösterenler linç edilmeye çalışılıyor. Bu sürece ‘amansız barış süreci’ diyen bir gazeteci güruhu Yeni Mahalle’den aldıkları direktifle sürece ilişkin en küçük eleştiriye linç kampanyasıyla karşılık verdi hep.” diyerek, Türkiye’de yaşanan son olaylarla ilgili memnuniyetini gösteren düşüncelerini ifade ediyordu.

Evet, Emre Uslu hep savaş çığırtkanlığı yaptı.

İşte kanıtları, buyrun.

“Eğer PKK'ya gaz verip ortaya dökülmesini sağlayarak PKK'nın askeri operasyonlarla bitirilmesi gibi bir projenin parçası değilseniz, devleti yanlış okuyorsunuz. Bugünkü devlet otuz yıldır PKK'nın varlık sebebini bir iktidar aracına dönüştürmüş ve çocukların ölümü üzerinden iktidar oyunu oynayan devlet değil artık. Devletin elindeki imkânlar, teknolojik kapasite, stratejik düşünce gücü, uluslararası konjonktür de farklı. Dolayısıyla düne ait bir düşünceyi tekrarlayıp devlet PKK'yı askerî olarak yenemez diyerek yanlış yapıyorsunuz. Olan, sizin yanlışınızı önemseyip gaza gelerek savaşı kızıştıran PKK'ya katılmış gariban Kürtlerin çocuklarına oluyor. Çok net söylüyorum, mevcut strateji devam ettirilirse, PKK önümüzdeki bahar döneminde yok edilir.” ( Taraf Gazetesi 02 Kasım 2011)  diyordu. 

PKK ile silahlı mücadele, Emre Uslu’nun temennisi doğrultusunda devam etmiş ama PKK yok edilememişti.

 “Ramazan ateşkesi kapıda mı?” başlıklı yazısında ise, “Son dönemde PKK sorunu konusunda gözümüzün önünde ama bizden kaçırılan bir süreç işliyor. Toplumsal tepkileri ölçmek için sondajlar yapılıyor… Kamuoyunun tepkilerini anlamak için sondaj faaliyetleri başladı. Bu faaliyetler kapsamında ‘PKK barış ilan edecek’ türünden haberler mayıs sonundan itibaren verilmeye başladı. Kamuoyunu hazırlayacak sondaj faaliyetleri hazirandan itibaren hızlandı…” (Taraf Gazetesi 04 Temmuz 2012) diyerek, barışın görüşmelerle gelmeyeceğini,  PKK ile silahlı mücadelenin devam etmesi gerektiğini savunuyordu.

İçişleri Bakanlığı’nın, 2012 yılındaki operasyonlarla ilgili raporu şöyleydi:  "Yılın ilk 9 ayında Türkiye kırsalı ve Kuzey Irak'ta düzenlenen operasyonlarda 970 terörist öldürüldü, 174'ü teslim oldu. Örgüt üyesi, milis, sempatizan ile örgüte yardım yataklık eden 6 bin 300 kişi PKK /KCK soruşturmalarında gözaltına alındı. Operasyonlarda, toplam 300 kilo RDX (C-4, A-4 plastik patlayıcı) ile 2 ton 900 kilogram el yapımı patlayıcı ele geçirildi. Kara ve hava harekâtlarıyla PKK'daki 5 bin 500 - 6 bin dolayında olan eleman sayısı 4 - 4 bin 500'e geriledi."

2012 yılında güvenlik güçleri ile PKK arasında yaşanan çatışmalarda çok ağır bir bilanço çıkıyordu. Bu ağır bilançoya rağmen bu ülkenin beklediği barış bir türlü gelmiyordu.

Uslu, bir başka yazısında yine,  “Yani sizin anlayacağınız, biz bu “müzakere sürecine” 2010’da geçtik ama bir sonuç çıkmadı. Bunlar Öcalan’ın klasik alan açma hamleleri. Öcalan sürece format attı her şey sıfırdan kurulacak. Bundan barış çıkmaz.” (Taraf Gazetesi 18 Eylül 2013) diyerek, bu ülkeye barışın gelmemesi yönündeki temennilerini bir kez daha yineliyordu.  

Emre Uslu da savaş yanlısı, kan emici ağa babaları da biliyorlar ki Türkiye 1984’ten 2012’ye kadar (yaklaşık 30 yıl) PKK’yla,  Bay Uslu’nun da önerisi olan silahlı bir mücadeleyi sürdürdü. Eğer silah ile çözüm gelseydi, biz bugün “Çözüm Süreci”ni konuşmazdık.

O dönemki yanlış uygulamalar ve teşhisler sebebiyle kendi vatandaşını kendisine düşman ettiren devlet aklı, nihayet 2012 sonlarında yeniden kendisiyle yüzleşme cesaretini göstererek,  bölge halkını kucaklamayı denedi. Bu süreci sürekli olarak sabote etmeye çalışan Türkiye düşmanları ise çözüm ve barışı engelleyecek fırsatları değerlendirmek için tüm imkânlarını seferber ettiler.

OHAL’in devam ettiği dönemde, olağanüstü şartlar altında yaşayan bölge halkı,  köyleri, malları, hayvanları yakılarak, zorla köylerinden uzaklaştırıldılar. Nereye?  İşsiz, aç susuz kaldıkları, kendilerine “PKK’lı terörist “muamelesinin yapıldığı Türkiye metropollerinde yaşamaya mecbur edildiler.

Köy yakmalardan sonra Türkiye’nin büyükşehirlerinde yetişmek zorunda kalan bu kuşak, kendisine haksızlık yapıldığını düşünerek, devlete küskün büyüdü, intikam düşüncesiyle yetişti.

Bu olumsuzlukları yazmayan Emre Uslu ve avenesi, hep kolaycılığa kaçtı, savaş ve çatışma üzerinden gündem belirlemeye,  kangrenleşmiş bu sorunu çözmeye kalkışan yeni devlet anlayışına hakaret etmeye, devleti tahkir etmeye devam etti.

Emre Uslu o dönemleri yaşamadı, ama çok iyi bilir.

Emre Uslu, sorunun çözümünün bölge insanın kalbini kazanmaktan geçtiğini de bilir.

Emre Uslu, İngiltere ile IRA arasında bir asır devam etmiş silahlı çatışma ile gelmeyen barışın, müzakere ile geldiğini de bilir.

Emre Uslu, dünyanın hiçbir yerinde çatışma, kan ve gözyaşıyla barışın gelmediğini de bilir.

Emre Uslu, Kürt düşmanlığı yapmanın Türkiye’ye barış ve huzur getirmeyeceğini de bilir.

Emre Uslu,  yeni bir çatışmanın bedellerinin çok ağır olacağını ve Türkiye’nin bölünmesiyle nihayetleneceğini de bilir.


Emre Uslu, çok şey bilir ama Türkiye toplumunun,  inadına barış, huzur ve kardeşliği haykırdığını bir türlü bilmek istemiyor. Çünkü bunu bilmek, onu rahatsız ediyor,  beklentilerini boşa çıkartıyor.  

10 Ekim 2014 Cuma

KARANLIK SENARYOLAR

Bazen bir olayı anlatmak için kelimeler, cümleler yetersiz kalır… 35 yaş altı kuşaklar bilemez, 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’sini.  O dönemi (sabah evden çıkarken, akşam eve dönüşün meçhul olduğu yıllar) anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalıyor.

Emperyal güçlerin bize ihraç etmeye çalıştığı “izm”lerin bıraktığı derin izlerdir 1980 öncesi yıllar…

Bu ülkenin okumuş binlerce gencinin sağcı-solcu adıyla çatıştırılarak heba edildiği yıllardır 1980 öncesi yıllar…

Sokak çatışmalarının normalleştiği, insan ölümlerinin sıradanlaştığı yıllardı 1980 öncesi yıllar…

Toplumun bölündüğü, kamplaştırıldığı, karşılıklı nefret duygularının doruğa çıktığı bu dönemde,  üniversiteler, kahvehaneler, meydanlar sağ-sol çatışmaların merkeziydi. Sadece bir yıllık süre içerisinde (1979 Kasım’ından 12 Eylül 1980 tarihine kadar) toplam 3 bin 729 kişi hayatını kaybetti.

2013 yılı Mayıs ayındaki Taksim- Gezi olayları ve sonrasında, 1980 öncesi sokak çatışmaları yeniden sahneye konulmak istenmiştir. Hedefledikleri sonucu elde edemeyen güçler -nasıl tarif ederseniz edin- aslında bir bütün olarak Türkiye halkını sokaklara dökmek için her türlü yolu deneyeceklerdir.  

Yerel seçimlerin yaklaştığı şu günlerde de kırılgan ve hassas olan Türkiye toplumunun sinir uçlarını dokunmaya çalışılıyor.

Türkiye’yi terörize etmek isteyen derin ve karanlık odaklar, çoktan işbaşı yaptılar.  İlk önce Van’ın Muradiye ilçesi BDP’li adayı Sefure Güneş’in park halindeki aracına yönelik bir saldırı gerçekleştirildi. Ardından BDP’nin Gaziantep Nizip ilçesi seçim bürosuna yönelik taşlı sopalı saldırı düzenlendi.

AK Parti Van Adayı Osman Nuri Gülaçar’a yönelik taşlı sopalı ve ses bombalı saldırıdan sonra,  MHP’nin İstanbul Esenyurt’taki seçim bürosunun açılışı esnasında gerçekleştirilen ve son derece üzücü olan saldırı meydana geldi. (Saldırıda hayatını kaybeden Cengiz Akyıldız’a Allah’tan rahmet, ailesine ve MHP camiasına başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz. )

"Kurt puslu havayı sever." İçerisinde bulunduğumuz sıkıntılı günleri fırsat olarak gören derin güçlerin gerçekleştirdiği bu saldırı, açık bir provokasyondur. Türkiye halkını birbirine kırdırtmak isteyen derin odakların sinsi girişimleriyle karşı karşıyayız. Birileri kendi hesap ve menfaatleri için, MHP'yi sokağa indirmeye çalışıyor olsa da saldırının ardından bir açıklama yapan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, MHP camiasını sokağa çekmek isteyenlerin heveslerini âdeta kursaklarında bırakmıştır. Bahçeli: “Esenyurt'ta vuku bulan cinayet ve yaralamalar, son yıllardaki en kritik vakadır. Türkiye'yi içe dönük bir hesaplaşmaya ve tehlikeli sürece sokmak için malum çevreler çırpınmaktadır. Bekliyorlar ki Türk milleti birbirine düşsün. Etnik mücadele her yere yayılsın. MHP sokağa insin, çatışmanın tarafı haline gelsin… Bozgunculara şans tanımayacağız. Heveslerini kursaklarında bırakacağız."

AK Parti ve MHP’ye yönelik saldırılarda ilk olarak akıllara her ne kadar PKK geliyor ise de saldırılarla ilgili soruşturmaların sonuçlarını beklemek daha doğru olacaktır.

Esenyurt’taki MHP binasına saldırıdan bir gün sonra, bu kez Şişli Belediye binasına yönelik silahlı saldırı gerçekleştirildi. Önce MHP’ye, sonra ise CHP’ye yönelik saldırılar,  toplumun kafasını karıştırmaya yöneliktir.

Akabinde, Hakkâri Çukurca ilçesinden bir saldırı haberi geldi. AK Parti Çukurca İlçe Başkanı Zeki Ertunç'un park halindeki aracı, kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce molotof kokteyli atılarak yakıldı.

Saldırıların geneline bakıldığında, saldırıların sadece bir siyasi partiye yönelik olmadığı görülmektedir. Siyaset ve siyasetçilere yönelik saldırılar, demokrasi ve halkın iradesine yapılmış saldırılardır.  Siyaset kurumu, bu ve benzeri saldırılar karşısında parti ayrımı yapmadan dayanışma içerisinde olmalıdır. 

Bir dostumuz anlatırdı. Şanlıurfa’da bir köyde aralarında husumet bulunan iki aile varmış. Bölgenin ileri gelenleri bu iki aileyi barıştırmış. Mevsim yaz ve iki ailenin de harman yerinde mahsulleri duruyormuş. İki ailenin barışından rahatsızlık duyan bir müfsit, harmanları ateşe vermeye kalkışır.  Ancak, böyle bir ihtimale karşılık her iki ailede, harman yerinde önceden tedbir aldıklarından, bu müfsidi amacına ulaşmadan yakalarlar.

Türkiye’nin huzurunu bozmak isteyenler; baskı, yıldırma ve korkutma ile seçimleri sabote etmek ve engellemek isteyeceklerdir.

Elbette ki Türkiye’nin kat etmesi gereken çok uzun bir yol var… Türkiye kendi iç dinamikleriyle, kendi problemlerini çözmelidir. Kendi iç dinamikleriyle nasırlaşmış, kangrenleşmiş sorunlarını çözmeye kalkışan Türkiye,  her defasında sanal ve suni problemlerle karşı karşıya bırakılmıştır.  Ama bu iç dinamikler bir türlü sivil bir anayasa hazırlayacak olgunluğa erişmediğini kabul etmek (özeleştiri olarak) yerinde olacaktır…

Geçmiş tecrübeyle sabittir.

Bir ülkede kaos ortamı oluşturulmak isteniyorsa, önce üniversitelerde karşıt görüşlü öğrenciler arasında çatışma tertiplenir. Sonrasında ise olaylar manipüle edilerek sokaklara indirilir ve sokak çatışmalarına zemin hazırlanır

Sokak olaylarının, Ukrayna'da hükümet düşürdüğünü gören derin odaklar, aynı yöntemle Türkiye'de de hükümet düşürmeyi planlıyorlar.

Lütfen...Dikkat...!!!

Selametle kalın efendim…

(Bu yazı, ilk olarak 07.02.2014 tarihinde yayınlanmıştır.)