31 Aralık 2014 Çarşamba

Acı Bisküvi

Mevsim yaz, ordunun henüz yönetime el koymadığı 1980 yılının Haziran ayı. 12 yaşında bir çocuktur Hasan.  

İlkokulu köyde okuyan Hasan, ortaokul için arkadaşlarıyla birlikte, her gün köyden ilçeye yürümek zorundadır (gidiş - dönüş 20 Km). Köyün çocukları içerisinde karnesi en iyi öğrenci olmasına rağmen, ne yazık ki yıl sonunda Türkçe dersinden bütünlemeye kalır.

Dönemin Millî Eğitim müfredatı gereği, bir dersten bütünlemeye kalan öğrenciler için 15 günlük eğitim sonrası ders geçme sınavları düzenlenirdi. Hasan, 15 günlük eğitim sonunda ders geçme sınavına girer ve bir hafta sonra açıklanacak sınav sonucunu merakla beklemeye başlar.   

Çabuk geçer bir hafta ama siz bunu bir de Hasan’a sorun. Babası çalışmak için köy dışında olan Hasan’ın annesi, evin tüm işlerini yapmak zorundadır. Köy yerinde iş biter mi? Evden annesi ile birlikte çıkan Hasan, köye epey uzak ve okul yolu üzerinde olan bahçelerine ulaşırlar. Annesi işe koyulmadan önce Hasan’a seslenir: “Oğlum al şu parayı, kendine harçlık yaparsın; okuldan dönüşte de bahçede beraber yemek için yiyecek bir şeyler al” der.

Parayı alan Hasan, annesiyle vedalaştıktan sonra ilçeye inmek üzere yola koyulur.  Heyecanını ve merakını bir türlü gizleyemeyen Hasan, hızlıca okula yönelir. Beklediği gibi yüksek bir notla sınıfını geçmiştir. Okuldaki arkadaşlarıyla sevincini paylaşır, yeniden ilçedeki çarşı merkezine döner. İyiden iyiye açıkmış olan ve kafasında ekmek ve birazcık da zeytin almayı planlamış olan Hasan, maalesef bu düşüncesine muvaffak olamaz. 

Sebep mi?

Sadece çocukluğu…

Ekmek almak için pide fırınına yönelen Hasan, bakkal önünde köyün diğer çocuklarıyla karşılaşır. Köy çocuklarından birkaçı bakkaldan almış oldukları bisküvileri afiyetle yemektedirler. Bisküviyi çok sever ama bir tane bile istemeye utanır, sıkılır Hasan. Bir an düşünür ve elindeki paraya bakar. Ekmek ve zeytin alacak olursa bisküvi, bisküvi alacak olursa ekmek ve zeytin alamayacaktır.  

Her çocuk gibi çocukluğuna yenik düşer ve elindeki tüm parayla bisküvi almaya karar verir. Bakkaldan aldığı bisküvileri bir kese kâğıdına koyar ve bahçeye doğru yürümeye başlar. Yürürken hem bisküvilerini sayar, hem de dayanamayıp, “bir tane daha, bir tane daha” diyerek,  büyük bir iştahla yemeye devam eder. Ve bir saatlik yürüyüşten sonra annesinin çalıştığı bahçeye ulaşır.

Bahçede çalışan annesi, bir hayli yorulmuş ve de acıkmıştır. Oğlu Hasan’ın geldiğini görünce: “Geldin mi oğlum, ben de çok acıkmıştım” der. Büyük bir pişmanlık duyan ve yaptığı hatanın farkına varan Hasan, annesine doğru koşmaya başlar “Anne bak, senin için bisküvi aldım” diyerek, kese kâğıdını annesine uzatır…

Annesi usulca kese kâğıdını alır, içerisini kontrol eder, bir de ne görsün? Sadece beş adet bisküvi kalmıştır. Bir oğluna, bir kese kâğıdına bakar. Biraz üzgün, biraz da kızgın olmasına rağmen, şefkat dolu bir sesleniş ile “Ah be güzel oğlum bu hangimize yetecek” der. Bunu duyan Hasan âdeta yıkılır, “bisküvi yemek için annemi aç bıraktım” diyerek, bahçe kapısına doğru koşar. Bahçe kapısının kenarına oturur, küçük yüreğini kaplayan o derin acıyla hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.

Şefkat abidesi olan tüm anneler gibi, Hasan’ın annesi de bu durumuna dayanamaz ve Hasan’ın yanına gelir; “Üzülme oğlum, yaptın bir hata ama doğrusu bisküvilerin tadı da çok güzeldi” diyerek, Hasan’ı teselli etmeye çalışır.  Annesinin bu tavrıyla biraz teselli bulsa da olayın tesirinden bir türlü kurtulamaz.  

Yaradılışı gereği yufka yürekli ve duygusal olan Hasan, yaptığı hatanın üzerinden uzun yıllar (35-40) geçmesine rağmen, olayı her hatırlayışında “ah, keşke” diyerek, gözyaşlarını tutamaz bir türlü…

Ve işte yeni bir yıl: 2015

Mevlit Kandil’inizi şimdiden tebrik ediyor, “keşke” demediğiniz ve içerisinde keşkelerin yer almadığı yeni bir yıl geçirmenizi temenni ediyorum.


Sağlıcakla kalın dostlar…

27 Aralık 2014 Cumartesi

Son Oyun: Rus Ruleti!

22 Aralık Pazartesi günü(geçtiğimiz hafta) Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile yapmış oldukları görüşme sonrası bir açıklama yapan İmralı heyetinden Sırrı Süreyya Önder, sorulan bir soru üzerine;"Yöntem konusunda mutabakat oluşturduk. Ortaklaşmalar gerçekleştikçe, belki ortak açıklamayla halklarımızı bilgilendireceğiz" dedi.

Pazartesi gerçekleştirilen görüşmeden sonra 24 Aralık Çarşamba günü İmralı heyetinden Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı Hatip Dicle ve Diyarbakır bağımsız Milletvekili Leyla Zana Kandil’e gittiler. 11 saat süren Kandil’deki görüşmenin ardından Türkiye’ye dönen HDP heyetinin hiçbir açıklama yapmaması, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile yapılan görüşme sonrası varılan mutabakatın bir sonucu olarak değerlendirilebilir. HDP heyetinin, hükümet ile bir araya geldikten sonra, Öcalan’la görüşmek üzere yeniden İmralı’ya gitmesi bekleniyor.

Peki, Kandil’de hava nasıl? Her zaman olduğu gibi Kandil’de hava yine puslu.

Önce Cemil Bayık, ardından da Murat Karayılan’ın son günlerdeki açıklamalarına bakıldığında,“Çözüm Süreci”nde asıl problemin İmralı ile Kandil (HDP, İmralı ile Kandil arasında sıkışmış durumda. Bir yanda halkı sokağa dökeriz diyen HDP yetkilileri, diğer yandan 2015 seçimlerinden önce süreç sonlandırılacak diyen HDP yetkilileri.) arasındaki güç mücadelesi olduğu görülmektedir. Bu mücadele, İmralı ile Kandil arasında bilinçli olarak oynanan bir tiyatro oyunu da olabilir mi? Evet olabilir. Sonuçta her iki ihtimalde de Öcalan’ın KCK üzerindeki otoritesi sarsılmaya devam edecektir.

KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık, hafta içerisinde İMC TV’den Ayşegül Doğan’a verdiği röportajda, PKK’nın silah bırakmasına ilişkin sorulan bir soruya;“Bizim gündemimizde silah bırakmak yoktur. Gerillanın yurt dışına çıkması yoktur. Bunlar müzakere sonucunda varılacak anlaşmalara bağlı tartışılması gereken sorulardır.”dedi. Ve yine sürece üçüncü bir tarafın müdahil edilmesine ilişkin olarak “Biz Türkiye'nin kaygılarını gidermek için en güvendiği müttefiği Amerika'nın üçüncü taraf olabileceğini söyledik.diyerek, süreci izleme konusunda yine ABD’yi işaret etti.

KCK Yürütme Konseyi üyesi Murat Karayılan ise Kuzey Irak'taki bir haber ajansına yapmış olduğu“‘Çözüm Süreci' amacına ulaşırsa Abdullah Öcalan da 2015 Nisan ayında yapılacak kongreye katılacak.” açıklaması,   temenni olmakla birlikte, ütopyadan öte bir şey değildir. Böyle bir ütopyanın gerçekleşmesi, Öcalan’ın tasfiye edilmesiyle sonuçlanabilir. PKK Kongreleri, aynı zamanda kongre üyelerinin özeleştiri verdikleri, birbirlerini acımasızca eleştirdikleri bir iç hesaplaşma arenasıdır. Geçmişteki PKK kongreleri,  çok sayıda muhalifin infaz edilmesiyle sonuçlanmıştır.

Açıklamasının devamında, "Öcalan ve biz daha önce söylemiştik. Kobani'ye yaklaşım; Kürt sorununa yaklaşımdır.” dedi. Geçmişte sadece  “Öcalan” diyen Karayılan’ın bu kez “Öcalan ve biz” demesi dikkatlerden kaçmadı. Karayılan bu ifadeyle, Öcalan HDP ve sürecin asıl aktörü olan devlete mesaj veriyor. 

Murat Karayılan, "Öcalan çözüm tasarısında bazı şeyleri belirtmiş. Hakikatleri araştırma komisyonu ve müzakere başlarsa 15 Şubat'ta bu komisyonla konuşacağını söylemiş. Öcalan 'Eğer süreç amacına ulaşırsa 15 Mart'ta Türk devletine karşı silahlı mücadeleyi durduracağız. PKK'nin büyük kongresini toplarız 15 Nisan'da Kuzey Kürdistan'daki gerilla güçlerinin ne olacağını tartışırız. Ya siyasi bir güç olur veya başka bir bölgeye geçip mücadele eder. Kongrede bununla ilgili karar verilir' demiş. Şu anda gündemimizde silah bırakma yok."diyerek, Cemil Bayık’ın ifadelerine benzer ifadelerde bulunmakla beraber, sürecin başarılı olması durumunda, Öcalan’ın muhtemel 15 Mart Nevruzunda PKK’nın Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi sonlandırma çağrısına,“gündemimizde silah bırakma yok” diyerek karşı çıktığı görülüyor.

HDP’nin İmralı heyeti içerisinde de yer alan Hakkâri Milletvekili Adil Zozani,  2014 yılı içerisinde “üçüncü tarafa” ilişkin, “Uluslar arası güç dengelerinin de etki gücünü yok saymadan kendi içimizde üçüncü gözü yaratarak müzakere sürecine devam ediyoruz. Önerimiz açık ve nettir. Biz batılı gözlemci istemiyoruz. Biz tersinden Türkiye Kamuoyunun kabul ettiği, ekseriyetle vicdani duygularının işlettikleri, vicdanlarıyla hareket ettiklerine kanaat getirdikleri kanaat önderlerinden bir mekanizmanın oluşturulup bu süreci gözlemlemelerini, kim yanlış yapıyorsa yakasına yapışmalarını istiyoruz.”(SDE Yayınları 2014-Orta Doğu’da Geleceğin İnşasında Kürtler, s. 77) açıklaması, gözlemci ülke talebinin KCK-Kandil tarafından dayatıldığını gösteriyor. HDP’nin bu talebi doğal olarak HDP tabanının da talebidir. Kandil’in ABD konusundaki ısrarı, PKK’nın Kuzey Irak’ta ABD’nin “alternatif müttefiki” olduğunun kanıtıdır.

Yüzyıllık bir sorunun çözümümün muhatabı tüm Türkiye’dir.“Çözüm Süreci” sadece İmralı-HDP-Kandil üçgeni üzerinden yürütmemelidir. Sivil Kürt siyaseti sadece HPD veya DTK’dan müteşekkil değildir. Devlet, HAK-PAR, Hüda-Par, KADEP, TKDP gibi partilerin yanında bölgedeki STK’lar ve kanaat önderlerinide sürece dâhil etmelidir.

Gelinen aşamada, “Çözüm Süreci”nin başarıya ulaşma şansı Öcalan’ın ev hapsine alınmasıyla (bilgi için http://www.haber111.com/Mehmet_MEMDOGLU+OCALAN_EV_HAPSINE_ALINIR_MI_yazi931.htmlya da mevcut cezaevi şartlarının iyileştirmesiyle mümkündür. Öcalan, kendi özgürlüğünü düşünerek “Çözüm Süreci” ne müdahil olmuştu. Türkiye kamuoyu buna hazır mı?  6-8 Ekim Kobani’yi protesto olayları öncesine kadar zayıf da olsa ihtimal dahilinde idi. Ama bugünkü şartlarda pek mümkün görünmüyor.

Çözüme yaklaşıldıkça Kandil telaşlanmaya başlıyor. Mevzi kaybetmemek için bildiği tüm oyunları sergiliyor. Cizre’de yaşanan son olayların,  Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Hüda-Par yetkilileriyle görüşme sonrasına denk gelmesi oldukça manidardır.  

Ve kandil son oyunu oynamaya hazırlanıyor. Rus Ruleti...

23 Aralık 2014 Salı

Söz...


Yazımın ve dilin temeli, malzemesidir söz.
Eskiler, “fikrin bir kisve-i müstearı” olarak tanımlarlar.
Kayda geçirilmediğinde,
Yuvasından uzaklaşan bir kuştur söz.

Çelikten kasaların sihirli anahtarı,
Dostlukların kancası,
Savaşların ve ölümlerin müsebbibi...
Nükleer bir silahtır söz...

Sevgi içerdiğinde geçici bir tat,
Nefret içerdiğinde kalpleri yaralayan,
Unutulmayacak acısıyla
Kalıcı, zehirli bir ‘ok’tur söz...

Altın gibi değerli olan sükûtun karşısında,
Gümüş kadar ucuza satılan kelamdır söz...

Güven ve emin olmanın göstergesi,
Öz’ümüzün aynası, münafıklığın alameti,
Kal-u bela da imzalanan senedin,
Bugünkü bedelinin adıdır söz.

Memdoğlu...



17 Aralık 2014 Çarşamba

Gezi'den Çıktım Yola...

Bugün 17 Aralık 2014. 17 Aralık operasyonlarının 1. yıl dönümü. 24 Aralık 2013 tarihli yazımız... 
[Gündem yoğun… Yerel seçimlerin yaklaşmasıyla birlikte siyasi partilerin aday belirleme telaşı, çözüm süreci, Ergenekon tahliyeleri, Türkiye’nin AB ile ilişkileri, Orta Doğu, Suriye, İran… derken, Hükümet-Cemaat çatışması… (Buna Cemaat-Devlet çatışması demek daha doğru olur.)
Doksan yıllık Cumhuriyet tarihinde, Türkiye toplumunun; “toplum mühendisleri”nin müdahalesine maruz kalmadığı hiçbir dönemi yoktur. 
Türkiye’de karamsar bir tablonun oluşmasında bu mühendisler ile birlikte kimi liberal, muhafazakâr ve demokrat yazarların da, genelde hükümeti, özelde Başbakan’ı yıpratmaya yönelik özel çabalarını da unutmamak gerekir. Bu çabalar, öyle bir hâl aldı ki Başbakan’ı tasfiye uğruna, Türkiye düşmanı mihraklar ile işbirliğine bile “evet” dediler. Bu mühendisler, “mühendisliklerini” önce Gezi, sırasıyla çözüm süreci, dershaneler ve şimdi de Hükümet-Cemaat çatışmasında ustaca sergilemeye başladılar.
Eski bir tabir vardır: “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.” Yani insan hafızası unutma ile hastalıklıdır, unutur anlamında…
İşte Hükümet ile Cemaat arasındaki kavganın şifreleri, Taksim Gezi olaylarının başlangıcında gizlidir.
Taksim olaylarının bir provokasyon olduğu  tartışma götürmez bir gerçektir. Yapılmak istenen neydi? Taksim’i yayalaştırma çalışmaları… Düzenlemeyi yapmak isteyenler uygulamalarını halka iyi anlatamadılar ve toplumun algısını iyi yönetilip yönlendirilemedi. Bunu fırsat olarak gören uluslararası derin güçler ve Türkiye’deki bağlantıları, ülkede bir kaos ortamı oluşturmak istediler. İktidardan rahatsızlığı olan, sağcı, solcu, muhafazakâr, milliyetçi, ulusalcı, vb. marjinal gruplar, yerden mantar biter gibi Taksim Meydanı'nda bitiverdiler.
Daha dün (03.06.2013), “Tam Türkiye gelişiyor, kendine geliyor, dünya dengeleri arasında yerini alıyor diye düşünülürken yeni bir iç kargaşaya bu ülkenin dayanacak tahammülü kalmadı. Yıllarımız heba oldu kutuplaşmalar yüzünden. Bir kez daha aynı acıyı yaşamak zorunda değiliz. Basiret lütfen...” diyen Ekrem Dumanlı’dan bugün de aynı basireti biz kendisinden bekliyoruz: Sayın Dumanlı! Basiret lütfen…
Ama ne gezer! Aynı Dumanlı (09 Aralık 2013), “Vesayetin her türlüsüne lanet! Askerî vesayet de, siyaset dışı vesayet de, hükümetler eliyle oluşturulan vesayet de demokrasinin belini kırar, aklını başından alır… Görünen o ki, seçimler yaklaştıkça, her defasında olduğu gibi, atmosfer daha da zehirli hale gelecek. Türkiye’nin şeffaf, katılımcı, hesap verebilen bir demokrasiye ihtiyacı daha da artmıştır. Çözüm, bu ihtiyacı görmezden gelmek, milletle kavga etmek değildir; katılımcı demokrasiye topyekûn sahip çıkmaktan geçiyor...”
Sayın Dumanlı, “Cemaat vesayeti” bu saydığınız vesayetlerden biri mi, yoksa ayrıcalıklı mı?
Dün H. Gülerce “14.06.2013), “Evet, Gezi Parkı’nın daha derinlerde, ‘asıl nerede yanlış yapıyoruz?’ sorusuna cevap arayan ve içe dönük bir durum muhakemesini gerekli kılan hikmetleri olması lazım…” derken, bugün aynı Gülerce (04.12.2013), “Bakanlar Kurulu’nda, kayıtların devam edeceği kararlaştırıldı. Şimdi boğazı sıkan el gevşedi, bir nefes aldık ve makul, sağlıklı bir zeminde yeniden değerlendirme imkânı doğdu.” Ve (18 Aralık 2013), “Başbakan’ın hangi tavrı, kimlerin sessizliği yaralayıcı olmuştur? Vefasızlık hangi boyutlardadır? Pekiyi, bu istifanın (H. Şükür’ün) asıl anlattığı nedir? Birincisi, bu istifa siyasetin bundan sonrasını etkileyecektir. Biri sorsa ki; “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak mı?” olmayacak derim. Bir tehdit olarak da kimse algılamasın.” diyebilmektedir.
Gezi ve sonrası meydana gelen olaylar, hassas ve kırılgan bir yapıya sahip olan Türkiye’nin toplumsal ve sosyal fay hatlarını yerinden oynatmaya yetmiş, toplumsal dokumuzun inceliğini bir kez daha meydana çıkarmış, Türkiye toplumunda hissedilir derecede kamplaşmaların oluşmasına sebebiyet vermişti.
07 Şubat 2012’de başlayan Hükümet-Cemaat gerilimi; Gezi olaylarıyla devam etmiş, dershanelerin kapatılmasının gündeme gelmesiyle ivme kazanan bu mücadele; yolsuzluk ve ihale operasyonları sonrasında adeta bir hesaplaşmaya dönüşmüştür. Çatışma ne yazık ki inanan kesim arasında bir kırılma, parçalanma ve bölünmeyi gün yüzüne çıkarmıştır.
Bu hesaplaşma seçimlere kadar devam edecek gibi görünüyor. “Sizin hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır vardır. Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. " (Bakara Suresi, 216) ayeti gereği, bu süreçlerin Türkiye için bir hayra dönüşeceğine inanıyorum. Çözüm süreci, Gezi Parkı, dershane ve benzeri süreçler, Türkiye’nin bir nevi temizlenmesi sürecidir. Bu süreç, Türkiye’deki çatışmacı, statükocu, ben-merkezci, jakobenist, hizipçi ve mutlak-egemenci kesimlerle ayrıştığı bir son ile sonlanacaktır.
Emperyalistler ve baronları, Gezi'de yarım bıraktıkları hesaplarını, maalesef ama maalesef, bugün Cemaat üzerinden kesmeye çalışıyorlar. Son operasyonların zamanlamasına bakıldığında, 2014 yerel seçimlerinin hedeflendiği apaçık ortadadır.
Operasyonların asıl amacı; Başbakan Erdoğan'ın Çankaya’ya çıkma ihtimaline karşı, AK Parti'yi toparlayacak tek isim olan Numan Kurtulmuş'u itibarsızlaştırmak. Yani anlayacağız, operasyon direkt iktidar partisine yöneliktir.
Sonuçta iktidar ya da muhalefet, bütün kesimler, Türkiye'nin hassasiyetlerini göz önünde bulundurmalıdırlar. İktidarlar cemaatleşmemeli ve cemaatler de iktidarlaşmamalıdır. Cemaatleşen iktidarlar güvenirliklerini, iktidarlaşan cemaat ve tarikatlar da hizmet gayelerinden uzaklaşırlar.
Hatırlatmakta fayda var.
Basiret: Varlık veya hadiselerin perde arkasını görmek, çabuk kavramak, hükümde isabet etmek demektir.
Lütfen biraz basiret…]
(Bu yazı ilk olarak 24 Aralık 2013 tarihinde yayınlanmıştır.)

16 Aralık 2014 Salı

Bölgesel Gelişmeler ve Çözüm Süreci!

Kobani’nin IŞİD tarafından saldırıya uğraması sonrası ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Marie Harf; PYD'nin ABD'nin terör listesinde olmadığını, ülkesinin PYD ve PKK'yı ayrı örgütler olarak gördüğünü açıklamıştı. Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz şubat ayında ABD kongresi, Mesut Barzani’nin lideri olduğu Kürdistan Demokrat Partisi (PDK) ve Celal Talabani’nin lideri olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK)'nin terör listesinden çıkarılmasını öngören tasarıyı kabul etmişti. Orta Doğu’daki dengelerin yeniden değişiyor olması nedeniyle, önümüzdeki dönemde ABD’nin PKK’yı da terör örgütleri listesinden çıkarabileceği ihtimalinin var olduğunu hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz.

IŞİD’in Kobani’ye saldırısı ve Orta Doğu’daki son gelişmeler, PKK’yı; yeni müttefikler arayan Batı’nın -özellikle ABD ve Almanya’nın- sempatisini kazanmıştır. Kendi menfaatleri gereği her türlü ihtimali değerlendiren Batı’nın PKK ile muhtemel bir ittifakı bölgedeki dengeleri bir kez daha değiştireceğinden, Türkiye’nin buna göre yeni stratejiler üretmesini ve yeni politikalar belirlemesini zorunlu kılıyor.

Türkiye’yi ilgilendirecek bir başka gelişme ise anadilde eğitim tartışmalarının devam ettiği bir ortamda Irak’taki Federal Kürt Hükümeti’nin Kürtçe ve Arapça’dan sonra Türkmence, Süryanice ve Ermenice’yi de resmi dil olarak kabul etmesi oldu. Önümüzdeki günlerde bu gelişmenin Türkiye’deki yansımaları görülebilecektir.

İç politikadaki dikkat çekici gelişme ise HDP Hakkâri Milletvekili Adil Zozani’nin CHP’ye seçim ittifakı çağrısı oldu. Adil Zozani’nin; “Buyrun gelin Türkiye’yi kucaklayacak ve gerçek anlamda demokratik bir iktidarı yaratacak bir şemsiye altında buluşalım. Bu şemsiyenin adı pekala Demokratik Cumhuriyet Partisi olabilir” çağrısı,  %10 baraj tartışmaları altında girilecek olan 2015 genel seçimleri öncesi ayrı bir tartışma ve polemik konusu oldu. Zozani’nin bu çağrısı CHP tarafından karşılık bulur mu bilinmez ama burası Türkiye!

HDP,  kendi söylemleriyle yüzde yüz çelişen böyle bir açıklamayı neden yaptı? Bu sorunun cevabını elbette HDP’li yetkililer verecektir. Adil Zozani, Dersim ve Koçgiri’yi unuttu mu dersiniz?

Maalesef birileri yine HDP üzerinden siyasi mühendislik çalışmalarına devam ediyor. HDP Türkiye’nin ana muhalefet partisi değildir, HDP’ ye -CHP ve MHP’ye rağmen- ana muhalefet görevi yüklemeye çalışanlar, Gezi olayları ve sonrasında amaçlarına ulaşamayan uluslararası derin odakların Türkiye’deki uzantılarıdır, Türkiye’nin iç barışını engellemek için Kürtleri sokağa indirmek isteyenlerdir.

Çözüm Süreci, Suriye ve Irak’taki gelişmeler ile 2015 genel seçimleri tartışmalarının olduğu bir dönemde, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) 13-14 Aralık tarihlerinde Diyarbakır’da 1. Olağan Genel Kurulu’nu gerçekleştirdi. Açıklanan sonuç bildirgesinde DTK, Öcalan’ın bütün Kürtlerin önderi olarak görmeye devam etmiş, (hâlbuki PKK bütün Kürtlerin temsilcisi olmadığı gibi Öcalan da tüm Kürtlerin önderi değildir. Öcalan'ı Kürtlerin önderi olarak dayatmak, yeni bir "izm" (Apoizm) değil de nedir?) AK Parti’nin Öcalan’ın önerilerine cevap vermediği ve sorumluluğunu yerine getirmediği iddiasında bulunmuş, Öcalan tarafından hazırlanan ve KCK-Kandil tarafından da kabul edilen taslağın müzakere edilmesini talep etmiş, PKK’nın terör örgütleri listesinden çıkartılmasını (Elinde silahı bir güç olarak bulunduran bir yapı, öncelikle Türkiye’ye yönelik silahlı faaliyetlerine son verdiğini ve silahı bıraktığını açıklamalıdır) ve Öcalan’ın serbest bırakılmasını, seçim barajının düşürülmesini - ki en makul talebidir- istemiştir.

Ve ağızlara pelesenk olan “Demokratik Özerklik” meselesi. DTK sonuç bildirgesinin 10. Maddesinde, Kongremiz, birlikte yaşam projesi olarak ortaya koyduğu demokratik özerkliğin inşasını tüm kararlılığıyla sürdürmektedir.” diyerek, demokratik özerklikten vazgeçmediklerini bir kez daha deklare etmiştir.

Bölgedeki gelişmeleri ve Çözüm Sürecini dışarıdan takip eden Avrupa’daki Kürt siyasetinin önde gelen isimlerinden Zübeyir Aydar geçtiğimiz günlerde Hüseyin Yayman’a yapmış olduğu açıklamada,“Ülkeler barışla bölünmez, savaşla bölünür. Türkiye barışını kurmazsa bölünür. Hiçbir ülke barış zamanı bölünmedi. Ben kendi barışımı yapmış bir ülkeden neden ayrılayım. Bu mantıklı geliyor mu? Açıkça ifade ediyorum. Biz bölünme istemiyoruz. Demokrasi istiyoruz. Anadolu’da herkes beraber yaşayabilir. O imkân ve pratik var.” açıklaması, KCK-Kandil eksenli Kürt siyaseti ve siyasetçilerinin de silahın; silahlı mücadelenin bir çözüm olmadığını görebildiklerini gösteriyor.

“Çözüm Süreci”ni bekleyen tehlikelerden biri, Türkiye kamuoyundan empati yapmalarını bekleyen empati yoksunu kimi Kürtlerin,  bilinçaltlarında Türkiye’ye ve Türklere karşı oluşturdukları ön yargılardır.

Türkiye’de yaşayan, barış ve kardeşlikten yana olan tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, (Türk, Kürt, Arap, Çerkes…) sürece empati ile yaklaşması toplumsal uzlaşmayı, toplumsal uzlaşma ise beraberinde çözümü ve barışı getirecektir.


Barışla kalın efendim…

12 Aralık 2014 Cuma

Ben İnsan (mıy) ım?

Hiç düşündün mü?
Ben kimim ve neyim?
Kâinattaki eşsiz bir güzellik…
Ve bu muhteşem güzelliğin sahibi,
O Yüce Mimar’ın eseri, eşref-i mahlûkat.
Evet, en şerefli mahlûkat…
Peki,
Bu “şerefi” muhafaza edebiliyor muyum?
Allah’ın nazargâhı olan kalbi,
Rahmani yönde kullanmayan;
Nefis ve şeytana esir düşmüş bir zavallı…
Dünya lezzetlerine doymayan,
Kendi neslini, yaşadığı dünyayı yok eden,
En vahşi yaratıktan daha vahşi bir canlı

Bencilliğine ve arzularına yenik düşmüş,
Kibir ve hırsının kurbanı,
İşkence yapmaktan zevk alan,
Silahların mucidi, savaşların müsebbibi
Yeryüzünün katili bir canlı…
Yani insan.
Söyleyin?
Ben kimim?
İnsan(mıy)ım, neyim ve
            Nereden geldim, nereye gidiyorum?

Memdoğlu...














10 Aralık 2014 Çarşamba

SEÇİM BARAJI VE HDP

2015’in Haziran ayında yapılacak olan genel seçimlere yaklaşıldıkça, Türkiye siyasetinin tansiyonu her zamanki gibi yükselmeye başladı. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın %10 barajı ile ilgili sorulara 1995 yılında yüzde 10 barajını "temsilde adalet,yönetimde istikrar" ilkesine aykırı bulmamış, sadece yüzde 10 barajı devam ederkenilaveten yerel barajlar getirilmesini iptal etmişti. (Karar No. 1995/59)” açıklaması, seçim barajı tartışmalarını yeniden alevlendirdi.

12 Eylül 1980 askeri darbe anayasası ürünü olan %10 seçim barajı, geçen 35 yıllık süre içerisindeki seçimlerde “temsilde adaleti” sağlayamamıştır. Yüksek orandaki seçim barajı en çok HDP’nin de geldiği gelenek olan Kürt siyasi partilerini etkilemiştir. 

Türkiye’deki bütün eğilimlerin TBMM’de temsil edilmesinden yanayım, bu demokrasinin de gereğidir. Ancak, barajsız bir seçim sistemi, demokrasi kültürü tam oturamamış Türkiye için istikrarsızlık başta olmak üzere,  olumsuz sonuçlar doğurabilecektir. Mevcut şartlarda yapılacak bir düzenleme ise genel seçim sonuçlarını büyük oranda etkileyecektir. % 7 ya da %5’lik bir düzenleme sonrası, TBMM’deki aritmetiğe bakıldığında, kazananın HDP olacağı tartışma götürmez bir gerçektir.

Daha şimdiden kimi kamuoyu araştırma şirketleri tarafından yapılan seçim anketlerinde HDP’nin %4,5-%5 arasında gösterilmesi ise bir çeşit siyasi mühendislik çalışmasıdır, doğru değildir ve Türkiye gerçeğini yansıtmamaktadır. Bugünkü şartlarda yapılacak bir seçimde HDP, %10 barajını aşabilir mi? 6-8 Ekim Kobani olayları öncesine kadar ihtimal dâhilinde de olsa evet, aşabilirdi. Hatırlayın, Selahattin Demirtaş’ın 10 Ağustos Cumhurbaşkanı seçim çalışmaları süresince kullandığı dil ve vermiş olduğu mesajlar, seçmen nezdinde karşılık bulmuş, bunun sonucu olarak Demirtaş, %10’a yakın bir oy almıştı.

6-8 Ekim olayları öncesinde, Kandil’in de dayatmasıyla kendi tabanını sokaklara döken HDP, eylemler sonrası sebebiyet verdiği acı tablo nedeniyle, Türkiye ve uluslararası kamuoyunda bozulan  imajını düzeltmek için 1 Kasım’da “Dünya Kobani Günü”  etkinlikleri düzenledi. 6-8 Ekim’in aksine sağduyulu davranan HDP, şiddet olaylarının yaşanmasına sebep olmamış olsa da Kobani olayları, HDP’ye sempati ile yaklaşan  seçmen  üzerinde büyük bir hayal kırıklığı yaşattı.

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Bugün Gazetesi’nde yayınlanan röportajında, TBMM’ye sunulan Güvenlik Paketi Yasasına ilişkin, "Yasayı miting ve eylemlerle engelleyeceğiz. Bu yasayı çıkarırsan ters teper." açıklamasına, Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Demirtaş'ı uyarıyorum; Bundan sonra şehirleri kan gölüne çevireceklerini söylüyorsa dökülecek her kandan Demirtaş sorumludur. Kamu düzeni herkese lazım, Demirtaş'a da lazım" diyerek cevap verdi. İktidar partisi ile başta Selahattin Demirtaş olmak üzere HDP’li yetkililer, toplumu gerecek; kamuoyundaki kutuplaşmayı daha da derinleştirecek açıklamalardan kaçınmalıdırlar. Bugüne kadar Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmamış olan siyasi kutuplaşmalar, bugünden sonra da bir şey kazandırmayacak, aksine Türkiye’ye kaybettirmeye devam edecektir.

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, “Savunduğumuz şeylerin yüzde 10 bile değeri yoksa varsın parlamentoda olmayalım.” ifadesi, HDP’nin 2015 genel seçimlerine parti olarak katılacağı iddialarını güçlendiriyor. HDP, %10 seçim barajını aşması halinde, hatırı sayılır oranda milletvekili çıkaracak ve Türkiye siyasetinin şekillenmesinde önemli bir mevzi kazanacaktır.

Seçim barajını aşamamış bir HDP’nin ne yapacağını ve nasıl bir politika izleyeceğinin ipuçlarını yine Selahattin Demirtaş veriyor. Demirtaş, Süreç başladığında talepler belliydi. Hükümet ne yaptı? Hiçbir şey. O yüzden süreç ilerlemiyor. Demokratik özerklik olmazsa olmazdan çok, tartışılması gereken bir mevzu” diyerek, seçim barajı engeline takılarak TBMM dışında kalan bir HDP’nin “demokratik özerklik” ilan edebileceğini ima ediyor. HDP böyle tehditkar mesajlar vermekten vazgeçmeli, mevcut seçim barajını aşmak için çalışma yapmalı, yeni politikalar üretmelidir. Sekülerizmin etkisindeki politikalar, HDP’yi marjinal bir siyasi parti olmaktan öteye götüremeyecektir.

Türkiye’yi zor bir seçim ve yine zor bir yıl bekliyor. Kürt sorununu büyük oranda çözmüş, önümüzdeki haziran ayında yapılacak seçimlerde temsilde adaletin sağlandığı bir Türkiye temennimizdir.

Hayırla kalın efendim…


8 Aralık 2014 Pazartesi

Zaman...!


Dünyaya geldiğin zamandır, zaman
Geçmişin kitaplara sığdırıldığı tarih,
Geleceğin bitmeyen hayalidir.
Huzurlu günlerin resmi…
Kimi zaman feryadın adıdır zaman

Güneşin hem doğuşu, hem de batışı,
Denizlerde oluşan yakamozların ışıltısıdır.
Gökyüzündeki güzelliğin sembolüdür zaman

Baharın rengi, yazın sıcaklığı,
Sonbaharda göçmen kuşların hüzünlü ayrılışı,
Uzun, soğuk kış gecelerin bilmecesidir zaman

Dünyanın paha biçilmez mücevheridir.
Kıymetini bilemeyip, ucuza sattığımız,
Bazen boşuna harcadığımız ömrümüzün adıdır zaman.

Anın yaşanması, hayatın seyri,
Düşünce gemisiyle maziye yapılan bir yolculuk olsa da
Tersine akışı olmayan nehrin adıdır zaman.

Varlığını kabul ettiğimiz, inandığımız
Ama bir türlü hazırlığını yapamadığımız
Ve ansızın kapımızı çalan sonun,
Ölümün adıdır ZAMAN...

Memdoğlu…

5 Aralık 2014 Cuma

Küstürülmüş Profesyoneller!

17 ve 25 Aralık operasyonları devlet kurumları içerisinde en büyük tahribatı, Emniyet Teşkilatı’na vermiştir. Asli görevinden uzaklaşarak devlet kurumlarını ele geçirmeye çalışan F. Gülen cemaati, bu tahribatın en büyük müsebbibidir.

17 ve 25 Aralık operasyonlarından sonra hükümet, Emniyet Teşkilatı (istihbarat, terör ve kaçakçılık başta olmak üzere) birimlerinde ilk etapta amir kadrolarında hızlı bir görev değişikliğe gitti. Sonraki dönemlerde bu görevden almalar en alt birimlere kadar indirgendi. Adı cemaatle anılan her personelin görev birimi ya da yeri değiştirildi. Teşkilatın içerisinde bir cadı avı başlatıldı. İstenmeyen kimi memurlar  “paralelcidir” denilerek bir başka birime gönderildi.

Doğru, yanlış demeden yapılan bu görev değişikleri Emniyet Teşkilatı’nı âdeta işlevsizleştirdi. Teşkilatta çalışma şevki kalmadı, birliktelik ruhu zedelendi, yara aldı. Ekip çalışanları birbirine güvenmeyen, birbirinden şüphelenen, birbirini gammazlayan bireyler konumuna getirildi.

Namaz kılan kimi personel, “paralelci” ithamından korktuğu ve çekindiği için birim içerisindeki mescitlere gitmez oldu. Hatta bir kısım personelin bu korku nedeniyle namazı terk ettiği iddia ediliyor.

17 ve 25 Aralık operasyonları öncesi Emniyet içerisindeki taltif ödeme adaletsizliğinin (birim amirlerinin çoğunun değişmiş olmasına rağmen) aynen devam ettiği iddia ediliyor.  Yıllardır aynı birimde çalışan personellerden 300-400 taltif almış olanın da, 10-15 taltif almış olanın da varlığından bahsedilmektedir.

Uzun dönemden beri Emniyet Teşkilatı’nın özlük haklarıyla ilgili ne bir iyileştirme ne de bir düzenlenme yapılmamıştır. Bir türlü düzenlenemeyen özlük haklarının yanında, son bir yılda yaşanan sıkıntılarla birlikte Emniyet Teşkilatı’nda ciddi bir ayrışma yaşanmaktadır. 

Dershanelerin kapatılması kararı ardından; Millî Eğitim Bakanlığı’nın okullarda öğrenciler için başlattığı takviye kurslarına giren öğretmenlerin ders saati ücretleri yüzde yüz arttırıldı(Aylık 1400 TL’ye tekabül ediyor). Akademisyen maaşlarında gözle görülür bir iyileştirme yapıldı (726-836 TL arası).  Hâkim ve savcılara yüzde 10 ile yüzde 35 arasında olmak üzere seyyanen 1155 TL’ye varan bir zam yapıldı. Alt rütbeli subay ve astsubaylar ile bunların emeklilerine görev tazminatı verilmesine ilişkin çalışmaların yapıldığını Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz açıklamıştı. Devletin üvey evladı olan Emniyet Teşkilatı mensuplarına bir şey yok. Bu adaletsiz durum, Polis Teşkilatını kısmen devlete küstürdü. Yani devlet şu anda bünyesinde  “küstürülmüş profesyonellerden” müteşekkil bir Emniyet Teşkilatı barındırıyor.

Bir başka konu, teşkilatın amir ihtiyacını karşılayan Polis Akademisi kapatıldı. Akademide öğrenim gören genç öğrencilerin ellerine bavulları verilerek, evlerine gönderildi. Yüzlerce gencin yaşadığı bu hayal kırıklığı karşısında, İçişleri Bakanı Efkan Ala, "Bu düzenlemeyi yapmak zorundayız. Çünkü oradaki öğrencilerin çoğu Paralel mensubu" diyerek, âdeta Türkiye Cumhuriyeti’nin itibarını “kurtarıyordu.”  Devlet bu kadar küçüldü mü Sayın Bakan? Koca Türkiye Cumhuriyet kendi çocuklarını devlete ve topluma kazandıracak çarelerden mahrum mu? Bu çocuklar Polis Akademisi’ne alınırken devlet neredeydi? Tek suçlu “Paralel Yapı” mı?

Rengi, inancı, giyimi ve düşüncesi ne olursa olsun, kim ya da kimler, devletin, milletin birliğine, beraberliğine karşı menfi faaliyetler içerisinde bulunuyor, devleti sabote ediyor veya etmeye kalkışıyorsa bunlar için gerekli yasal işlemler derhal yapılmalıdır.

Polis Akademisi’nin kapatılması doğru değildir.  Akademide eğitim gören öğrencilerin okuldan uzaklaştırılması gayr-ı hukuki bir uygulamadır.

Geçmişte Gülen Cemaati mensuplarına selam vermiş olan tüm devlet memurlarını “paralelci” diyerek fişlemek, görev yerlerini değiştirmek doğru değildir.

Hükümet icraatlarını beğenmeyen ve eleştiren,  AK Parti’ye oy vermemiş her polis memuru “paralelci” değildir. Bunun da bir ölçüsü olmalı.

Bu baskı ve ötekileştirme, Emniyet Örgütü Disiplin Tüzüğünün Meslekten Çıkarma cezasını gerektiren 8. maddesinin hükmünü bilmelerine rağmen, kimi Emniyet Teşkilatı mensuplarını, “hak aramak” adına aileleriyle birlikte izinsiz yürüyüşlere sevk edebilir.

Yaşanan bu süreçte, devletin “yanlışı yanlışla” düzeltme lüksü yoktur, olmamalıdır. Böyle bir uygulama, Türkiye’deki toplumsal kırılmayı daha da derinleştirecektir.  Toplumdaki bu ötekileştirme hamleleri;  kin ve nefreti artırır. Kin ve nefret ise çatışma ve şiddeti her zaman için teşnedir.

Sonuç itibarıyla, içinden geçtiğimiz süreç normal bir süreç olmayıp anormal bir hüviyet arz etmektedir. Böylesi hassas dönemlerde akl-ı selim ve kalb-i selimi devreye sokmalıyız. Hesabımıza gelmese dahi, memleket ve milletin umumi selameti adına şahsi ihtiras ve menfaatlerimizi; gerekirse rahatımızı da feda edebilmeliyiz.


Zaman, kılıçları kuşanma zamanı değil, kınına sokma zamanıdır…

4 Aralık 2014 Perşembe

KAMUS’UL ALAM'DA PALU

KAMUS’UL ALAM:
CİLD: 2
YAZAR: ŞEMSEDDİN SAMİ
KONU: PALU
SAHİFE: 1477

      PALU: Diyarbekir Vilayeti’nin Erğani Madeni Sancağı’nda kaza merkezi bir kasaba olup, Ergani Madeninin 50 Km şimal-ı şarkısında, Diyarbekir’in 95 Km Şimal-ı ğarbisinde, Murad Nehrinin sahili yemininde, hizayı bahrden 800 metre irtifaı olan güzel bir mevkide vaki’dir.

7500 ahalisi, nehrin üzerinde güzel ve metin bir köprüsü, üstünde yekpare bir taş üzerinde muhkem bir kal’ası ve derununda bir eski kilise ve mektebi ile mix yazılarını havi bazı asar-ı atikası, rüştiye mektebi, etrafında bağ ve bahçeleri ve hayli seyirgahları vardır.

Palu kazası Ergani Madeni Sancağını terkib eden dört kazanın en şimalisi olup, şimalen Erzurum Vilayeti’nin Kiği kazasıyla Mamurat-ul Aziz Vilayeti’nin Dersim Sancağı’yla, ğarben vilayeti mezkurenin Harput Sancağı’yla cenuben nefsi Erğani kazasıyla şark-ı cenubi cihetinden Diyarbekir Sancağı’nın Lice kazasıyla, şark-ı şimali cihetinde dahi, Bitlis Vilayeti’nin Genç Sancağı’yla muhat ve maduttur.  

Arazisi dağlık olup, münbit ve güzel bayır ve dereleri dahi vardır. Murad nehri şarktan ğarba cereyanla kazayı şakk ve kısım cenubisinde mümted olan Siva ve Teymurkapı dağları, Fırat havzasının Dicle havzasından tefrik ediyor. Mahsulat-ı hububat-ı mütenevi’e ile meyvelerin envaından ibarettir. Ormanları dahi çoktur. “Hoşin” nahiyesinde bakır madeni bulunup çıkarılmaktadır. Kaza 316 kariyeden mürekkeb olup, 8 nahiye i’tibar olunuyorsa da nevahinin ayrıca müdürleri yoktur.

Ahaliî kaza tahminen ve takriben 35.000 kişi radalerinde olup, kısmı a’zamı Müslim ve Türk ve Kürden mürekkeb ve Hıristiyanları Ermenidir.

             

1 Aralık 2014 Pazartesi

ÖCALAN’IN DARBE RETORİĞİ

2012 yılının son aylarında başlayan ve ilk olarak 09 Ocak 2013 tarihinde Paris’te PKK’lı üç kadının öldürülmesiyle -Fransa bu olaya hâlâ Fransız- sabote edilmek istenen süreç, 6-8 Ekim Kobani’yi protesto olaylarıyla bir kez daha test edilmek istendi. Başbakan Ahmet Davutoğlu, o günden bugüne pek çok badire atlatan sürecin sağlıklı ilerleyebilmesinin  “kamu düzeni” ile mümkün olabileceğini “Çözüm süreci örgütün rahat hareket edebildiği devletin ise süreç var diye dikkatli davrandığı bir dengesizlikte yürümez. Kamu düzeninin olmadığı yerde kamu güvenliği de düzeni de olmaz” diyerek ifade etti. 

Türkiye kamuoyundaki baskın algı 6-8 Ekim olaylarının Öcalan’a karşı bir darbe girişimi olduğu düşüncesidir. Aysbergin görünen kısmına bakıldığında evet, kısmen de olsa doğru bir değerlendirme ama aysbergin görünmeyen kısmına bakıldığında, Öcalan tarafından hazırlanan bir planın kusursuz yürüdüğüne şahit olacaksınız. 

Bir dönem PKK’nın üst düzey yöneticiliğini yapan, PKK’dan ayrıldıktan sonra Kuzey Irak’ta yaşayan Osman Öcalan bunu:“Bana göre iki PKK var, bir Kandil PKK’sı diğeri İmralı PKK’sı. İmralı PKK’sı halkın PKK’sıdır. Kandil PKK’sı ise biraz daha farklı özelliklere sahiptir.” diyerek ifade ediyor.

Öcalan ile son görüşmesini 21 Ekim 2014’te gerçekleştiren HDP heyeti, geçtiğimiz pazar günü Hatip Dicle’nin de katılımıyla İmralı ile dört saat süren bir görüşme gerçekleştirdi. Öcalan’ın devlet heyeti ile üzerinde müzakere yürütülebilecek bir çerçeve üzerinde mutabık kaldığını ve yol haritasının da  -şayet bir yol kazasına maruz kalmazsa- önümüzdeki gönlerde kamuoyuyla paylaşılacağı belirtildi.

HDP heyeti Öcalan’ın, “Sürecin bundan sonraki tüm aşamalarında, demokratik çözümün yasal güvencelerinin oluşturulmasının elzem olduğu ve bu güvenceler sağlanmadan nihai barış ve demokrasi hedefine varmanın mümkün olamayacağına” dikkat çektiğini ifade ettiler.

HDP heyeti Öcalan’ın,  “Bu kapsamda, hem Habur Sürecinde barış gruplarının ülkeye girişleri ve devamında bu insanların maruz kaldığı kabul edilemez mahkumiyetler değerlendirilmiş, hem de sürecin başlangıcında gerillanın geri çekilme yürüyüşünün anlamlandırılmak yerine bölgeye dönük kalekol ve HES yapımına odaklanılmış olması etraflıca ele alınmıştır.” dediğini açıkladılar.

Öcalan’ın “bölgeye dönük kalekol ve HES yapımına odaklanmış olması” ifadesi,  24Mayıs 2014 günü Diyarbakır Lice karayolunda başlayan, Bingöl Karlıova ile Muş Varto’ya sıçrayaneylemler sonucunda,çok sayıda asker ve sivilin yaralandığı şiddet olaylarının da sorumluğunu kabul etmesi manasına gelmektedir. Detaylı bilgi için (http://mehmetmemdoglu.blogspot.com.tr/2014/07/licede-ne-yapilmak-istendi.html)

HDP heyeti tarafından yapılan açıklamanın devamında Öcalan’ın, “Tarafların belirtilen hususlarda süreci doğru, ciddi ve kararlı yürütmesi halinde, en fazla 4-5 ay içinde tüm Ortadoğu'nun geleceğini belirleyecek büyük demokratik çözümün sağlanabileceğini vurgulayan Öcalan, bu ciddiyet ve kararlılığın gösterilmemesi durumunda, bölgesel kaosun derinleşeceği ve darbe mekaniğinin sonuç alabileceği” uyarısında bulunduğunu belirtiyorlar.

Kamuoyunun dikkatinden kaçan bir noktaya işaret etmek istiyorum.

Öcalan en son açıklamalarıyla, tüm taraflara "Kobani öncesi hangi noktadaysam, şimdi de aynı noktadayım" mesajı vermeye çalışıyor. Daha açık bir ifadeyle devlete aba altından sopa gösteriyor.

Nasıl mı?

Kobani olayları öncesi görüşmeye gidelim. Ne demişti Öcalan? Hatırlayın 01 Ekim 2014 tarihinde HDP milletvekilleri ile yapmış olduğu görüşmede Öcalan, “Kobanê kuşatması, sadece Kürt halkının demokratik kazanımlarını hedeflemekle kalmayıp Türkiye’yi de yeni bir darbe sürecine sokacaktır” iddiasında bulunmuştu. En son açıklamasına paralel bir açıklama.

Öcalan’ın darbeden kastı, direkt olarak askeri bir darbe değildir. Darbeden kasıt; PKK terminolojisinde “serhildan” olarak tanımlanan halk ayaklanmasıdır.  Öcalan,  bunu 6-8 Ekim Kobani’yi protesto eylemleriyle test ettirmiştir. Yani hedeflenen askeri darbe, sonuca götürecek sebep de bir “halk ayaklanması” olacaktır. Darbe şartlarının hüküm sürdüğü dönemler, bu tür yapılanmalar için hep can simidi olmuştur. 12 Eylül 1980’i hatırlayalım. 12 Eylül askeri darbesi en çok kime yaramıştır?

Bir sorunun çözümü, o sorunun başındaki şahsın/şahısların tanınması ve tanımlanması ile mümkün olur ancak.


Selametle kalın efendim.