30 Mart 2015 Pazartesi

"Sevgi"li Eşim...!

Sevgi; saf, temiz ve karşılıksız insani bir duygudur.

Bu manadaki temiz bir sevgi ancak çocuklarda bulunabilir. Bu nedenle, bazen çocuk olmak, temiz saf ve karşılıksız bir sevgi için çocukluğumuza gitmemiz ve o günleri yaşamamız gerekir.

O çocuksu sevgiyi günümüze taşıyabilmiş miyiz?

Sevgimizi, kalbimizi temiz tutabilmiş miyiz?

Sevgisini o çocuksu haliyle bugüne taşıyabilmiş ve hiç kirletmemiş birini tanıyorum.

Can yoldaşım, hayat arkadaşım, sevgili eşim.

Çocuk denecek bir yaşta “sevgi” kadar temiz kalbiyle, 
“sevgi”nin ne olduğunu bilmeden;  “sevgi”sini tarif edebilecek kelimeleri bir araya getiremeden, birlikte bir yaşam için; “sevgi”si uğruna her şeyi karşısına alan sevgili eşim!...

“Sevgi nedir?” dediğimde “sen” diyebilecek kadar, gözünü budaktan ayırmayan sevgili eşim...

“Sevgi”si için acı çeken…

“Sevgi”si için yalnızlık çeken…

“Sevgi”si için yokluk çeken sevgili eşim!...

Sevgili eşim!

Bu kadar sevmemiş olsaydın, belki de bu bedelleri ödemeyecektin. Kim bilir?

Sevgili eşim!

Sevgin her zaman bana bir ışık,  bir yol oldu…

Sevgin, dünyadaki en büyük sermayelerimden oldu.

Gözlerinde o ilk günkü “çocuksu” ışıltıları görünce, sana ve sevgine olan saygım bir kez daha artıyor.

Sevgili eşim!

Beni hep mutlu ettin, hayatıma renk kattın, evime huzur getirdin.

Sırdaşım, arkadaşım, yoldaşım oldun.

Şunu bil ki “eş”ten öte bir “eş” oldun…

Çeyrek asır oldu, sende ki o çocuksu masum sevgi hiç ama hiç kaybolmadı.

Söyler misin?

Hep çocuk kalmayı nasıl başarabiliyorsun?

Yarabbi!

Ona sağlık, sıhhat ve afiyet ver…

Onun sevgisinin hatırına, bizleri sırat-ı müstakimden ayırma…

Onun yaşadığı sıkıntıları, çektiği acıları günahlarına kefaret kıl, dünya ve ahiret de bizi birbirimizden ayırma…

Memdoğlu...

20 Mart 2015 Cuma

Yine Nevruz, Yine Ümit...!

Türkiye’nin yakın siyasi tarihine bakıldığında, sorumluluk sahibi olması gereken siyasi parti liderleri ve çok sayıda siyasetçi, toplumun sinir uçlarına dokunacak siyasi dil ve söylemleri her dönemde kullanmıştır. Siyasi partilerin toplumu kutuplaştıran bu tür söylemlerden nemalanmaları ise sosyolojik bir vakadır.

HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın “Sayın Recep Tayyip Erdoğan, HDP var oldukça HDP’liler bu topraklarda nefes aldıkça sen başkan olamayacaksın. Sayın Recep Tayyip Erdoğan seni Başkan yaptırmayacağız, seni Başkan yaptırmayacağız, seni Başkan yaptırmayacağız…” açıklamasını nasıl okumalıyız? Bu açıklama ile kimlere ne tür bir mesaj verilmek istenmiştir?

Bu ifade 7 Haziran seçimlerinde kimi çevrelerce dillendirilen “HDP, AK Parti ile anlaştı” iddialarını çürütmeye yönelik bir açıklama olsa da Demirtaş bu ifadeyle,  hem iddia sahiplerine, hem Erdoğan ve AK Parti karşıtlarına, hem de Kandil’e mesaj vermiştir.

Son dönemlerde karşılıklı sert ifadelerin kullanılmış olmasına rağmen, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın “İzleme Komitesi’nde 5-6 kişinin yer alacağı bu isimlerden bazılarının belirlendiği, nihai kararı Başbakan Davutoğlu’nun vereceğini” açıklaması, Öcalan’a İmralı’da sekretarya görevi yapacak olan PKK’lı beş tutuklunun (Mehmet Sait Yıldırım, Ömer Hayri Konar, Çetin Arkaş, Nasrullah Kuran ve Veysi Aktaş) belirlenmesi,  değişik engeli bulunan ve cezaevlerinde yalnız başına yaşayamayacak derecede ağır hasta olan 45 KCK’lı tutuklunun denetimli serbestlik kapsamında geri kalan cezalarını evlerinde geçirmelerinin sağlanacak olması, “Çözüm Süreci”nin ağır da olsa ilerlediğini göstermektedir.

Peki, bugünkü parametrelere bakıldığında “Kürt sorunu tamamen çözülmüştür, Türkiye’nin artık bir Kürt sorunu yoktur” denilebilir mi? Hayır, böyle bir iddiada bulunmanın henüz erken olacağı kanaatindeyim. Kürt sorununun çözümünde gelinen noktaya bakıldığında, 10-15 yıl öncesinin çok çok ilerisindeyiz. AK Parti iktidarları dönemlerinde çok önemli mesafeler katedildi. (TRT Kurdî’nin açılması, üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin kurulması, Kürtçenin seçmeli ders olarak Millî Eğitim müfredatına girmesi, seçim dönemlerinde Kürtçe propagandanın yapılmasına izin verilmesi… vb.) Ancak, toplumun tüm fertlerine eşit ve toplumun tümünü kucaklayan, sivil bir anayasa hazırlanmadan, sorunun çözümsüzlüğünün sonucu olan ve hâlâ elinde silahı bir tehdit ve güç unsuru olarak bulunduran PKK varlığı bertaraf edilmeden, Kürt sorununun çözüldüğünü dile getirmek gerçekçi olmayacaktır.

İki yıldır devem eden bir süreç var ve iki yıldan beri “çözüm süreci”ne direnen bir Kandil var. Ve Kandil’in söylemlerine paralel açıklamalar yaparak düz ovada siyaset üreten HDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş var.

Kürt sorununun çözümünü kolaylaştıracak en önemli muhataplardan biri şüphesiz, sivil siyasettir. HDP’nin izleyeceği yol ve politikalar çözüm için hayati önem taşımaktadır. Eğer HDP (geçmişteki ismiyle BDP) inisiyatif belirleyip, “sorunun muhatabı benim” diyebilseydi,  çözümü konuşmak daha da kolaylaşacaktı.

“Çözüm Süreci”nin bir an önce nihai hedefe ulaşması için, HDP’nin Kandil’in vesayetinden kurtulması/kurtarılması gerekmektedir. HDP, Kandil’i sigorta olarak görmemelidir. Türkiye partisi olacağı iddiasıyla kurulan HDP, toplumun tümüne hitap etmedikçe -ve ona göre politikalar belirlemediği müddetçe- çözümün ana unsurlarından biri olamayacaktır. Dünyada salt etnik milliyetçilik temelinde siyaset yapan partilerden hiçbiri amacına ulaşamamıştır.

Türkiye, kuruluşundan beri varlığını şiddetle hissettirmiş yasadışı bir örgütün, demokratik siyasete dâhil edilmesinin zorluklarıyla mücadele ederken, kamuoyu; “yeni bir umut” beklentisiyle, 21 Mart’a Diyarbakır’da okunacak olan Öcalan’ın mesajına odaklanmış durumda.

Açıkçası Öcalan’ın okunacak olan yeni mesajının, Kandil üzerinde çok da etkili olacağını düşünmüyorum. Öcalan’ın 2013 Nevruzu’nda  “Bugün milyonların şahitliğinde yeni bir dönem başlatacağım. Silah değil, siyaset. Silahlı güçlerimiz sınır dışına çekilsin”  açıklamasına rağmen, ancak % 20-25 oranında bir çekilme gerçekleşmişti. Yine, HDP İmralı Heyeti tarafından 28 Şubat Dolmabahçe’de okunan “Silahların bırakılması için PKK’nın kongre yapması” çağrısına,  KCK üst düzey yöneticilerinden Cemil Bayık’ın “Apo gelip kongreye katılmadan PKK, silah bırakmaz”  çıkışı, Kandil’in Öcalan’a rağmen direnmeye devam edeceği endişesini devam ettirmektedir.

Sözün kısası, “Nevruzun” tüm Türkiye’nin bir festival coşkusuyla beraberce eğlendikleri, kutladıkları ortak bir dayanışma bayramı olması temennisiyle…

Nevruz kutlu olsun,

Newroz pîroz be...  

Nevruz, Nevroz ya da Newroz...

Newroz’dan bahseden en önemli metinlerden biri, İranlı şair Firdevsi’nin (ö. 1020) Şehname’sidir. 60 bin beyitten oluşan eser, ilk insandan III. Yezdigirt (ö. 651) dönemine kadar ki İran tarihini söylence kalıbında aktarır. Şehname’nin konumuzla ilgili olan “Cemşid”, “Dahhâk” ve “Feridun” adlı bölümlerinin özeti şöyledir: Cemşîd, yedi yüz yıl hüküm sürmüş bir hükümdardır. Cemşid’in tahta çıktığı ve kılıcının bir güneş gibi parladığı gün Newroz diye anılır.

Yine efsaneye göre Mezopotamya'da zalim bir kral vardır. Ciddi bir hastalığa yakalanır. Hekimler ancak genç beyinlerin yaraya sürülmesiyle kralın iyi olacağını söylerler. Her gün iki genç öldürülür ve beyinleri kralın tedavisinde kullanılır. En sonunda bu zulümden bıkan ve bir şeyler yapmak isteyen iki kişi, kralın sarayının mutfağına aşçı olarak girmeyi başarırlar ve Kralın yılanlarını beslemek için beyinleri alınarak öldürülen çocuklardan sadece birini öldürüp diğerinin gizlice saraydan kaçmasına yardımcı olurlar. Kawa adlı bir demirci, dağlara gönderdiği bu gençlere, “Kralı öldürdüğüm zaman kalenin surlarında ateş yakacağım. Ateşleri görünce dönersiniz” diye tembih eder. Beklenen gün 21 Mart'ta gelir ve Kawa, kralı demir dövdüğü çekiçle öldürür. Ateşler yanar, gençler özgürce evlerine dönerler. O gün bugün her 21 Mart “Newroz” olarak kutlanıyor.

Başka bir efsaneye göre ise Türklerin (Göktürklerin) Ergenekon'dan demirden dağı eritip çıkmalarını, baharın gelişini, doğanın uyanışını temsil eder.  M.Ö. 8.yüzyıldan günümüze kadar, her yıl 21 Mart’ta bu bayram kutlanır.

Anadolu Beylikleri, eski Mısır, İran, Safevi, Sasani, Moğollar, Selçuklular (Selçuklu hükümdarı Melikşah’ın yaptırdığı Celali takviminin başlangıcı Nevruz’dur.) ve Osmanlılar da (Osmanlılarda da Nevruz, baharın ilk günü ve yılbaşıdır. Takvimler hep Mart'tan başlar, mali yılbaşı da bu günde başlar ve bütün kanunnamelerde vergilerin ilk taksidinin alındığı gündür.)bu günü bayram olarak kutlamışlardır. Hatta Osmanlılarda özel olarak hazırlanan Nevruziye adlı macun, o dönemden kalan bir kültür olarak günümüzde hâlâ devam etmektedir.

Nevruz’un özünde baharla başlayan yeni bir yılın tazeliği ve heyecanı vardır. Uluslar,  yeni yılın ilk gününde baharın heyecanını, çeşitli mitolojik ve efsanevi unsurlarla örüp, kendi örf ve gelenekleriyle kaynaştırarak yüzyıllar boyu devam ettirmişlerdir.

Cumhuriyet döneminde de bu gelenek devam etmiş ve mali yılbaşı mart ayı olarak kabul edilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında da Nevruz şenlik olarak kutlanırdı. Nevruz şenlikleri Cumhuriyetimizin ilanından sonra da bir süre devam etti ve 1926 yılında kaldırıldı.

12 Eylül öncesi sivil Kürt siyasi hareketinde bir çoğulculuk söz konusuydu, çeşitli örgütler vardı. Bunların da büyük bir kesimi sol orijinliydi. 12 Eylül öncesinde Kürt siyasi örgütleri arasındaki çatışmalar ve PKK’nın diğer Kürt hareketlerini tasfiye etmesi sonucu, sivil Kürt siyaseti ortadan kalktı.  12 Eylül 1980 darbesiyle Türkiye’de birçok şey yasaklandı.  (Kürtçe olan yerleşim yerleri ve Kürtçe konuşmak yasaklandı) Bölge insanınca kutlanmak istenen Nevruz etkinlikleri zaten yasaktı.

PKK’nın “Kürt mağduriyeti” üzerinden uyguladığı propagandanın etkisi ve Kürtleri istismar etmesi, “Olağanüstü Hal”in yanlış uygulamaları ve güvenlikçi politikaların sonucu, her 21 Mart Türkiye’deki Kürtler için, “kurtuluş” bayramı olarak algılandı. Kutlama etkinlikleri bu minvalde düzenlendi. Ta ki 1990’lı yılların “kanlı” Newroz kutlamalarına kadar.

İşte o yılların ağır Nevruz bilançosu.

1991 Nevruz kutlamalarında Türkiye genelinde çıkan olaylarda 31 kişi öldü.

Üç güvenlik görevlisinin de şehit olduğu 1992 Nevruz’unda  Şırnak, Cizre ve Nusaybin'deki kutlamalarda meydana gelen olaylarda resmi kayıtlara göre 73 kişi, yerel kaynaklara göre ise 94 kişi hayatını kaybetti. Cizre’de yaşanan olaylar sırasında Sabah Gazetesi Muhabiri İzzet Kezer de hayatını kaybedenler arasındaydı.

PKK'nın "ateşkes" çağrısıyla girilen 1993 Nevruz’unda, siyasetin de sağduyu çağrısı herhangi bir çatışmanın yaşanmamasında etkili olmuştur.

1994 ve 1995 nevruzlarında, sokak aralarında lokal çatışmalar yaşanmakla birlikte, ölümlerin yaşanmadığı kutlamalar düzenlenmiştir. 1995’ten günümüze kadar kutlanan nevruzlarda Nevruz'u kutlamak isteyenler ile güvenlik güçleri arasında zaman zaman gerginlikler yaşanmıştır.

Türk Cumhuriyetlerinde resmi bayram olarak kutlanılan Nevruz, Türkiye’de de 1995 yılından itibaren resmi bayram olarak kabul edilmiştir.

Sonuç olarak: Ortak bir coğrafyanın, ortak bir bayramı olan Nevruzun/Nevrozun/Newrozun, kökenine takılmak bugüne -21 Mart'a- ne kazandırır? Maksat baharı ya da yeni günün gelişini kutlamak değil mi?  İster Nevruz, ister Nevroz, isterse Newroz olsun.  

Nevruz, Türkiye’nin bütün vatandaşlarının, bir festival coşkusuyla beraberce eğlendikleri, kutladıkları ortak bir dayanışma bayramı olmalıdır.

Nevruz, Nevroz veya Newroz… Sonuç da hepsi aynı şeyi ifade etmiyor mu?

Nevruz kutlu olsun...

Newroz pîroz be... (Kurmanci)

Newrozê sima bimbarek bo... (Zakaki)

Nevroztan pîroz bêt... (Sorani)


(Bu yazı ilk olarak 20 Mart 2014 tarihinde yayınlanmış, 21 Mart 2021 tarihinde yeniden düzenlenmiştir.)


18 Mart 2015 Çarşamba

Anne!...

Anne!
Dün gece bir kez daha rüyalarımı süsledin.
Yüzün ay gibi parlıyor, gözlerin nur saçıyordu…
Kucağın her zamanki gibi sımsıcaktı.
‘Sen kimin sevgilisisin?’ diye sorduğumda,
Eksik etmediğin o tatlı tebessüm ile bakıyor,
Her zamanki gibi “Küçük oğlumun” derken,
Dilinden baldan da tatlı
Sevgi ve şefkat dolu sözler damlıyordu.


Elinden tutmuş, “kâinatın merkezi”ne doğru yürüyorken,
Hasretinden mi, özleminden mi bilemiyorum,
Ansızın benim de “sol yanım”a acı bir sızı giriyordu.
Nefesim kesilip tam da düşmek üzereyken,
Kollarına alıp sımsıkı sarıldığında,
O mübarek tenin, yine cennet kokuyordu anne!

Rüya da olsa bitmeseydi keşke o güzel anlar.
Sahi ya hayat da bir rüya değil miydi?
Hakikatle yüzleşeceğimiz ana kadar
Devam edecek olan “tatlı” bir rüya…

Memdoğlu...

16 Mart 2015 Pazartesi

“Kürt Sorunu Yoktur” (!)

Yıl 1991, yer Ankara: 8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal, “Kürt meselesini mutlaka çözeceğim, bu benim milletime yapacağın son hizmet olacaktır” sözünden sonra, hala tartışılan ve tam olarak açıklanamayan bir ölüm şekli…

Yıl 1992, yer Diyarbakır: Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, kazandığı seçimler sonrası Diyarbakır’da halka hitaben yaptığı bir konuşmada “Kürt realitesini tanıyoruz” açıklaması yaptı.

Yıl 1993, yer Viyana: Başbakan Tansu Çiller Avrupa Konseyi toplantısı için gittiği Viyana’da Kürt sorununun çözümüne yönelik sorulan sorulara “İspanya’nın tecrübesinden biz de yararlanacağız” derken, çözüm için bir nevi “Bask Modeli”ne işaret ediyordu.

Yıl 1999, yer Diyarbakır: Dönemin Başbakan Yardımcısı ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, “Geçmişe artık sadece yanlışlarımızdan ders almak için bakmalıyız ve aynı yanlışları tekrarlamamalıyız… Avrupa Birliği’ne üyeliğimize giden yolun Diyarbakır’dan geçtiğine inanıyorum” açıklaması yaptı.

Yıl 2005, yer yine Diyarbakır: Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “…Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Benim de sorunumdur… Biz büyük bir devletiz ve millet olarak bu ülkeyi kuranların bize miras bıraktığı temel prensipler ve cumhuriyet ilkesi, anayasal düzen dâhilinde her sorunu, daha çok demokrasi, daha çok vatandaşlık hukuku, daha çok refahla çözeceğiz” açıklaması.

Yıl 2013, yer TBMM: Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan “Bugün çözüm sürecinde BDP’li milletvekillerinin İmralı’ya gitmesine Adalet Bakanlığımız eğer izin veriyorsa bunun tek nedeni ‘acaba bu yolda adım atılabilir mi?’ düşüncesi. MHP bunu istismar ediyor, biz çözüm için her yola başvururuz. Kayseri’de ifade ettim, baldıran zehri içmekse, o baldıran zehrini de içeriz yeter ki bu ülkeye huzur, refah gelsin” açıklamasıyla bir tabuyu daha yıkıyordu.

Tarih, 15 Mart 2015; yer Balıkesir:  Türkiye’nin halk tarafından seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Buralarda bizim terörle mücadelede neler kaybettiğimiz belli. Eğer biz bu kayıplara uğramamış olsaydık, bugün çok çok farklı yerde olacaktır. Şimdi varsa bakıyorsun; Kürt sorunu. Kardeşim ne Kürt sorunu ya. Artık böyle bir şey yok. 2005’te Diyarbakır konuşmamda açıkladım. Her etnik unsurun kendine has sorunları var. Dün Roman kardeşlerime de söyledim, Türk’ün de Roman kardeşlerimin de sorunu var, Boşnak’ın da sorunu var, Laz’ın da sorunu var hepsinin sorunu var…” açıklamasında bulunuyor. Balıkesir seçmeninin büyük çoğunluğunun “Kürt” kelimesine karşı olan alerjisinden olacak ki Sayın Cumhurbaşkanımız yine nabza göre şerbet içirdi…

Ve aynı gün, yer İstanbul: Başbakan Ahmet Davutoğlu İstanbul AK Parti Kadın Kolları Kongresinde yapmış olduğu konuşmada “Hepimiz imtihan halindeyiz. En büyüğü de çözüm süreci ile olan imtihandır. İki hafta önce ilan edilen silahları terk etme çağrısıyla ileri bir aşamaya geldik. Çözüm süreci şefkat ve merhametin sürecidir. Bütün milletin, en fazla da annelerin malıdır… Çocukları dağa çıkarılan Diyarbakırlı annelerin gözlerinde acı gördüm, feryat gördüm. Ben isterim ki şehitlerimizin anneleriyle, Diyarbakırlı anneler el ele verip ‘yeter bu acı’ desin” diyor.  

Türkiye’de Kürt Sorunu yoksa, neden devlet eliyle 24 saat Kürtçe yayın yapan bir televizyon kanalı açtınız?
Türkiye’de Kürt sorunu yoksa, neden Üniversitelerde “Kürdoloji” bölümleri açtınız.

Türkiye’de Kürt sorunu yoksa neden seçmeli de olsa ilköğretim de “Kürtçe” eğitime onay verdiniz?

Türkiye’de Kürt sorunu yoksa, neden PKK’nın İmralı’daki başı Öcalan ile görüşüyorsunuz?

Türkiye’de Kürt Sorunu yoksa, neden sorunun çözümüne yönelik sayfalarca raporlar hazırlattınız?

Türkiye’de Kürt Sorunu yoksa, neden “Akil Adamlar” grupları teşkil ettirip, tüm ülkeyi adım adım dolaştırdınız?

Geldiğimiz noktada, “Kürt Sorunu” konusunda devlet ideolojisinin,  resmî söylemlerinin, çok da değişmediğini görebilmekteyiz. Devlet ricalı tarafından “Kürt Sorun”una ilişkin birbiriyle örtüşmeyen ve birbiriyle çelişen her açıklama, bölge insanının devletten uzaklaşmasıyla son bulacaktır.

Türkiye’nin hala bir Kürt sorunu vardır ve bu tartışma götürmez.

Dost acı söyler.

Bizden söylemesi!

13 Mart 2015 Cuma

PKK ile Yüz Yüze Geçen Yıllar ve Barış!

   

             12 Eylül 1980 sonrası… Sıkıyönetim kanunları ve uygulamalarının gündemde olduğu günler, lise öğrencisiyiz. Sorgulamaya çalışan, tam bir sonuca ulaşamadan, kısa yoldan yargılayan bir ruh hali içindeyiz… Çevresel faktörlerin etkisiyle, zaman zaman darbeci generallere methiye düzmekten de geri kalmadığımız bir dönem…

Televizyon mu? Var ama biz de yok. Sadece “Sierra” marka uzun ve kocaman bir radyomuz vardı. Ve akşamı dört gözle bekleyen, kösteklerini kontrol ederken çocuklara  “ajansa çok kaldı mı?” diye soran,  akşam haberlerinin başlamasıyla çevredeki en cılız sese dahi sinirlenerek “sessiz olun duyamıyorum, sessiz olun”  diyerek tepki gösteren ruhları şad olası yaşlılarımız…

Haberlerin bitiminden hemen sonra ise sunucunun “Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan bildirilmiştir” anonsuyla birlikte, “1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu gereğince…” diye devam eden uzun metinler “idam” kararı verilenler ve arananlar listesi…

Lise öğrencisi de olsak, memleket sevgimiz,  birazcık da merakımızdan olsa gerek, düzenli bir şekilde haberleri takip etmeye çalışıyor, okul harçlıklarımızla -arttırabildiysek eğer- kimi zaman da gazete alıp okuyorduk. (merhum Ahmet Kabaklı’nın köşesini yırtar, arşiv yapardık) Sağ ve sol hareketleri sorguluyor, kendimizce yorumlar yapıyorduk. 

O dönemlerde şehirlerarası yolculuklar genellikle trenle yapılırdı. Kurtalan ve Tatvan Ekspresleri’ne aşina olmamız, Elazığ’a gidiş gelişlerde treni kullanmamız nedeniyle de dönemin yasadışı silahlı örgütlerini ismen de olsa biliyorduk. PKK’yı ise daha ziyade “Apocular” olarak tanıyor, ülkeyi bölmek isteyen bu harekete fırsat verilmemesi gerektiğini her ortamda dile getiriyorduk.

Sonraki yıllarda PKK literatürüne “ilk kurşun günü” “diriliş bayramı” olarak giren ve kutlanan, 15 Ağustos 1984 günü PKK, Eruh ve Şemdinli baskınlarını gerçekleştirdi.   PKK’nın Siirt-Eruh ve Hakkâri-Şemdinli ilçelerine yönelik gerçekleştirdiği eylemler ile Türkiye’de büyük bir şok yaşandı. (PKK’nın ilk büyük ölçekli silahlı eylemi olan Eruh ve Şemdinli baskınlarında 1 er şehit olurken, 9 asker ve 3 sivil yaralandı, askeri birliğe ait çok sayıda silah ve mühimmat ise gasp edildi)

Başbakan Turgut Özal’ın haber aldığı ilk anda “üç beş çapulcunun marifeti” diyerek hafife aldığı (ilk anda hafife almış olsa da Özal, sonraki yıllarda meselenin ciddiyetini görmüş, soruna çözüm aramış ama ömrü kifayet etmemişti)ve hakikatte otuz yıl sürecek olan kanlı çatışma döneminin başlangıcıydı 15 Ağustos. On binlerce insanın yaşamına, milyarları bulan maddi kaybın oluşmasına neden olan dönemin başlangıcı.

Çatışmaların yoğunlaştığı ve şehit cenazelerinin arttığı bir dönemde askerliğimizi yaptıktan sonra, “Kürt sorunu ile iç içe, PKK ile yüz yüze geçen” yıllar ve bugün…

Evlilik, çoluk-çocuk derken, yaş elliye yaklaştı. Çocuklar büyüdü, yetişti, üniversite ve askerlik çağlarına geldi. Ve biz hâlâ “Kürt sorunu ile PKK’yı” konuşuyoruz.

2012’nin son günleri,  2013’ün başlarında başlatılan süreç, (ister çözüm süreci, ister milli birlik ve kardeşlik süreci deyin) 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’de AK Parti ile HDP İmralı Heyeti tarafından okunan ortak metin ile belli bir olgunluğa ulaştı.

Ulaştı ulaşmasına ama maalesef, yaşanan bunca ölüm, acı ve gözyaşına rağmen, bu ülkeye barışın gelecek olmasından rahatsızlık duyanlar var. Siyaseten meşru her türlü mücadelenize, söyleminize düşüncenize saygı duyuyorum. Lakin barış, günlük siyasi çekişmelerinize, siyasetinize malzeme edilecek kadar ucuz değildir beyler!

“Çözüm Süreci”nin hedefine ulaşmaması ve bu sürecin barışla sonuçlanmaması durumunda, maazallah; geçmişle kıyaslanamayacak sertlikte ve uzun yıllar sürebilecek bir iç savaş ile karşı karşıya kalabiliriz. Özellikle 1990 sonrası doğumlular ile bölgedeki gençliğin büyük çoğunluğu, fikrî ve zihnî planda; -maalesef- Türkiye’den uzaklaşmışlardır. (Merak edenler, lütfedip birkaç günlüğüne bölgeyi dolaşabilirler)

Daha açık bir ifadeyle, yeni bir iç çatışma, tasavvur edilemeyecek kadar ağır bedellerin ödenmesiyle sonuçlanabilir. “Çözüm Süreci”, bölünmenin eşiğine gelen ülkenin birliğinin koruması adına elimizdeki son fırsatlardandır.

Eğer bir gün Rabbim kısmet eder de bu ülkeye “barış” ve “huzur” gelirse, barışa inanmayanlar; ülkem insanına nasıl özür beyan edeceklerdir? Çok merak ediyorum!

“Barış, her şeyi hazmeden mutluluktur.” diyor Victor Hugo…

Barışla kalın efendim…

12 Mart 2015 Perşembe

Bilemedim

Nerdesin..?
Çocukken anlatılan masal diyarlarında mı?
Kelebekler ülkesindeki ağaç dallarında mı?
Ya da..!
Kaf Dağı'ndaki kalenin dehlizlerinde mi?
Bilemedim?

Baharda çiçek açan tomurcuklarda mı?
Toprağa kök salan fidanların köklerinde mi?
Yoksa..!
Şafakta esen bad-ı sabanın esintisinde mi?
Bilemedim...

Okyanusların derinliklerindeki mercanlarda mı?
Geceleri gökyüzünde dolaşan yıldızlar kümesinde mi?
Acaba..!
Artık göremediğim o karmaşık rüyalarımda mı?
Bilemedim...

Memdoğlu...

10 Mart 2015 Salı

Çözüm Sürecinde Yüzleşme, Uzlaşma ve Helalleşme!

Türkiye'deki STK’lar "Kürt Sorunu"na nedense hep mesafeli durdular. Geçmişte, sorununun çözümü için ellerini taşın altına koymazken; "çözüm süreci" ile birlikte oluşan olumlu hava (Devlet ve HDP İmralı heyeti tarafından Dolmabahçe’de yapılan ortak açıklama) STK’ları cesaretlendirmiştir; yeterli düzeyde olmasa da sürece katkı vermeye başladılar.

Geçtiğimiz hafta sonu Türkiye’nin farklı illerinde “çözüm süreci ve barış” konulu konferans ve sempozyumlar düzenlendi.  Biz de “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Kalkınma Vakfı” (DAKAV) tarafından Ankara İçkale Otel’de düzenlenen “Barış Süreci ve Birlikte Yaşam: Yüzleşme, Uzlaşma ve Helalleşme” sempozyumuna bir izleyici olarak katıldık. 

Konferansın açılışını Cahit Sıtkı Tarancı’nın ünlü “Memleket İsterim” şiiri ile yapan DAKAV Başkanı Hüsamettin Korkutata,“Savaşı biz başlatmadık, ancak çocuklarımız için barışı sağlayabiliriz. Biz de gözyaşının son bulmasını istiyoruz,  önyargısız bir barışa en yakın noktadayız, 28 Şubat da yapılan açıklama hepimize büyük bir umut vermiştir,” diyerek devam etti. Korkutata, “Barışın perçinleşmesi için yeni bir anayasanın zorunlu olduğunu” vurgulayarak konuşmasını tamamladı.

“Çatışmaya evet diyorsanız ölüme mahkum, çözüme evet diyorsanız, yeni paradigma değişikliklerine gitmek zorundasınız. Şiddete şiddetle karşılık vermek, yıkıcı güce destek vermek demektir” diyen Prof. Dr. Bilal Sambur,  “İnsan onuruna saygı gösterilmeden kalıcı bir barışa ulaşamayız” diyerek sözlerini noktaladı.

Doç. Dr. Veysel Ayhan ise “Yeni Kürt gençliği eskiye farklı bakan ve bunu sokakta fiiliyata geçiren bir gençlik hareketi var. Geçmişte yaşanan şiddet ve çatışmalı ortam bugünkü gençliği karşımıza çıkartmıştır. Öfke ile yetişmiş bir gençlik ve öfkesini dışarı yansıtmak için bahane arayan bir gençlik ile yüz yüzeyiz. Bölge gençliği iki büyük trajediyi yaşıyor; biri Şengal, diğeri Kobani. Dolmabahçe’de yapılan ortak açıklama bölge gençliğinin kopuşunu durduracak tarihi bir fırsattır” diyerek, bölgedeki gençliğin içerisinde bulunduğu durumu sosyolojik olarak tespit etmiş oldu.

Sempozyumun bir başka konuşmacısı Siirt Eski Belediye Başkanı Selim Sadak da  “Barışı bugüne kadar gerçekleştiremediğimiz için Analardan bacılardan Türk ve Kürt gençliğinden özür diliyoruz. Yerel yönetimler güçlendirilmeli ve kalkınma ajansları sivilleştirilmelidir” diyerek düşüncelerini ifade etti.

Gazeteci Nevzat Çiçek ise barış sürecinde ulusal ve yerel medyanın diline ilişkin olarak, AK Parti’ye yakın medyanın da örgüte yakın medyanın da dilinin barışa dönük olması gerektiği, bütün görsel, yazılı ve sosyal medyada barış dilinin oluşturulmasının önemli olduğu, İmralı ile görüşmeler yapılırken ‘bebek katili’ manşetlerinin barışa ve insanlığa hizmet etmeyeceği, provokatif manşetlerin sebebinin yayın kuruluşlarının kendi maddi çıkarlarını ön planda tutmalarından kaynaklandığı, sivil toplum ve medyanın yeterli derecede sorumluluk almaları halinde sorunların çözüleceğini” dile getirdi.

Sonuç bildirgesinde; “Yüzyıllardır birlikte yaşayan halklar arasında başlayan kanlı iç savaşlar, ortak medeniyet havzasının tamamlayıcı unsurlarının kanlı bir biçimde birbirinden ayrışmasına yol açarken, bu durum; birlikte barış içinde yaşam geleneğinin de yaralanmasına yol açmaktadır. Bu kapsamda yüzyıllık bir krize dönüşen Kürt Sorununun çözümüne dönük hükümet ve HDP tarafından gerçekleştirilen ortak açıklama, topluma yeni bir umut olmuştur. Konferans katılımcıları olarak Kürt sorununda yüzleşme olmadan uzlaşma, uzlaşma olmadan da helalleşmenin yaşanmasının oldukça güç olduğunun farkındayız…” denilen sempozyumun, bugünlerde yaşadığımız olumlu ortama katkı sunacağı muhakkaktır.

Türkiye gerçekten kendisiyle yüzleşebilecek mi?

Türkler ve Kürtler, Kürt sorunuyla yüzleşebilecek mi?

Yıllardır çözüm bekleyen bir sorunun çözümünde bir uzlaşma sağlanabilecek mi?

Evet, yaşanan bunca acı, kan ve gözyaşının sona ermesi, gelecek nesillere barış ve huzurlu bir dünya bırakmak için bu coğrafyanın insanları olarak birbirimizle helalleşmeliyiz diyorum.

Bir kişi neye inanırsa inansın, inancına sadık olmalıdır. Biz barışa inanıyoruz ve barışa sadık kalacağız. Çünkü barış, yeryüzünün zor olgunlaşan en lezzetli meyvesidir.


9 Mart 2015 Pazartesi

Utanıyorum...!

Fıtratlarının gereğini yerine getiren
Tüm mahlûkattan utanıyorum…

Ağaran saç ve sakallarımdan
Ağarmayan kalbim,
Ve kemale ermeyen nefsimden
Rabbime verdiğim sözleri
Yerine getiremediğim için utanıyorum…

İşlediğim günahlardan,
Tövbeme sadık kalamadığımdan
Yüzü kara bir kul olarak,
İlahi huzura çıkacak olmaktan utanıyorum.

Yarabbi!
Utandırma,
Bizlere de rahmetinle muamele et 
Ne olur

6 Mart 2015 Cuma

Kürtlerin Erdoğan’ı mı?

Prof. Dr. Erol Göka bir yazısında  “Beşer hafızası unutkanlığıyla biliniyor,  oysa zaman zaman eski albümlere, arşivlere gitmeli, ne olup bittiğine bakmalıyız.” der.  Biz de bugünü daha iyi okuyabilmek ve yorumlayabilmek için geçmişe bir seyahat edelim dedik.

27 Mart 1994 yerel seçim çalışmaları dönemiydi. Yerel seçimlerde tüm gözler İstanbul ve Ankara üzerindeydi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için ANAP adayı İlhan Kesici, SHP adayı Zülfü Livaneli, DSP adayı Necdet Özkan, DYP adayı Bedrettin Dalan ve RP adayı Recep Tayyip Erdoğan  (adaylığı RP içerisinde sert tartışmalara neden olmuştu) yarışıyorlardı. Dönemin yazılı ve görsel medyası İstanbul’u Zülfü Livaneli’mi, Bedrettin Dalan’mı, İhlan Kesici’mi alacak diye haberler verirken, Erdoğan’a hiç şans tanımıyordu.  

Erdoğan ismi seçim anketlerinde yavaş yavaş öne çıkmaya başlayınca, sadece siyasi rakiplerinin değil, bir kesim medyanın da sertleşen saldırılarına maruz kalmaya başladı. Sonuçta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını RP adayı Recep Tayyip Erdoğan kazanmıştı.

RP Ankara adayı İ. Melih Gökçek de Recep Tayyip Erdoğan’ın maruz kaldığı benzer saldırı ve karalama kampanyalarıyla karşı karşıya kalmıştı. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığını İ. Melih Gökçek kazanmıştı. (RP, İstanbul ve Ankara’nın yanı sıra Diyarbakır, Erzurum, Konya ve Kayseri’yi de kazandı)

 7 Haziran’a yaklaşıldıkça, siyasi partilerin seçim dili ve söylemleri de sertleşmeye başladı. Siyasetçilerin siyasi rakiplerini itibarsızlaştırmaya çalışması ahlaki bir yol değildir. Siyaset ve siyasetçiler,  halk tarafından ve ancak seçim yoluyla itibarsızlaştırılabilirler.

Yirmi yıl önce Recep Tayyip Erdoğan’ı itibarsızlaştırmaya çalışan siyasi rakipler ile dönemin bir kısım medyası gibi, bugünlerde de AK Parti’li kimi siyasetçilerle bir kesim yazılı ve görsel medya, HDP ve Selahattin Demirtaş’ı -tehditkâr ve tahrik edici açıklamalarına rağmen- seçmen önünde küçük düşürmek ve itibarsızlaştırmak için birbirleriyle yarışır hale geldiler.

AK Parti’li siyasetçilerin, siyaseten de olsa HDP ve Selahattin Demirtaş’a yönelik kullandıkları ölçüsüz eleştiriler, geçmişte AK Parti’ye oy vermiş yüzlerce Kürt oyunun HDP’ye gitmesiyle sonuçlanacaktır. Bugünkü siyaset dili böyle devam ederse,  HDP zorlanmadan, rahatlıkla barajı aşabilir. (Türkiye’deki anket şirketleri,  yapmış oldukları seçim anketlerine yurtdışından gelecek oyları da hesaba katmalıdırlar.)

Mesela Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın, “HDP'nin barajı geçeceğini ben düşünmüyorum, şu anda yüzde 7 civarlarında görünüyorlar. Bunu ittirme, şantajlarla ya tutarsa diye oynuyorlar ama bu çok sağlıklı bir anlayış değil." açıklaması,  AK Parti’ye ne kazandırabilir? HDP’nin barajı geçip geçemeyeceği AK Parti’yi neden bu kadar (siyaseten)  ilgilendirsin ki? Geçerse seçmenin tercihidir, geçmezse bu yine seçmenin tercihidir.  Her iki sonuç da demokrasinin gereği değil midir? Bir yandan yüz yıllık bir sorunun çözümü için HDP ile görüşeceksin, diğer taraftan çözüm getirmek için görüştüğün partiyi seçmen nezdinde küçük düşürmeye çalışacaksın?

Büyük bir çelişki…

Yine Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın  “Demirtaş, çözüm süreci konusunda iyi niyetli çaba gösteren ve bu sürecin başarıya ulaşmasını arzu eden birisi değildir. Buna yürekten inanıyorum” açıklaması, HDP’ye oy vermemiş Kürt seçmence de hoş karşılanmamıştır. Siyasi partiler, icraatlarıyla, projeleriyle seçmen karşısına çıkmalıdırlar. Siyasi mücadelede, rakibini itibarsızlaştırmaya çalışmakla başarı elde edilemez. Sayın Arınç, bu konulardaki en tecrübeli siyasetçidir.

Türkiye seçmeni, tercihini genelde mağdur edildiğini düşündüğü parti ve aday yönünde kullanır. Bunun en bariz örneği, kapatılma davası sonrası seçimlerde, AK Parti’nin halk nezdinde gördüğü teveccüh değil midir?

Hedeflenildiği seviyeye ulaşılmamış olsa da Çözüm Süreci’nin başarıya ulaşmasını en çok bölge insanı istemektedir. İki buçuk yıldır devam eden çatışmasızlık,  bölge insanında büyük bir umudun yeşermesine neden olmuştur.

 HDP’ye ve Eşbaşkanı olan Selahattin Demirtaş’a yönelik siyasi linç girişimleri Kürtlerin Erdoğan’ının doğmasıyla sonuçlanabilir.

Bilindiği üzere, suyunu alan ham demir dövüldükçe sertleşir, sertleştikçe çelikleşir.

Söylemesi bizden, kaale alıp almamak sizden…


3 Mart 2015 Salı

Ahir Zaman Ötesi!...

Mizana sığmaz asrın fitnesi.
El eman eder kâinatın her bir zerresi.
Heyhat! Zaman ahir zaman ötesi.
Mahzenler çürük, temeller bitap.
Enginlerde kayboldu, kardeşlik sözleşmesi.
Taassub-ı kavmiyeye mağlup oldu cahiller kitlesi.

Fazilettir ruhları güzelleştiren gölge.
Eğilmiş başlar, inmiş gözlere perde.
Tükenmiş sadakat, kaybolmuş diğergâmlık.
Hak’kı zikretmekle kalp, mutmain olur ancak.
İlim ve amelsiz hayat, olur mu ahirete denge?

Cahilin “bir”i geçmiş âlimin “on”unu.
Eylemiş dünyayı taht, o vicdan yoksunu.
Yavuz hırsız giymişse de koyun postunu.
Lüzumsuz değil cehennem, ucuz değildir cennet...
Ancak İslâm ile bulur insan,  hakikatin yolunu.
Ne büyük nakkaştır ki O, güle çevirir dikenin sonunu.

Memdoğlu...

Nihai Barış İçin Somut Bir Adım!

“Tarih boyu İslam Milleti’nin en buhranlı günlerini yan yana durarak atlatan Türklerle Kürtler, Cihan Harbi’nde de omuz omuzaydı. Daha önce Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde İslam ümmetinin ve Türklerin önünü açan Kürtler, Osmanlı’nın son günlerinde de Ruslara karşı cihat edip,  işgale engel olmuşlardı. Ancak, bu cihadı yükselten isimlerden bazıları Cumhuriyet’in kurulmasından sona idam edildi, bazıları sürgüne gönderildi” der “Kemal Paşa ve Kürdler” kitabının yazarı Cemal Toptancı. Toptancı bu ifadeleriyle bin yıllık Türk ve Kürt ittifakını özetlemiştir âdeta.

Konjonktürel gelişmelerle birlikte bölgemizde yaşananlar ve değişen dünya şartları, Orta Doğu’da Türkler ile Kürtlerin ittifakını zorunlu kılmıştır.

15 Şubat’tan önce yapılacağı planlanan ama Kandil’in ayak diretmesiyle geçtiğimiz Cumartesi Dolmabahçe’deki Başbakanlık resmi konutunda, hükümet ile HDP İmralı heyeti tarafından okunan ortak metin, (Devlet ile Kandil’in mevcut çatışmasızlık durumundan yana olduklarını teyit ediyor) tarihe geçecek somut bir adımdır. Bu girişim, barış karşıtlarının tüm engelleme girişimlerine rağmen, “Çözüm Süreci”nde sona yaklaşıldığının habercisi niteliğindedir.

Genelde devleti, özelde ise iktidarı ihanetle suçlayan kesimler ile muhalefet kültüründen yoksun muhalefetimiz, bugüne kadar “Çözüm Süreci”ne alternatif oluşturabilecek hiçbir öneri getirememişlerdir.

Dolmabahçe açıklaması sonrası PKK’nın kuvvetle muhtemel Mart ayı sonları-Nisan ayı başlarında Kandil’de kongreye gideceğini düşünüyorum. Nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, kongre sırasında çok sert tartışmaların yaşanacağı muhakkaktır.

Öcalan’ın; PKK’ya “Türkiye’ye yönelik silahlı faaliyetlerine son verme” çağrısı durumunda, Türkiye’de yeni bir normalleşmenin yaşanacağı, HDP’nin önceden kendisine oy vermemiş Kürtleri ikna etmesi durumunda ise seçim barajını rahatlıkla aşabileceğini iddia etmiştik ve bu iddiamızın arkasındayız.

Bu çağrının selametle sonuçlanması için, elbette ki tarafların yapması gereken şeyler var. Barışı talep eden tüm kesimler, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki STK’larla kamuoyu bu konuda hakem rolünü hakkaniyetli bir şekilde yerine getirmelidir.

Bölge insanı, PKK’nın gençlik yapılanması içerisinde yer alan kontrolsüz grupların kamu düzenini zaafa uğratacak faaliyetlerine izin vermemelidir.

HDP tabanı, Kandil’in silahı bir güç olarak dayatma girişimlerine prim vermemeli, Kandil’in direnci minimize edecek, nihai bir barışı hedefleyen etkinlikler düzenlemelidir.

Öcalan’ın cezaevi şartları biraz daha iyileştirilebilir; kamuoyunda infiale neden olabilir düşüncesiyle konuşulamayan “ev hapsi” konusu gündeme getirilebilir.

Artık yasal güvence altına alınmış bir süreç var. Öncelikli olarak her iki tarafın onayını almış “Akil İnsanlar Heyeti” arasından seçilecek bir izleme komisyonu kurulabilir.

Öcalan ile birlikte İmralı kalan tutuklular değiştirilebilir ve bir sekreterya kurulabilir. 

Ağır hasta olan KCK’li tutuklular tahliye edilebilir.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın, Hacettepe Üniversitesi ile imzalanan madencilik protokolü töreninde yapmış olduğu konuşmada; “Bizim Bağdat’la yaptığımız anlaşmalar, Kuzey Irak ile alakalı yaptığımız sözleşmeler çerçevesinde hemen Kandil Dağı eteklerinde bloklarımız var. Ve Hındıran ve Çoman sahalarında petrol arayacağız…” açıklaması, “Çözüm Süreci” ile birlikte enerji sektöründe de hedeflenen noktayı göstermektedir. 

Oysaki sınır ötesi hava harekâtlarının düzenlendiği dönemlerde, Türkiye’nin yakın bir gelecekte Kandil’de petrol arayacağını söylemek, hayalden öte bir şey değildi. Demek ki aklıselim ile hareket edildiğinde, bu ülkede hayallerin bile gerçeğe dönüşebileceğine tanık olunabiliyor.

Kırk yıllık kan, acı ve gözyaşına rağmen barışı istemeyip “eyvah Kürtler silahlı mücadeleden vazgeçiyor” diye feveran edenler! 

Yıllardır bölgede kardeşçe yaşamış olan bu iki halk, silah yerine barış güvercinlerini çoktan uçurdular…

İnadınıza…!