12 Eylül 1980 sonrası… Sıkıyönetim kanunları ve uygulamalarının gündemde olduğu günler, lise öğrencisiyiz. Sorgulamaya çalışan, tam bir sonuca ulaşamadan, kısa yoldan yargılayan bir ruh hali içindeyiz… Çevresel faktörlerin etkisiyle, zaman zaman darbeci generallere methiye düzmekten de geri kalmadığımız bir dönem…
Televizyon
mu? Var ama biz de yok. Sadece “Sierra” marka uzun ve kocaman bir radyomuz
vardı. Ve akşamı dört gözle bekleyen, kösteklerini kontrol ederken
çocuklara “ajansa çok kaldı mı?” diye soran,
akşam haberlerinin başlamasıyla çevredeki en cılız sese dahi
sinirlenerek “sessiz olun duyamıyorum,
sessiz olun” diyerek tepki gösteren
ruhları şad olası yaşlılarımız…
Haberlerin
bitiminden hemen sonra ise sunucunun “Sıkıyönetim
Komutanlığı’ndan bildirilmiştir” anonsuyla birlikte, “1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu gereğince…” diye devam eden uzun metinler
“idam”
kararı verilenler ve arananlar listesi…
Lise
öğrencisi de olsak, memleket sevgimiz,
birazcık da merakımızdan olsa gerek, düzenli bir şekilde haberleri takip
etmeye çalışıyor, okul harçlıklarımızla -arttırabildiysek eğer- kimi zaman da gazete
alıp okuyorduk. (merhum Ahmet Kabaklı’nın köşesini yırtar, arşiv yapardık) Sağ
ve sol hareketleri sorguluyor, kendimizce yorumlar yapıyorduk.
O
dönemlerde şehirlerarası yolculuklar genellikle trenle yapılırdı. Kurtalan ve
Tatvan Ekspresleri’ne aşina olmamız, Elazığ’a gidiş gelişlerde treni
kullanmamız nedeniyle de dönemin yasadışı silahlı örgütlerini ismen de olsa
biliyorduk. PKK’yı ise daha ziyade “Apocular” olarak tanıyor, ülkeyi bölmek
isteyen bu harekete fırsat verilmemesi gerektiğini her ortamda dile
getiriyorduk.
Sonraki
yıllarda PKK literatürüne “ilk kurşun
günü” “diriliş bayramı” olarak giren ve kutlanan, 15 Ağustos 1984 günü PKK,
Eruh ve Şemdinli baskınlarını gerçekleştirdi.
PKK’nın Siirt-Eruh ve Hakkâri-Şemdinli
ilçelerine yönelik gerçekleştirdiği eylemler ile Türkiye’de büyük bir şok yaşandı.
(PKK’nın ilk büyük ölçekli silahlı eylemi olan Eruh ve Şemdinli baskınlarında 1
er şehit olurken, 9 asker ve 3 sivil yaralandı, askeri birliğe ait çok sayıda
silah ve mühimmat ise gasp edildi)
Başbakan
Turgut Özal’ın haber aldığı ilk anda “üç
beş çapulcunun marifeti” diyerek hafife aldığı (ilk anda hafife almış olsa
da Özal, sonraki yıllarda meselenin ciddiyetini görmüş, soruna çözüm aramış ama
ömrü kifayet etmemişti)ve hakikatte otuz yıl sürecek olan kanlı çatışma döneminin
başlangıcıydı 15 Ağustos. On binlerce insanın yaşamına, milyarları bulan maddi
kaybın oluşmasına neden olan dönemin başlangıcı.
Çatışmaların
yoğunlaştığı ve şehit cenazelerinin arttığı bir dönemde askerliğimizi yaptıktan
sonra, “Kürt sorunu ile iç içe, PKK ile yüz yüze geçen” yıllar ve
bugün…
Evlilik,
çoluk-çocuk derken, yaş elliye yaklaştı. Çocuklar büyüdü, yetişti, üniversite
ve askerlik çağlarına geldi. Ve biz hâlâ “Kürt sorunu ile PKK’yı” konuşuyoruz.
2012’nin
son günleri, 2013’ün başlarında
başlatılan süreç, (ister çözüm süreci, ister milli birlik ve kardeşlik süreci
deyin) 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’de AK Parti ile HDP İmralı Heyeti tarafından
okunan ortak metin ile belli bir olgunluğa ulaştı.
Ulaştı
ulaşmasına ama maalesef, yaşanan bunca ölüm, acı ve gözyaşına rağmen, bu ülkeye
barışın gelecek olmasından rahatsızlık duyanlar var. Siyaseten meşru her türlü
mücadelenize, söyleminize düşüncenize saygı duyuyorum. Lakin barış, günlük
siyasi çekişmelerinize, siyasetinize malzeme edilecek kadar ucuz değildir beyler!
“Çözüm
Süreci”nin hedefine ulaşmaması ve bu sürecin barışla sonuçlanmaması durumunda,
maazallah; geçmişle kıyaslanamayacak sertlikte ve uzun yıllar sürebilecek bir
iç savaş ile karşı karşıya kalabiliriz. Özellikle 1990 sonrası doğumlular ile
bölgedeki gençliğin büyük çoğunluğu, fikrî ve zihnî planda; -maalesef- Türkiye’den
uzaklaşmışlardır. (Merak edenler, lütfedip birkaç günlüğüne bölgeyi
dolaşabilirler)
Daha
açık bir ifadeyle, yeni bir iç çatışma, tasavvur edilemeyecek kadar ağır
bedellerin ödenmesiyle sonuçlanabilir. “Çözüm Süreci”, bölünmenin eşiğine gelen
ülkenin birliğinin koruması adına elimizdeki son fırsatlardandır.
Eğer
bir gün Rabbim kısmet eder de bu ülkeye “barış” ve “huzur” gelirse, barışa
inanmayanlar; ülkem insanına nasıl özür beyan edeceklerdir? Çok merak ediyorum!
“Barış, her şeyi hazmeden
mutluluktur.” diyor Victor Hugo…
Barışla
kalın efendim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder