25 Kasım 2014 Salı

''Kandil'deki ''OK!''

6-8 Ekim olayları öncesi ve sonrasında Kandil’in yapmış olduğu açıklamaların hemen hepsinin partizan bir düşünce yapısıyla yapılmış faşizan ifadeler içerdiğini görürsünüz. Her hafta KCK yetkililerinden birisi çıkıyor, alıyor eline kırık sazı başlıyorlar demokrasiden, insan haklarından dem vurmaya. İmralı ise senkron bozukluğu olan orkestranın şefliğini yapıyor. Orkestranın bu haftaki solisti ise Sabri Ok. Peki, Kandil’deki seküler anlayışı temsil eden grup içerisinde yer alan Sabri Ok kimdir?

Alevi kökenli, Adıyaman doğumlu olan Sabri Ok, PKK’nın sivillere yönelik düzenlediği ilk eylem olan 1984’teki Siirt-Eruh baskınlarının planlayıcısı olarak bilinir. 1985 yılında yakalanarak Bursa Cezaevi’ne konulan Ok, cezaevinde kaldığı 20 yılın büyük bölümünde PKK’nın “cezaevleri sorumlusu” olarak faaliyet sürdürdü. Bu süre zarfı içerisinde, Türkiye’deki cezaevlerinde başlatılan açlık grevi eylemlerinin talimatlarını veren kişi olarak ön plana çıktı.

Bir süre Bursa Cezaevi’nde birlikte kaldığı Nurettin Demirtaş’ın DTP’nin başına getirilmesinde etkili olduğu ileri sürüldü.  Siyasi yasağı nedeniyle DTP’ye üye olamadı ama partinin “gölge genel başkanı” gibi hareket etti.

2005'te tahliye olduktan sonra askere çağrıldı ve Manisa'da askerlik yaptı. Askerlikten sonra Kandil’in de onayıyla Avrupa’ya giderek, KCK'nın Avrupa sorumluluğunu üstlendi. Avrupa’da bulunduğu süre içerisinde Bozan Tekin ve Nedim Seven gibi PKK’nın etkili isimlerinin kendisine yardımcı oldukları iddia edildi. 

2008’in Eylül ayında Norveç’in Başkenti Oslo’da başlayan ve 2011 Eylül ayında basına yansıyan MİT-PKK görüşmelerinde, PKK adına Oslo’daki görüşmelere Kandil’den katılan iki isimden biriydi Sabri Ok. (Diğeri Mustafa Karasu’ydu, Avrupa kanadından ise Zübeyir Aydar ve Adem Uzun katılmıştı) Oslo’daki görüşmelere katıldıktan sonra Sabri Ok’un KCK içerisindeki etkinliği daha da artmaya başlamıştı.

2011 yılında Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen operasyonlarda PKK'nın şehir yapılanması “Kürdistan Topluluklar Birliği/Türkiye Meclisi (KCK/TM)” yapılanmasının lideri olduğu, DTP/BDP milletvekili ve yöneticilerinin Sabri Ok'un emir ve talimatlarına göre hareket ettikleri iddia edildi. Sabri Ok’un onayı olmadan KCK-Kandil’in bir konu hakkında karar alamayacağı ve hareket edemeyeceği değerlendiriliyor.   Öcalan’ın çok güvendiği isimlerden biri olan Sabri Ok, PKK’nın son dönem stratejilerini belirleyen isim olarak da bilinmektedir.

Evet, 23.11.2004 günü ANF (Fırat Haber Ajansı) ye konuşan KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok, Gündeme ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulundu. Ok’un,  “Hiç kimsenin silah iradesi elinde olan bizler adına konuşması doğru değildir… Hareketimizin gündeminde silahsızlandırma ve silahlı güçlerimizin bir yerlere çekilmesi gibi bir şey kesinlikle yoktur.” ifadesi nasıl açıklanabilir? Yani yaşam kaynağımız ve varlık sebebimiz olan silahı asla ve kat’a bırakmayız deniyor.

Sabri Ok’un “Eğer Kürdistan'da çekilmesi gereken bir güç varsa o da işgalci güç konumunda olan ordu ve polistir” açıklaması, çözüm sürecini, barışı provoke etme amaçlıdır. 6-8 Ekim olaylarından sonra kendi iradesini ortaya koymaya çalışan HDP’ye yönelik örtülü bir tehdittir. Türkiye’deki savaş baronlarına  “merak etmeyin, istediğimiz anda savaşı devam ettirebiliriz”  mesajıdır.

Sabri Ok ve diğer PKK yöneticileri tarafından yapılmak istenen şey, Kürtler üzerindeki PKK vesayetini devam ettirmektir.  Türkiye'deki vesayetçi anlayış 90 yıl sürdü. Kürtler üzerindeki PKK vesayeti kaç yıl devam eder bilemeyiz ama Kürtler üzerindeki PKK vesayetinin sona ermesi, Kürtlerin kendi iradelerine sahip çıkmalarıyla son bulabilir.

İmralı ile Kandil arasında bir görev paylaşımı var.  Yani, hâlihazırda herkes kendisine biçilmiş rolü oynuyor. Bu rol paylaşımında Öcalan’ın özgürlüğü hedefleniyor. Öcalan ise devlet adına kendisiyle görüşen heyet ile -tabirimi mazur görün- kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaya devam ediyor.

Sabri Ok, 30 Eylül 2014 tarihli bir başka açıklamasında ‘Tespitimiz, gerçekten de sürecin bittiği yönündedir. Tutumumuz da bu yönde olacaktır’  derken, Öcalan ise 01 Ekim 2014 tarihinde HDP milletvekilleri ile yapmış olduğu görüşmede, “Kobanê kuşatması, sadece Kürt halkının demokratik kazanımlarını hedeflemekle kalmayıp Türkiye’yi de yeni bir darbe sürecine sokacaktır” sözleriyle, son dönemdeki olayların sorumluluğunu üstlenmiş oluyor.

PKK, bugüne kadar başarıyla uyguladığı kara propagandayı uygulamaya devam ediyor. Kendi propagandasına alet edebileceği argümanları elinden alınan Kandil, devletin yapmış olduğu tüm iyileştirmeleri seçim malzemesi ya da “AK Parti’nin seçim yatırımlarıdır” diyerek, bölge halkı üzerindeki etkinliğini kaybetmemeye çalışıyor.

Fitilini Öcalan’ın ateşlediği 6-8 Ekim olayları için, “6-8 Ekim olayları halkımızın serhıldan tarihindeki en görkemli serhıldanlardır. Halkımızın iradesinin en güçlü biçimde ortaya konulmasıdır.” diyebilen bir akıl, insanlıktan nasibini alamamış, kan ve gözyaşından beslenen zavallı bir akıldır.

Süreci çok uzatmadan ve üçüncü unsurların müdahalesine müsaade etmeden bir an önce sonuçlandırmak gerekir. Sürecin uzaması, Öcalan’ın elini güçlendiriyor.


Sürecin alternatifi,  yine sürecin kendisidir. 

21 Kasım 2014 Cuma

Barışın Bedeli

Dünyadaki gelişmelere paralel olarak, kendi sorunlarını çözememiş bir Türkiye’nin, bölgesinde de küresel bir güç olamayacağı açıktır. Son dönemdeki gelişmeler de bu düşünceyi doğrular niteliktedir.

Merhum Özal'ın başlattığı süreç, 24 Mayıs 1993’te Bingöl’de 33 sivil ve savunmasız askerin katledilmesi ile son bulmuştu.

BDP ile TBMM’deki yemin krizinin aşılması için Ankara'da görüşmelerin yapıldığı, İmralı Cezaevi’ndeki Öcalan'dan barışçıl mesajların geldiği bir ortamda; bu kez de 14 Temmuz 2011’de Silvan’da 13 askerin şehit edilmesiyle “barış” ve “çözüm” kelimeleri Türkiye halkının boğazında bir kez daha düğümlenmişti.

Arkasından MİT ile PKK arasında Norveç’in Başkenti Oslo’da başlayan görüşmeler, aslında bilinen ama açıklanamayan kimi odaklar tarafından basına sızdırılarak sekteye uğratıldı. (Oslo görüşmelerinin Türkiye’nin bölgede güçlü bir aktör olmasını istemeyen emperyalist güçler tarafından sabote edildiğini düşünenlerdenim.)

Bugün devlet ile İmralı arasında başlayan görüşmeler, Türkiye’de yeni bir çözüm umudu sürecini doğurmuştur. Türkiye’deki çözüm sürecini sabote edebilecek birçok odağın varlığı kuşkuya mahal bırakmayacak bir hakikattir. (Derin güçler, PKK ve PKK’nın uluslararası derin bağlantıları, aşırı milliyetçi uçlar ve çatışma ortamında rant elde eden odaklar…)

KCK’nın geri çekilmeyi durdurduğunu açıklaması, Öcalan’ın BDP heyeti ile yapmış olduğu en son görüşme, Türkiye’de yeni bir çatışma ve kaos ortamı isteyen odakların tüm dikkatlerini Türkiye’ye çevirmelerine neden olsa da Türkiye artık eski Türkiye olmayacaktır.

Abdulkadir Selvi, Yenişafak Gazetesi’ndeki köşesinde son gelişmeleri:“…Kandil'in, geri çekilmeyi durdurduğunu ilan etmesiyle birlikte yeniden başa mı döndük? Hayır, değil. Çözümün birinci aşaması olan geri çekilmeyi tamamlayamadık, bu yönüyle iyi gitmeyen bir şeyler var ama bu başa dönüldüğü anlamına da gelmiyor. İstenilen performansta devam etmese de çözüm süreci devam ediyor. Ateşkes sürecinin devam etmesi önemli. Çünkü ilk başlardaki temaslarda da geri çekilmeden öte, 'şiddetsizlik ortamı' üzerinde durulmuştu…” sözleriyle değerlendiriyor.

Biz de Türkiye kamuoyuna, barışı elde etmek için neler kaybettiklerimizi merak edenlere, 2012 yılının sonlarında başlayan çözüm sürecini sekteye uğratıp yeniden kardeşkanı dökmek isteyenlere sesleniyor ve kısa bir hafıza yoklaması için, işte:

Buyurun barışın bedeli!

“27 Kasım 1978’de kurulan ve 32 yıldır varlığını devam ettiren PKK ile mücadelede meydana gelen olay sayısı Genel Kurmay Başkanlığı verilerine göre 43 bin 505’tir.

Genelkurmay Başkanlığı rakamlarına göre, 15 Ağustos 1984 ile Nisan 2009 tarihleri arasındaki dönemde güvenlik görevlilerinin verdiği şehit sayısı 11 bin 735’tir. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 17 Nisan 2009 tarihinde Harp Akademileri Komutanlığında yaptığı konuşmada “Etkisiz hale getirilen toplam PKK’lı sayısı ise 40 bin olarak açıklamıştır.(Bu verilere PKK’nın iç infazları dâhil değildir. PKK infazları için 10 ile 15 bin arasında bir rakam telaffuz ediliyor.)

Genelkurmay Başkanlığının verilerine göre, Türkiye, I. Dünya Savaşı hariç, son yüz yılda girdiği savaşlarda toplam 16.409 şehit verirken, Kurtuluş Savaşı’nda verilen toplam şehit sayısı 10.885’tir. PKK ile mücadelede ise bugüne kadar 11. 735 şehit verilmiştir.

TBMM Göç Komisyonu’nun raporuna göre, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde güvenlik nedeniyle boşaltılan köy ve mezra sayısı 3.428’dir. Bu köy ve mezralarda yaşayan 1 milyona yakın yurttaşımız doğal yaşamlarından kopartılarak zorunlu göçe maruz kalmışlardır.

PKK ile mücadelede alan kontrolü sağlamak için 1984 yılında oluşturulan koruculuk sisteminin yasal dayanağı olmasına rağmen, toplumsal meşruiyeti hep sorgulanmıştır. Toplam köy korucu sayısı, hâlâ resmi olarak belirsizliğini korusa da sayılarının 50 bin ile70 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir.

Türkiye terörle mücadele amacıyla, sınır ötesine bugüne kadar irili ufaklı toplam 25 sınır ötesi operasyon yapmıştır. Bu operasyonlara katılan toplam asker ve korucu 5 bin ile 50 bin arasında değişmektedir.

Terörle mücadeleye ayrılan kaynağın farklı hesaplamalara göre 150-400 milyar dolar aralığında değiştiği ileri sürülmektedir. Yaygın kabul gören kanaate göre, bu rakam 300 milyar dolar civarındadır. Bu rakamlara göre Türkiye son 20 yılda teröre her yıl yaklaşık 15 milyar dolar kaynak ayırmak durumunda kalmıştır…“*

İçişleri Bakanlığı'nın verilerine göre ise 2002-2011 yılları arasında ülke genelinde meydana gelen terör olaylarında 81 polis, 734 asker olmak üzere, toplam 815 güvenlik mensubu şehit oldu. Toplam 5 bin 94 asker ve polis de yaralandı. Son 8 ayda terör örgütü 85 vatandaşı kaçırdı, 75'ini serbest bıraktı.

İçişleri Bakanlığı’nın, 2012 yılındaki terör operasyonlarıyla ilgili raporu ise şöyle:

"Yılın ilk 9 ayında Türkiye kırsalı ve Kuzey Irak'ta düzenlenen operasyonlarda 970 terörist öldürüldü, 174'ü teslim oldu. Örgüt üyesi, milis, sempatizan ile örgüte yardım yataklık eden 6 bin 300 kişi PKK /KCK soruşturmalarında gözaltına alındı. Operasyonlarda, toplam 300 kilo RDX (C-4, A-4 plastik patlayıcı) ile 2 ton 900 kilogram el yapımı patlayıcı ele geçirildi. Kara ve hava harekâtlarıyla PKK'daki 5 bin 500 - 6 bin dolayında olan eleman sayısı 4 - 4 bin 500'e geriledi."

Devlet ile İmralı arasında başlayan görüşmeler sonrasında olgunlaşan çözüm süreci, tüm Türkiye’de büyük beklentilere neden olmuş ve toplumun büyük bir kesimi tarafından da desteklenmiştir. Çözüm süreci, zaman zaman sekteye uğratılmaya çalışılsa da bir şekliyle yoluna devam ediyor, inşallah devam edecektir de.

    En kötü barış, en haklı savaştan daha iyidir…

*- SETA Rapor H. Yayman: Şark Meselesinden Demokratik Açılıma Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası. s 20-21


(Bu yazı ilk olarak 18 Eylül 2013 tarihinde haber 111 sitesinde yayınlanmıştır.)

18 Kasım 2014 Salı

İşte Yürek!..

Yürek!..

Cesaret ve korkunun ifadesi,

Acı ve sevinçlerin bir arada yaşadığı gizli bir mekân.

 

Yürek!..  

Dört mevsimin yaşandığı özel bir dünya;

Yalnızlığın kalesi, sessiz çığlıkların diyarı.

 

Yürek!..

Aşkın, sevginin ve şefkatin kasası,

Yâr’in ikametgâhı...

 

Yürek!..

Hakikatin kök saldığı alan,

Kırıldığında derin izler bırakan camdan vazo.

 

Yürek!..

Ruhun kanayan derin yarası,

Sönmeyen yangın yeri; ateş düşmeye görsün.

İşte yürek!..

 

Memdoğlu…


17 Kasım 2014 Pazartesi

SİLAH(SIZ)LANMA MI?

Bir milattı Kobani. Evet, sonuçları tarihe mal olabilecek bir milat. Özellikle de Kürtler arasında bir birliktelik düşüncesi gündeme geldi. Kobani ile Kürtler bir kez daha dünyanın gündemine girdiler.

Kobani olayları “Çözüm Süreci”nde ağır hareket ettiği gerekçesiyle devlete mi, yoksa devlet ile anlaştığı iddia edilen Öcalan’a yönelik bir mesaj mıydı?

Türkiye açısından bakıldığında, Kobani üzerinden çözüm sürecini sekteye uğratmak isteyen tüm çevreler, bir anda zeytinyağı gibi su yüzüne çıkıverdiler. Belki de Öcalan’ın cezaevi şartlarının daha da iyileştirilmesine hatta “ev hapsi”ne alınmasına neden olabilir.

Kobani olayları öncesi ve sonrasında Kandil’in üçüncü ülke ya da gözlemci ülke olarak ABD’yi işaret etmesi çok konuşuldu, çok tartışıldı. Aslında Kandil, bu konuda İmralı’yı çok gerilerden takip etmektedir.  Geçmişte, ABD’nin arabulucu olmasını isteyen bizzat Öcalan’ın kendisidir.  12 Nisan 1999 tarihli avukat görüşmesinde, avukatın; “ABD yetkilileriyle görüşmemiz gündemde, görüşünüz nedir?” sorusuna Öcalan: “Arabuluculuk talep edin, çözüme ilişkin destek isteyin. Onların haberi var. Sonraki görüşmede ABD’den ve İngiltere’den haber getirin. Onlara, bizi ve Türkiye’yi barıştırın, uzlaştırın deyin. Kavga yok, silah yok ve bu sene bitiyor deyin.” demişti. Anlaşılan Öcalan’ın bu ifadesinin üzerinden 15 yıl geçmiş olmasına rağmen, Öcalan bu süre içerisinde paradigma değişikliğine gitmiş ama Kandil hâlâ aynı noktada durmaya devam etmektedir.

“Çözüm Süreci”ni son iki yılda ki seçim sonuçlarına endeksleyen AK Parti iktidarı ve bu süre zarfında “çözüm süreci”nde bir türlü istenildiği çabukluğu gösteremeyen devlet aklı ise şapkalarını bir kez daha önlerine koydular. Türkiye’nin birincil meselesinin çözümünün siyasi hesaplara kurban edilmek istenmesinin doğuracağı tahribatı ve enkazı yeniden görme imkânı buldular.  

 Kamuoyunda devlet tarafından Öcalan ve Kandil’e verildiği iddia edilen yol haritasına ilişkin Cemil Bayık, "Bu işin merkezinde biz varız ve bize yol haritası verilmedi" diyerek, söylenilenleri kesin ve net bir dille yalanlıyor.  Yani böyle bir harita var mıdır, yok mudur? Artık bu saatten sonra yeni bir provokasyona yol açabilecek söylem ve icraatlardan kaçınmalı, süreç daha şeffaf olarak yürütülmelidir.  

Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Abdülkadir Selvi, 17 Kasım 2014 tarihli köşe yazısında Çözüm Sürecinin geleceğine ilişkin önemli bir iddiayı dile getirdi.  Öcalan’ın PKK’nın Türkiye’de silahlı mücadeleyi bıraktığını 21 Mart 2015’teki Diyarbakır’daki Nevruz’da açıklayacağını iddia eden A. Selvi, yazısında, “Öcalan’la mutabık kalınan ‘Yol Haritası’na göre, Şubat ayında PKK’nın kongresi toplanacak ve ‘Türkiye topraklarında silahlı mücadeleyi bırakma’ kararı alacak. Çok önemli bir toplantı olacak. Silahlı mücadele için dağlara çıkan ve Ortadoğu coğrafyasında Türkiye gibi güçlü bir ülke karşısında silahlı mücadele ile ayakta kalabilen bir örgüt, tarihinde ilk kez silah bırakmayı tartışacak” diyor.

İddia bu. Yani “baldıran zehiri“ içmeye hazır bir Öcalan profili mi var karşımızda? Öcalan yeni bir misyon mu üstlenecek? Orta Doğu’nun kaygan ve kaypak zemininde 40 yıldır siyaset üretebilen Öcalan,  kim bilir belki de hayatının en büyük kumarını oynamaya hazırlanıyor. Öcalan’ın ‘Türkiye topraklarında silahlı mücadeleyi bırakma’  çağrısı Kandil’de karşılık bulur mu?  
Benim de temenni ve beklentim bu yönde.  Ama! Geçmişte yaşanan tecrübeler ve Kandil’in bugünkü tavrı,  toplumun çoğunluğu gibi bizi de şüpheye düşürmüyor değil.   Neden derseniz? Kandil, Öcalan’ın 2013 Nevruzu’ndaki "Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun noktasına geldik. Yok sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürdüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor. Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.” bu çağrısına ne kadar sadık kalmıştı? İki yıldır yaşananlar bu sorunun cevabı için yeterli değil midir?

Hatırlanacağı üzere Öcalan’ın bu çağrısı PKK içerisinde sert tartışmalara sebebiyet vermiş, örgüt içerisinde “silahlı mücadele mi, silahsız mücadele mi?” tartışmaları başlamış,  bunun sonucu olarak 30 Haziran- 5 Temmuz 2013 tarihleri arasında Kandil’de gerçekleştirilen KONGRA-GEL 9. Genel Kurulu’nda Öcalan’a direnen anlayış, KCK’nın başına getirilmişti.

Silahsızlanma çağrısı neye karşılık olabilir? Devlet bu manada neler yapabilir?

-Yasalaştırılmış bir süreç var, yani devletin elinde bir yol haritası var. Öncelikle Akil İnsanlar Heyeti arasından seçilecek bir izleme komisyonu kurulabilir.

-Yıllardır yapılmak istenen ama kamuoyunda infiale neden olabilir düşüncesiyle bir türlü açıklanmayan Öcalan’in ev hapsi konusu konuşulmaya başlanır.

-İmralı’ya giden heyet genişletilebilir ve bir sekreterya kurulabilir.

İstikrar ve devlet otoritesinin olmadığı yerlerde anarşi doğar. Anarşi ise beraberinde terör ve şiddeti doğurur.  Şiddet, kin ve acıyı, kin ve acı ise en nihayetinde ayrılığı kaçınılmaz kılar.

Devlet olmanın birinci şartı, vatandaşlarının can ve mal güvenliğini sağlayarak, huzur içerisinde yaşamasını tesis ve temin etmektir.


14 Kasım 2014 Cuma

ÇÖZÜM SÜRECİ VE BDP

Kürt sorununun çözümünü kolaylaştıracak en önemli muhataplardan biri şüphesiz Barış ve Demokrasi Partisi (BDP)’dir. BDP’nin izleyeceği yol çözüm için çok önemlidir. Eğer BDP inisiyatif belirleyip, “sorunun muhatabı benim” diyebilse,  çözümü  konuşmak daha da kolaylaşacaktır.
Çözüm sürecin önünün açılması için PKK, BDP ve kimi STK’lar üzerindeki baskılarından vazgeçmelidir. Kürt siyaseti, elinde silahı hazır bulunduran PKK’nın vesayetinden arınamadığı müddetçe başarılı olamaz. PKK, BDP’li belediyeler üzerindeki baskısına  son vermelidir.
BDP, silahı sigorta olarak görmemelidir; zira silah, Kürtlere yarardan çok zarar vermiştir ve vermeye devam edecektir.  PKK’nın 30 yıllık silahlı mücadelesi Kürtlere ne kazandırmıştır? Aksine, Kürtlere ve Türkiye’ye çok şey kaybettirmiştir.
BDP, Kürt etnisitesine dayalı politikalardan vazgeçmedikçe, belli bir kesime değil, tüm Türkiye’ye hitap etmedikçe -ve ona göre politikalar belirlemediği müddetçe- çözümün bir parçası olamayacaktır. Dünyada etnik milliyetçilik temelinde siyaset yapan hiçbir partinin amacına ulaştığı görülmemiştir.
İmralı ile Kandil, Kandil ile BDP arasında yaşanan ve son dönemlerde gün yüzüne çıkan çatışma, PKK’nın silahı bırakmak istememesinin sancılarıdır. Türkiye, kuruluşundan beri varlığını şiddetle hissettirmiş bir örgütün, demokratik siyasete dâhil edilmesinin zorluklarıyla boğuşuyor şu an.
2012 sonbaharında başlatılan çözüm süreci ile birlikte, 2013 yaz aylarında Türkiye ve bölgede çatışmalar olmamıştır. Bunun sonucunda PKK ve BDP tabanında belli bir zemin kayması olmuştur. Tehdit ve silah ile kazandığı zeminini kaptırmak istemeyen PKK, süreci durdurmakla tehdit etmeye başlarken, BDP’deki çözülme de gün yüzüne çıkmaya başlamıştır.
Bölge, demokratikleşme paketini büyük oranda olumlu karşılarken, Selahattin Demirtaş’ın son açıklanan demokratikleşme paketine yönelik; "bu paket açıklama ve yapılma biçimiyle, süreci bitirme üzerine inşaa edilmiştir… Paket süreci tehlikeye atmıştır" açıklaması tam da tezimizi doğrular niteliktedir.
Neden mi?
Çünkü BDP, bu açıklamasıyla “iradesizliğini”  bir kez daha kamuoyu ile paylaşmıştır. BDP, tabanını kaybetmemek adına, ucuz siyaseti tercih ederek,  PKK ve silahın gölgesinde siyasete devam etme niyetindedir.
Bunun sonucu olarak:
- Çözüm süreci ile birlikte yeni bir siyasi söylem bulamayan muhalefet partilerinde kısmi bölünmeler yaşanacaktır.
- Yerel seçimlerin yaklaşmasıyla, bu rahatsızlıklar daha da net olarak görülebilecektir.
- BDP’de yaşanan sıkıntı lokal değildir. Çözüm süreci ile birlikte paradigma değişikliğine gidememenin dışa yansımasıdır.
- PKK'nın Avrupa'daki medya sorumlularından Ferda Çetin'in 7 Ekim 2013 tarihli Yeni Özgür Politika Gazetesi’nde BDP ile ilgili yayınlanan yazısı Avrupa’daki Kürt diasporasının da yaklaşımını ortaya koymuştur.
- Son demokratikleşme paketi, KCK içerisinde de sert tartışmalara neden olmuştur.
- Avrupa'daki Kürt diasporası ile BDP tabanının büyük bir kısmı PKK’nın yeniden silahlı eylemlere yönelmesini istememektedir.
- Kandil'de bulunan KCK'nın en etkili isimlerinden Sabri Ok'un, bu gelişmeler üzerine Avrupa'ya gitmesi muhtemeldir.
Vedat Bilgin’in ifadesiyle; “Kısaca, ‘Türkiye'nin bölünebileceğini’ söylemek, Türkiye'nin gücünü anlamamak, bu topraklarda temsil ettiği değerlere ve inanca yabancı olmak, millete inanmamak demektir.”
Kürt sorununun çözümü için tarihi bir dönemeçteyiz. Türkiye’de yaşayan herkes üzerine düşeni yapmalı, sorumluluklarını yerine getirmelidir. Sorunun çözümü için ele geçirilen bu fırsatı iyi değerlendirmelidir.
Türkiye, gündeminde daha çok demokrasi ve daha çok özgürlükler olan, dünyanın güçlü ve lider ülkesi olmalıdır. Bu günler yakındır.
Gelecek günlerin Türkiye’ye bayram  sevinci yaşatması temennisiyle, mübarek Kurban Bayramı’nızı kutluyorum.
Hep birlikte iyi ve güzel günlere...    
(Bu yazı ilk olarak 14 Ekim 2013 tarihinde yayınlanmıştır.)

12 Kasım 2014 Çarşamba

DUA...


İnsanın haddini ve acizliğini bilerek,

Allah’tan talep de bulunmasıdır dua…


Ayrılığın dileği, kavuşmanın şükrüdür,

Ümidin dayanağı, korkunun limanı,
Hatırlamak ve hatırlanmaktır dua…


Bülbülün güle,
Sevenin Sevgili’ye,
Aşığın, maşuğuna arzu halidir dua…


Bazen nimet, bazen sağlık

Bazen de derin bir yakarış,

Zor anlarda ise sığınılacak kaledir dua…


Yemek için bereket,

Beden için sağlık ve afiyet temennisi

Ruhumuzu kanatlandıran güçtür dua…


Mazlumun ahı, müminin silahı

Anne ve babanın çocuklarına armağanıdır

Zikirdir,  ibadetin özüdür dua…


Memdoğlu

11 Kasım 2014 Salı

KAYBEDEN KİM OLUR?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 24 Eylül 2014 tarihinde BM Genel Kurulu’ndaki konuşması esnasında  “dünya 5’ten büyüktür” çıkışından sonra, Kobani üzerinden tabiri yerindeyse Türkiye’ye ilk golünü atan ABD, ikinci gölünü KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın “Çözüm Süreci”nde ABD’nin gözlemci ülke olmasını talep etmesiyle atmaya çalışıyor. ABD’nin son dönemlerde İran, PYD ve Esed rejimiyle de görüşmesi, iç ve bölgesel sorunları bitmeyen ve bu sorunlarına çözüm bulmaya çalışan Türkiye’ye yönelik tedip girişimidir.

 Geçmişte H. Cemal, C. Candar ve R. Çakır gibi gazeteciler üzerinden açıklama yapan KCK-Kandil, bu kez Yurt Gazetesinden Nazan Özcan ve Veysi Polat’a konuşmuş. "Çözüm Süreci"nin devlet tarafından yasalaştırılmasına rağmen, KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık: "Hükümet sorunu çözmek istemiyor..." diyor. Bayık’ın bu iddiası,  KCK'daki mantaliteyi bir kez daha gözler önüne seriyor.

 Cemil Bayık,  “Ahmet Karakaş’ın HDP binasında, gözler önünde boğazını kesmek istediler. Bu, Erdoğan ve Davutoğlu’nun açıklamaları sonucu gelişti… Açıkça HDP’yi ve HDP’nin şahsında aslında bütün demokrasi güçlerini hedef gösterdiler.” diyerek, HPD’nin iktidarca topyekûn hedef gösterildiğini iddia etti. Aynı iddiayı, elinde silahı bir güç olarak bulunduran PKK’yı Kürt Siyasi Hareketi (KSH) olarak değerlendiren Türkiye’nin du-a-yen gazetecilerinden R. Çakır da dile getirdi. Çakır, hükümeti,  “KSH içinde en zayıf gördüğü halka olan HDP’yi hedef alarak inisiyatif almaya çalışıyor. Bunun akılcı bir strateji olmadığı, hatta tehlikeli olduğu HDP yöneticisi Ahmet Karataş’ın saldırıya uğramasıyla ortaya çıktı.”  diyerek, bu konudaki uzmanlığını iyiden iyeye bir kez daha pekiştirmiş oldu.

C. Bayık, Ahmet Karataş saldırısına değiniyor, saldırıyı kınıyor. (Her ne saikle olursa olsun, HDP parti binaları ve üyelerine yönelik hiçbir saldırı kabul edilemez. Benzer saldırıların devam etmesi durumunda devletin otoritesi tartışılmaya başlanacaktır.) Peki, Cemil Bayık aynı hassasiyeti, PKK yandaşları tarafından kurban eti dağıtırken önce bıçaklanan, sonra boğazı kesilmeye çalışılan ve 3. kattan atıldıktan sonra üstünden araba ile geçilerek katledilen lise öğrencisi Yasin Börü için gösterebiliyor mu?

C. Bayık,  Cumhurbaşkanı ve hükümet üyelerinin PKK-KCK için  “terörist, terör örgütü” gibi ifadeleri kullanmalarından duyduğu rahatsızlığı ise “Dikkat edilirse, Ortadoğu’daki ve Kürdistan’daki gelişmeler bu hükümeti oldukça zorladı, o da ne yaptı, parlamentoya bir yasa getirdi. Yasanın ismi ne? ‘Terörizmi sonlandırma yasası’. Demiyor Kürt sorununu çözme yasası. Zihniyet aynı zihniyet, bilinçaltları bütünüyle yansıyor. Onun için terörist başı, terörist hareket, terörist örgüt diyor.” diyerek ifade ediyor.

Ama aynı Cemil Bayık,  “Bugün AKP, DAİŞ’tir,  (Arapça ismi DAİŞ’tir) bugün Kobani savaşını yürüten AKP’dir, bugün DAİŞ’i Kobani’ye saldırtan AKP’dir. Kobani’nin düşürülmesi için yoğun çaba sarf eden AKP’dir… Kobani’ye de saldırmasının esas amacı Kürtleri oradan çıkarıp kendine bağlı olan Sünni Arapları yerleştirmekti.” diyerek,  Irak ve Suriye’de IŞİD zulmünden kaçarak yerlerinden ve yurtlarından edilen yüz binlerce mülteciye kucak açan Türkiye ve AK Parti’ye her türlü hakareti marifet sayıyor. Türkiye’yi IŞİD’e yardım etmekle itham etmeye devam ediyor.

Cemil Bayık, 2013 Newroz’unda Öcalan’ın “artık silahlar sussun, silahlı unsurlar sınır dışına çekilsin” çağrısına rağmen,  “Kuzey'de (Türkiye) her yerde gerilla vardır, hem de 2013 Nevroz öncesindeki konumundan daha güçlü bir konumdadır. Hem nitelik hem nicelik olarak. Türkiye’den çektiğimiz güçlerin bir kısmını da geriye gönderdik. Ve yeni büyük katılımlar da var. Açık söyleyeyim, ayda bin civarında savaşçı katılımı var”  açıklamasıyla da Kandil’in PKK’nın silahlı unsurlarının sınır dışına çıkarmadığını itiraf ediyordu.  

Cemil Bayık, Kürtlerin kültürel hakları yönündeki birçok düzenlemeyi bile hâlâ asimilasyon aracı olarak görüyor. Hâlbuki TRT 6'yı, seçmeli de olsa Kürtçe eğitimi, Kürtçe gazeteleri Kürtler için asimilasyon aracı olarak görmek, Kürtlere yapılmış en büyük hakarettir.

Bayık’ın açıklamalarının tamamına bakıldığında, Türkiye’nin Kürt sorununu kendi iç dinamikleriyle çözmesine, devletin hazırladığı yeni yol haritasına (yeni yol haritasında mutlak eylemsizlik çağrısı, sekreterya ve akil insanlardan oluşacak bağımsız gözlemci grubu gibi çok önemli başlıklar vardı) KCK-Kandil’in henüz hazır olmadığı,  sürekli bahane ve oyalama taktikleriyle “Çözüm Süreci”ni sabote etmeye çalışarak, çözüm yerine çözümsüzlüğü dayatmaya çalıştığı gözlenmektedir.

Özelde Cemil Bayık'ın, genelde KCK’nın talepleri, Lozan'da 1924’te Musul-Kerkük'ü Milletler Cemiyeti'ne götürmek isteyen İngiltere (talebinde başarılı da oldu) ve dünyanın süper gücü ABD’nin ortak aklına benziyor. Hatırlanacağı üzere Türkiye’nin bölgede plebisit (halk oylaması) talebine bile razı olmayan İngiltere, görüşmelerdeki oyalama taktiği ile hedeflediği sonuca ulaşmış, Musul-Kerkük meselesini Milletler Cemiyeti’ne götürmeyi başarmıştı.

Sonuç:  Kazanan bir İngiltere ve sömürülen bir Orta Doğu…

Ölüm, acı, kan ve gözyaşının hâkim olduğu kaybetmeye mahkûm Kürtler ve Türkler.

7 Kasım 2014 Cuma

TOPLUMSAL ALGI VE AK PARTİ

Algı: kısaca bir konu ya da bir bilginin zihne alınıp yorumlanması, seçilip düzenlenmesi manasına gelir. Kişinin, yaşadığı toplumun etkisi ile konu ve olayları algılayıp, karşı davranışlar oluşturması sosyal tepki ya da toplumsal tepki olarak adlandırılır. Bir toplumun algılarını yönetmek istiyorsanız, hedef toplumun kültürünü, değer yargılarını ve tutumlarını göz önünde bulundurmak zorundasınız.

Hızla değişen dünya düzeni, yeni farklı politik stratejileri beraberinde getirmektedir. Türkiye buna uygun stratejiler geliştirmelidir. Farklı politik stratejiler geliştirmek kadar, donanımlı ve birikimli gençleri yetiştirmek ise işin ayrı bir boyutu...

İktidar partileri de icraatlarını, topluma anlatmak istediklerinde, “toplumun algısını” göz önünde bulundurmak zorundadır. AK Parti iktidarı, toplumsal algı konusunda birçok başarılı çalışma yapmıştır. Fakat, “Kürt sorununun çözümü ile terörün sonlandırılması” gibi yüz yıllık kronikleşmiş problemlerde, toplumsal algıyı pek de iyi yönettiğini söyleyemeyiz.

Mesela, AK Parti’nin 2023 Vizyon belgesinde “ana dilde savunma hakkı” yer almasına rağmen, PKK tarafından Türkiye genelinde başlatılan açlık grevlerinden sonra bu hakkın verilmesi, tüm kredilerin PKK’nın hanesine yazılmasına neden olmuştur. PKK; “bakın biz istediğimiz ve dayattığımız için devlet bu hakları veriyor” propagandası ile kendisine yeni alanlar oluşturmuştur. Benzer bir durum “‘ana dilde eğitim” için de söylenebilir. Kanımca Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulmasından sonra, pilot bölge çalışması ile toplumun bu konudaki algısını daha iyi yönetebilirdi.

Yine Taksim-Gezi olaylarının başlangıcı ve sonrasında da AK Parti “toplumsal algı”yı maalesef çok da iyi yönetememiştir.

Türkiye, PKK’nın isteklerini Kürt halkının istekleri gibi görmemeli, demokratikleşmeyi, demokratik hakları kendi vatandaşlarına (Türkü, Kürdü, Alevisi, Lazı, Çerkezi, Arabı, Boşnağı...) layık gördüğü için vermelidir. Yoksa PKK dayatıyor diye değil.

KCK’nın “geri çekilme durdu, ateşkes sürüyor” açıklamasından sonra (ki bu açıklama devleti sıkıştırma ve taviz verdirmeye yöneliktir) PKK; baskı, şantaj ve tehdit ile özellikle “ana dilde eğitim ve statü elde etme” konularında elini güçlendirmek, kendi tabanına mesaj vermek için zayıf bir ihtimal olmakla birlikte, tüm riskleri de göze alarak yeniden kanlı eylemlerine dönebileceğinin mesajlarını vermeye başlamıştır.

Böyle bir ihtimal de 2014 Mart ayında yapılacak yerel seçimler için büyük bir risk olacaktır. Yerel seçimlerin PKK tehdidinin altında yapılması ise seçimlerin meşruiyetine gölge düşürecektir.

İmralı ile görüşmeler başlamadan önce, AK Parti’nin, Kürt sorununun çözümüne yönelik sosyal içerikli projeler konusunda kısmen de olsa eksiklerinin olduğu açıktı. Bu eksiklerinden dolayı da zaman zaman eleştirilerimiz olmuştu.

2 Nisan 2013 tarihinde açıklanan 63 kişilik  “Akil İnsanlar” Heyeti, 4 Nisan’da Başbakan Erdoğan’la yaptıkları görüşme sonrasında 9’ar kişilik, 7’şer grup halinde toplam 83 gün görev yaptılar. Çalışmalarını Başbakanlık Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nın koordinasyonunda yürüten Akil İnsanlar Heyeti, bu süre zarfında 122 bin kilometre yol katederek, Anadolu ziyaretleri kapsamında 37 ilçe ve 22 köyde de 60 binin üzerinde kişiyle görüştü. İşte bu çalışmalar ışığında elde edilen bilgiler, AK Parti’nin sosyal içerikli projeler konusundaki eksikleri giderecek mahiyette idi. Bu çalışmayı tabiri yerinde ise Türkiye’deki birçok sorunun sosyal bir network ağı ile “ana server”e aktarılması olarak da adlandırmak mümkündür.  

Tabii “önce demokratikleşme” diyen BDP ve KCK, henüz paketin içeriği açıklanmadan paketi eleştirmeye başladı. Bu tavrın nedeni; Türkiye toplumunun 30 Eylül’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanacak olan pakete yönelik algısını manipüle etmektir.

Dolayısıyla Başbakan’ın 30 Eylül günü açıklayacağını belirttiği demokratikleşme paketinin içeriği, kamuoyunda farklı beklenti ve değerlendirmelere neden olmaktadır.

Gündeme geldiği günden beri, demokratikleşme paketi toplumda nasıl algılanıyor? Toplumda hangi hassasiyetler, hangi değerler ön plana çıkıyor? Elinde çok geniş bir veri tabanına sahip olan AK Parti hükümetinin bu konuda toplumun algısını daha iyi yönetebileceğine inanıyorum.

(Bu yazı ilk olarak 24 Eylül 2013 tarihinde Haber 111 sitesinde yayınlanmıştır.)