25 Ağustos 2014 Pazartesi

ÇÖZÜME HEYKEL ENGELİ

Son bir hafta içerisinde Türkiye’de meydana gelen olaylar,  bize; barışın ne kadar zorlu olacağını bir kez daha görme fırsatı verdi.

PKK’nın kurucularından Mahsum Korkmaz’ın Lice’nin Yolçatı köyüne dikilen heykeli, iki yıldır çok zorlu merhalelerden geçen “Çözüm Süreci”nin ne kadar kırılgan olduğunu, çok istenmesi durumunda bu sürecin benzer provokasyonlarla sekteye uğratılabileceğini gösterdi.

Lice’nin PKK açısından -sembolik de olsa- ne kadar önemli olduğunu “Neden Lice?” başlıklı yazımızda anlatmıştık.

Mahsun Korkmaz kimdir?

Diyarbakır Silvan doğumlu olan Mahsum Korkmaz,  PKK’nın kuruluşunda yer almış,  28 Mart 1986 tarihinde Gabar Dağı’nda Türk Silahlı Kuvvetleri ile girdikleri bir çatışmada, bizzat Öcalan tarafından görevlendirilen bir PKK tetikçisi tarafından -derin PKK da denilebilir- öldürülmüştür.

 Şemdin Sakık bu olayı “APO” adlı kitabında; "Mahsum Korkmaz önderliğinde 25 kişilik grup olarak Gabar Dağı'na gönderildik. Sessiz ve kansız bir katliamın kurbanlarıydık. Ama farkında değildik. 28 Mart 1986'da, sadece ekmek bulmak amacıyla gece yürüyüşü yapmak zorunda olduğumuz bir gece, güvenlik güçlerinin pususuna düştük. Bu pusuda bir arkadaşımızın hafif yara alması dışında hiç birimize zarar gelmezken, Apo kişiliğinin sağ kolu Mahsum Korkmaz alnından aldığı tek kurşunla öldü. Kendi aramızda Mahsum'un nasıl vurulduğunu tartıştık. Olay yerine tekrar gittik. Sonuçta içimizden birisinin kurşunuyla vurulduğu kanısına vardık. Bu kişinin Feyzi Aslan (Selim) olduğundan şüphemiz kalmamıştı. Tabancasını olay yerinde bırakmıştı ve olay öncesinde Mahsum Korkmaz ile kavgaya varan bir tartışmaya girmişti. Raporlar yazıp Apo'ya gönderdik. Girişimlerimiz engellendi. Daha sonra Apo, Fevzi'yi bütün bu olanlara rağmen, mükafatlandırdı." diyerek anlatıyor.

PKK’nın buna benzer birçok iç cinayetleri, iç infazları vardır. Benzer bir iç infaz ise (öldükten sonra kahramanlaştırma) PKK’nın bir dönem Avrupa sorumluluğunu da yapan Engin Sincer cinayetidir. "Erdal" kod adlı Engin Sincer, 15 Ağustos 2003'te Kandil’de gerçekleştirilen PKK Kongresinde, dönemin PKK’lı yöneticilerine yönelik yaptığı sert eleştirilerinden sonra, “eğitim atışları sırasında kaza kurşunuyla öldü” uydurmasıyla, PKK tarafından infaz edildi.  PKK, daha sonra Engin Sincer için 2004 yılında Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesine bağlı Seyrantepe köyünde devasa bir anıt mezar yaptırdı.  Pazarcık Cumhuriyet Savcılığı tarafından başlatılan soruşturmada anıt mezar ile ilgili “suç unsuru” oluşmadığı kararı verildi.

Yine, Mahsum Korkmaz heykeline dönecek olursak:

        1-Heykelin yapılışında koca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bilgisinin olmaması mümkün değildir. “haberdar değildik” açıklaması, bölgedeki istihbarat zaafiyetini alenen kabullenmek demektir.

     2-Heykel ile “Çözüm Süreci”nde gelinen aşamaya paralel olarak, Öcalan’ın ev hapsine alınması çalışmalarının, toplum nezdinde nasıl bir tepki ile karşılanacağı test edilmek mi istendi? Eğer böyle bir şey amaçlandıysa, maalesef, yanlış yöntem ve yanlış zamanlama seçilmiştir.

        3-“Çözüm Süreci”nin yasa ile güvence altına alındığı bir dönemde, bu tür heykel ve heykelciklerin dikilmesi, sürece yönelik açıktan bir sabote girişimidir. PKK’nın -kendi deyimleriyle- kontrol dışı güçleri engelleme sorumluluğu vardır.

      4-IŞİD’in bir virüş gibi Orta Doğu’da yayılması, bütün halkları tehdit ederken, böyle “ucuz” kahramanlıklara girişmek, çatışmasızlık sürecini sonlandırabilir. (nitekim PKK, Ağrı’da bir karakola saldırırken, Bingöl'ün Genç İlçesi Servi Beldesi'nde de özel bir şirkete ait karayolu şantiyesini bastı) Böyle bir durum, en çok da IŞİD ve benzer örgütlere yarayacaktır. Sürecin kaybedeni Türkler ve Kürtler,  yani Türkiye olacaktır.

      5-KCK Yürütme Konseyi Üseyi Sabri Ok’un, Mahsum Korkmaz heykelinin dikilmesiyle ilgili olarak, “Bizim kararımız değildi, kim tarafından yapıldı bilmiyoruz” açıklaması: PKK-KCK içerisindeki çözüm  karşıtlarının -derin PKK’nın- çözüme direnebilecek kadar güçlü olduklarını ortaya çıkarmıştır. 

6-KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın, “Devlet ve hükümetin dışında herhangi bir güç ile çözüm olamaz." açıklaması, kendisinin; bugüne kadar söylediği en doğru ve en gerçekçi ifadesidir.

     7-Türkiye’de etnik Türk milliyetçilikten beslenen ulusalcı-Kemalist güruha özenen  ve yine etnik Kürt milliyetçilikten beslenen ulusalcı-Apoist kesimlerin varlığını unutmamak gerekir.

      Sonuç olarak, yıllardır dikilen heykel ve heykelcikler bu ülkeye maddi ve manevi olarak ne kazandırmıştır? Heykel dikme, heykele gösterilen itibar, toplumun beyninde oluşmuş olan tabulara, ‘yeni tabular’ oluşturmaktan öte bir şey değildir.

    Büyük törenlerle dikilmiş nice heykeller, (dünyada birçok örneğini gördük) bir bir yıkılıyor. Bu heykeller yıkılmaya mahkumdurlar. Ancak, bireyin zihnindeki heykelleri yıkmak, barışı inşa etmekten çok daha zordur.

Yüzyıllık tabular yıkılırken,  yeni tabular oluşturmayalım. Gelin, ilk önce kafamızdaki tabulardan kurtulalım...


Barışla kalın efendim...

24 Ağustos 2014 Pazar

OSMANLI KAYNAKLARINDA "KÜRD" VE "KÜRDİSTAN"

Abdullah Can - Mehmet Memdoğlu

Şemseddin Samî (1 Haziran 1850′de Arnavutlukta doğmuş 5 Haziran 1904′te İstanbul’da vefat etmiştir. Osmanlı yazar, ansiklopedist ve sözlükçüsüdür.

Kamus’ül A’lâm
 adlı 6 ciltlik ansiklopedisinin yazımına 1889′da başlamış; Kamus-u Türkî adlı Lügat’ını ise 1901 yılında yazmıştır.



Kitap: KAMÛS-U TÜRKÎ
Yazar: Şemseddin Samî
Shf. 1156 – 1157

KURD: Irak-ı Arab ile Irak-ı Acem arasında ve Cezîre’nin şark-ı şimalinde, yani hudud-u İranîyenin iki cihetinde sakin, ma’ruf bir kavim efradından olan adam.

KURDİSTAN: Memalik-i Osmanîye’de hudud-u İranîyenin iki cihetinden ve Cezîre’nin şark-ı şimal taraflarından ibaret yer.

*************************

Kitap: KAMUS’ÜL-A’LÂM
Yazar: Şemseddin Samî
Cild: 5
Sahife: 3840 – 3843


Shf. 3840


KURDİSTAN: Asya-i Garbî’de kısm-ı azâmı Memalik-î Osmanîye’de ve bir kısmı İran’a tabi büyük bir memleket olup, ekseriyet üzere ahalisi bulunan Kürt kavminin ismi ile tesmiye olunmuştur. Bu isim taksimat-ı mülkiye ve siyasiyeye dâhil olmayıp, vaktiyle bizde “Kürdistan Valiliği” ve şimdi İran’da “Kürdistan Eyaleti” bu isimle müsemma memleketin bütününü ihata etmediği gibi, Kürtler dahi dağınık ve sair akvamla karışık bulunduklarından, Kürdistan’ın hududunu tamamıyla tayin etmek müşküldür. Ancak takribî olarak diyebiliriz ki:

Kürdistan; Urmiye ve Van Göllerinin sevahilinden, Kerhe ve Diyale Nehirlerinin menabiîne ve Dicle’nin mecrasına dek mümted olup garb-ı şimalîye doğru hududu Dicle’nin mecrasını takible Fırat’ı terkib eden Karasu mecrasına ve oradan şimale doğru Aras Havzası’nı Fırat ve Dicle Havzası’ndan ayıran taksim-i miyah hattına kadar vasıl olur. Bu itibarla Memalik-i Osmanîye’de Musul Vilâyeti’nin kısm-ı azamı, yani Dicle’nin solunda bulunan yerleri ve Van ve Bitlis vilayetleriyle Diyarbekir ve Ma’muratul-Aziz Vilayetlerinin birer parçası ve Dersim Sancağı Kürdistan’dan ma’dud olduğu gibi, İran’da dahi Kürdistan namıyla ma’ruf olan eyaletle Azerbeycan Eyaleti’nin nısfı, yani cenub-i garbî kısmı Kürdistan’dır.


Bu vecihle Kürdistan; şimal-ı şarkî cihetinden Azerbeycan, şarken Irak-ı Acemî, cenuben Loristan ve Irak-ı Arabî, Garb-ı Cenubi cihetinden Cezîre, garb-ı şimalî tarafından dahi Anadolu ile mahduttur. Bu hudut dâhilinde 34 derece ile 39 derece arz-ı şimalî ve 37 derece ile 46 derece tûl-i şarkî aralarında mümted olup, büyük bir müselles ve daha doğrusu sivri tarafı garb-ı şimalîye doğru dönmüş bir armut şeklini ibraz ediyor. Fırat’ı teşkil etmek üzere Karasu ile Murat Çayı’nın mültekasında olan en şimal-i garbî noktasından Loristan’ın hududuna dek olan tûl-î azâmın takriben 900 kilometre ve arzı 100 ile 200 kilometre aralarındadır.

Kürdistan’ın medar-ı tefrikî, ahalisinin cinsiyeti olduğu halde, Kürtler yalnız bu memlekette münhasır olmayıp, Cezîre’nin kısm-ı şimalisinde, Şam ve Haleb cihetlerinde, Anadolu’nun her tarafında, Rusya’ya tabi olan Mavara-i Kafkas Eyaletlerinde ve İran’ın her tarafında, hatta Horasan’da ve Afganistan’da ve Belucistan’da bile birçok Kürt aşiretleri bulunur. Bir taraftan dahi, hududu zikrolunan Kürdistan dâhilinde Arap, İranî, Türk ve sair cinsiyetlere mensup ahali vardır. Yalnız ekseriyete itibarla hudud-u mezkûrde tayin olunabilir.

İran’ın Loristan Eyaleti ahalisi olan Lorîleri dahi Kürtlerle münasebet ve karabet-i cinsiyeleri olduğu halde, lisanlarında bir dereceye kadar muğayyerat ve beynlerinde münaferet bulunduğundan, Loriler kendilerini Ekrad’dan saymak istemiyorlar ve Kürdler dahi Lorîleri kendi cinslerine kabul etmeye meyil göstermiyorlar. Alelumum Kürdlerin miktarı iki buçuk milyona karib tahmin olunup, bir buçuk milyonu Memalik-î Osmanîye’de, yedi bin beş yüzü İran’da, on üç bini Rusya’nın Maveray-ı Kafkas Eyaletinde, kusûri dahi Afganistan ve Belucistan’da ve sair taraflarda dağınık bir halde bulunuyorlar.


Kürdistan’ın her tarafı dağlık ve mürtafiî olup, yalnız enharın vadilerinde bazı dar ovaları vardır. En düz ve alçak ciheti cenûb-i şarkî kısmı yani Şehrezor ve Süleymaniye Sancaklarıyla İran’daki Kürdistan olup, o cihette dağlar daha alçak, vadiler daha geniş ve ovalar daha çoktur.


Shf. 3841

En mürtefiî yerleri münteha-i şimalinde bahre hazar ile Basra Körfezi maileleri arasında bir taksim-i miyah hattı teşkil eden dağlardır. Ancak bunların ormanlar ve meralarla mestûr güzel yayla ve etekleri ve ziraate salih vadileri çoktur. Memalik-i Osmanîye ile İran hududunu teşkil eden ve şimal-ı garbîden, cenûb-i şarkîye doğru birkaç sıra teşkil ederek, mümted olan dağları ise mürtefiî olmakla beraber, ekseri taşlık ve çıplaktır. Kıt’a-i mezkûrenin o ciheti hakikaten kabil-i sükna olamayacak derecede sert ve çetin bir yerdir. Kıta-i mezkûrenin miyah-ı carîyesi çok olup Fırat’ın en büyük kolu olan Murat Çayı’nın ve Dicle, kıt’a-i mezkûre dağlarından nebean ettikleri gibi, Dicle’ye münsib olmak üzere dahi şimalden başlayarak, Batman Suyu, Bitlis ve Siirt Çayları, Habur, Zab-ı Âla, Zab-ı Esfel, Edhem ve Diyale nehirleri cenûb-i garbîye akarak, mezkûr ırmağa dökülür ve kıt’a-i mezkûre dağlarından inen bir çok çayların sularını cem’ ederler.

İran’daki kıta-i mezkûrenin yalnız şimal cihetindeki Katur Nehri, Kür vasıtasıyla Bahr-ı Hazar’a münsib olan Aras Nehri’ne pek çok olan enhar-ı sairesi Urmiye Gölü’ne dökülür. Van Gölü’ne münsib olan bir hayli enharı dahi vardır. Kıta-i mezkûre, arzen hayli sıcak olacak bir derecede iken, mevkiînin irtifaından dolayı havası umumiyet üzre soğuk olup, kışları uzun ve pek serttir. Ve kar aylarca dağlarını örter. Yalnız Dicle Vadisi’ne karib olan alçak yerlerinde kışın hava mülayim ve lâtif ve yazın hayli sıcaktır. Yüksek yerlerinde yazın meraları pek güzeldir. Ve bazı tarafları çam ağaçlarını havi ormanlıktır. Daha alçak taraflarında meşe, kestane ve çınar ağaçları ve daha aşağılarda arpa, buğday, keten, kenevir, mısır, tütün, üzüm ve meyvelerin envaı ve en alçak yerlerinde pamuk, pirinç vesaire hasıl olur. Bir nev’ budur meşe yapraklarından alınan kudret helvası şeker yerine kullanılır.

Kürd aşiretleri, külliyetli koyun, at, deve ve keçi sürüleri beslerler. Dağlarda ayı, domuz, pars, vaşak, geyik, yabani keçi, karaca, çakal, tilki ve sair hayvanat-ı vahşiye ve küçük av hayvanları kesretle bulunur.

Şimal cihetindeki dağlarda demir, bakır, kurşun ve sair madenler bulunduğu tahakkuk etmişse de ihraç olunanları yoktur. Cenûb cihetlerinde neft ve taşyağı bulunur.

Kürdler mazı, fıstık ve yağ çıkarmaya yarar hububat-ı mütenevia ile yapağı ve tiftik gibi mahsulâtı ihraç ederler.

Kürdler ekseriyet üzere aşiret halinde yaşayıp, mevsime göre mera talebiyle mahall değiştirdiklerinden, ziraatle pek de iştigal etmeyip başlıca medar-ı taayyüşleri, hayvanat-ı ehliyeleri ve sanatları çobanlıktır. Koyun ve tay satışından kazandıkları akçe ile geçinirler. Bunun için kışın köylerinde kalıp, haneleri ve tarlaları var ise de yazın ziraate çok ehemmiyet vermeyip, ekseri çadırlarla sürüleri arkasından yaylalara çıkarlar.

Kıta-ı mezkûrede sanayi-i mahalliye kilim ve halı ile kaba bez ve keçe kabilinden çul ve saire imalinden ve ticaret-i mahalliye zahayir ve hayvanat ahz ve i’tasından ibarettir.

Vasait-i nakliye, Dicle’de işlettirilen “Kelek”ten ibaret olup, bu da pek külfetlidir. Ve kışın üç ay mevaridat büsbütün münkati’ bulunur.

Kürdlerin asl ve menşeî ve ne vakitten beri oralarda sakin bulundukları, tarihçe meçhul ise de ezmine-i kadimede kıta-i mezkûrenin kısm-ı cenûbîsi “Asurîye” ismiyle ma’ruf idi. Ve şimal-ı şarkî ciheti “Midya”dan ma’dud idi. Eski Midyalıların cinsiyetleri meçhul olup, akvam-ı Turanîyeden, yani Türk cinsinden oldukları meznun ve Asurîlerin ise akvam-ı Samîyede bulunmuş oldukları ve Keldanîlerle karabetleri malum ve muhakkaktır. Halbuki Kürdler, akvam-ı Aryanîyeden olup, İranîlerle pek yakın karabetleri olduğu lisanlarından ve sair ahvallerinden anlaşılıyor. Binaenaleyh, Kürdlere ne Midyalıların ve ne de Asurîlerin ahfadı nazarıyla bakılıp, şark cihetinden yani Horasan ve Herat taraflarından oralara gelmiş bir kavim olduklarında şüphe yoktur. Ancak şimdi bulundukları yerlere ne vakit hicret ettikleri malum değildir.


Shf. 3843

Milad-ı İsa’dan 401 sene evvel, yani bundan 2300 sene mukaddem askerle o tarafa azimet ve bad’el mağlubiye perişan bir halde avdet etmiş ve sefernamesini yazmış olan Yunan-ı Kadim meşahir-i Muharrirîninden Eksenefon, el-yevm kıta-ı mezkûre Diyarbekir ve Ma’muret’ül-Aziz’e ve emsali yerlerin her tarafında “Kardukh” tesmiye ettiği kavme mensub ahaliye rast geldiğini beyan ediyor. Kardukh isminin ise Kürd isminin bir Yunanlı ağzında aldığı tebeddülden hâsıl olmuş galatı olduğundan şüphe yoktur.

Binaenaleyh, 2300 sene evvel dahi oraları Ekradla meskûn idi. Bu halde diyebiliriz ki; Ninova’da ve Dicle Vadisi’nde şüphesiz Babil cihetlerinden gelmiş olan Asurîler ve Midya’da, yani Azerbeycan ve Irak-ı Acemî cihetlerinde, belki Ceyhun ve Seyhun Vadilerinden gelmiş olan Midyalılar hüküm sürmekte iken, yine dağlarda Kürd aşiretleri cevelân ederek nîm-müstakil bir halde bulunuyorlardı. Nitekim bugün dahi Musul ve Diyarbekir’de Araplar, Tebriz ve Hemedan’da İranîler bulunduğu halde, iç tarafları hemen sırf Kürdlerle meskûndur.

Kürdler, akvam-ı Aryanîden oldukları halde, ne Asurîlerin ve Midyalıların ahfadı olabilirler. Bu hususta şahid-i adil olunmaya şayan olan lisanlarına baktığımızda vakıa, Asurî ve Keldanî lisanlarından me’huz oldukları anlaşılan birçok kelimeler görüyorsak da lisan-ı Pehlevîde dahi bulunan bu kelimeler, Asurîlerle Keldanîlerin hükümetleri zamanında ve bunların medeniyeti tesiriyle kabul olunup ba’del-İslâm Kürdçe ve Farisînin ahz eyledikleri kelimat-ı Arabiyeye mümasildir; esasen lisan ise Farisîye müşabihtir. Bu kelimelerin vücudu Kürdlerin Asurîlerin neslinden olduklarına değil, belki o vakitten beri oralarda sakin bulunmuş ve Asurîlerle birlikte yaşamış olduklarına delalet ediyor.

Kürd lisanı Farisî’ye ve belki ondan ziyade eski Pehlevîye müşabihtir; ancak telaffuzu Farisînin ki gibi lâtif olmayıp, dağ adamlarına ve öyle bir hal-i bedeviyette yaşayan aşaire yakışacak surette sert ve derşeddir. Ve boğazdan telaffuz olunur harfleri çoktur. Her ne kadar Kürdlerin uleması öteden beri Arabî ve Farisî ile iştigal edip, kendi lisanlarına ehemmiyet vermediklerinden Kürdçenin edebiyatı bulunduğu iddia olunamazsa da, eskiden beri bu lisanda dahi bir hayli eş’ar söylenmiştir. Ve bu lisanın dahi Farisî gibi huruf-u Arabîye ile tahriri kolay olduğundan bazı divanlarıyla sair kütüb-i edebiyeleri vardır.

Avrupalılar Kürdçenin kavaid-i sarfiyesini ve lügatlerini dahi mühemmen-emken zabt etmiş; ve kendi lisanlarına mütercem kavaid ve lügat kitapları neşr eylemişlerse de elsine-i İslâmiyemizde henüz bu lisanın kavaid ve lügat ve edebiyatına dair hiçbir şey yazılmamıştır.

Kürdler umumiyetle cesur ve cengâver ve süvarilikte pek mahir adamlar oldukları gibi, ilim ve terbiye ve medeniyete de fevkalade istidatları vardır.


Kürd isminin Farisîde “yiğit, kahraman, bahadır” manasıyla kullanılır bir sıfat olup Şehname’de bu mana ile pek sık isti’mal olunduğu malumdur. Bu ismin Kürdlere cesaret-i tabiîyelerine binaen, ibtida bu mana ile verilip ba’dehu alem olduğu anlaşılıyor.


Kürdler hemen umumiyet üzere Müslim ve Suni olup ekseri Şafi’ul Mezhebdirler. İçlerinde yalnız 50.000 Yezidî vardır. Pek az miktarda Kızılbaş bulunur. O mevkilerde Nasturî ve Keldanî cemaatlerine mensub bir miktar ahali dahi bulunuyorsa da bunlar eski Keldanîlerin ve Süryanîlerin ahfadından olup, Kürd cinsiyetine mensup değillerdir. O cihette bulunan büyük şehirler, mesela Diyabekir, Musul, Bağdat, Hemedan, Tebriz, Kürdistan’ın kenarlarında ve haricinde tesadüf edip asıl mevaki-i mezkûrenin dâhilinde olan ve Kürdlerle meskûn ma’murelerin başlıcaları: Süleymaniye, Kerkük, Revanduz, Erbil, Siirt, Bitlis, Van, Urmiye, Kirmanşah ve sairedir.

Tarihin zabt edebildiği zamanların en eskisinde Ninova’daki Asurîlerin taht-ı hükmünde görülüp, Asurîlerin hitamında Ninova ile beraber,


Shf. 3843

Midya hükümdarlarının ve ba’dehu Keyhusrev’in zabtına geçmişlerdir. Hatta Keyhusrev’e yardım edip, sair memaliki zaptında askerin meyanında hizmet etmiş oldukları mervidir. Keyanîyan Devleti’nin sukutunda İskender’e ve halefleri olan Makedonyalı tavaif-i mülüke, ba’dehu Eşkaniyane ve nihayet Sasaniyane tabi’ olup Kadisîye muzaferiyetinden sonra, Hilafet-i İslâmiyenin taht-ı itaatına girmiş ve din-i İslâm’ı kabul etmişler idi.

Hileafet-i Abbasîyenin zaafa düçar olmasıyla memalik-i İslâmiye’nin her tarafında birtakım umera ve mülük zuhur etmeye başladığı sırada, Kürd rüesasından birçok adamlar dahi Musul ve Diyarbekir ve Cezîre cihetlerinde birer kal’a veya memleket ele geçirip birçok hükümat-ı sağire teşkil eylemişlerdiyse de umum kıt’a-i mezkûreyi bir idareye alarak cinsiyet esasına müstenid bir hükümet teşkilini düşünmemişlerdir. Nihayet bu cinsiyete mensub olan meşhur Selahaddin-i Eyyubî Mısır’da devlete nail olup, kendisi ve evladı Şam ve Haleb ve Hicaz ve Yemen’de hüküm sürdükleri ve evlad ve akrabalarının taht-ı idaresinde birçok hükümat-ı mümtaze teşkil ettikleri vakit dahi hüküm ve nüfuzları haricinde kalmış idi. Cengiz hurucunda dahi sair memalik-i İslâmiye gibi Moğolların payimal-i zulm ve te’diyesi olmuş ve ba’dehu birçok Türk ve Türkman aşiretleri gelerek, bazı taraflarına sokulmuş ve Akkoyun, Karakoyunlar hercümercinden ve hepsine kapak koyan Timur’un hurucundan sonra kısm-ı azâmı Şah İsmail’i Safevînin eline geçmiş iken, Yavuz Sultan Selim Han’ın Şah-ı Müşarünileyhin üzerine vaki’ seferinde Kürd rüesası Sünniyul-Mezheb olmak saikasıyla ve meşhur İdris-i Bitlisî’nin sa’y ve himmetiyle tev’an taraf-ı Devlet-i Osmanîye’ye dönüp o vakitten beri kısm-ı azamı Devlet-i Müşarünileyhanın taht-ı idaresinde bulunmakta ve yalnız kısm-ı şarkîsi muahhiren ta’yin olunan hatt-ı hududun ortasında kalıp, muğayyeret-i mezhebten dolayı İranîlerle beynlerinde bulunan münaferetle beraber, İran’ın taht-ı hükmünde bulunmaktadırlar.



LÜGATÇE
Ahfad: Torunlar.
Ahz ve i’ta: Alış-veriş, ticaret.
Ahz: Almak, alıvermek.
Akvam: Kavimler.
Akvam-ı Aryanî: Aryan(İran) Irkına mensup kavimler.
Alelumum: Ekseriyetle, genellikle.
Alem: Sembol.
Arzen: Arazi olarak, coğrafî olarak.
Arz-ı şimalî: Kuzey arazisi(Enlem)
Asl ve menşe: Asıl ve köken.
Asya-i Garbî: Batı Asya.
Aşair: Aşiretler.
Avdet: Geri dönme, dönüş.
Azimet: Gitme, yola çıkma.
Ba’dehu: Sonradan.
Ba’del-İslâm: İslâm sonrası.
Bad’el mağlubiye: Mağlubiyet (yenilgi) sonrası.
Beyn: Ara.
Cem’: Toplama.
Cenuben: Güneyden, güney yönünden.
Cenub-i garbî: Güneybatı.
Cenûb-i şarkî: Güneydoğu.
Cevelân: Dolaşım, hareketlilik.
Cezîre: Arap Yarımadası.
Cinsiyet: Irk.
Derşed: Sert, kaba.
Ekrad: Kürd isminin çoğulu; Kürdler.
Eksenefon: Ksenefon.
Elsine-i İslâmiye: Müslümanların konuştuğu diller; İslâmî diller.
El-yevm: O gün.
Enhar: Nehirler.
Enhar-ı saire: Başka nehirler.
Eş’ar: Şiirler.
Ezmine-i kadim: Antik çağlar, eski zamanlar.
Galat: Yanlış telaffuz, yanlışlık.
Garb-ı şimalî: Kuzeybatı.
Halefler: Sonradan gelenler, ardıllar.
Hal-i bedeviyet: Köylülük yaşamı.
Havi: Kapsayan, içine alan.
Hayvanat-ı ehliye: Evcil hayvanlar.
Huruf-u Arabî: Arapça harfleri.
Hükümat-ı mümtaze: Seçkin hükümetler.
Hükümat-ı sağire: Küçük hükümetler (yönetimler).
Irak-ı Acem: Kürt ve İran toprakları.
Irak-ı Arab: Irak’ın Arap kısmı.
İbtida: Başta, başlangıçta.
İrtifa: Yükselti.
Kabil-i sükna: Yerleşime elverişli.
Karabet: Yakınlık, akrabalık.
Karabet-i cinsiye: Irksal yakınlık, akrabalık.
Kardukh: Karduk.
Karib: Yakın.
Kavaid-i sarfiye: Dilbilgisi kuralları.
Kelek: Sal, bot.
Kesret: Çokluk.
Kısm-ı cenûb: Güney kısmı.
Kısm-ı şarkî: Doğu kısmı, doğuda (İran sınırları içinde) olanlar.
Kıt’a-î mezkûre: Adı geçen kıta (coğrafya).
Kusûr: Artık, arta kalan.
Kür: Kura Nehri.
Kütüb-i edebiye: Edebi kitaplar.
Lâtif: Hoş, tatlı, yumuşak.
Ma’dud: Sayılan.
Ma’dud: Sayılma, addedilme.
Ma’muratul-Aziz: Elazığ.
Ma’mure: Bayındır, gelişmiş şehirler.
Ma’ruf: Bilinen, tanınan.
Ma’ruf: Bilinen, tanınan.
Mahall: Ortam, mekân.
Mavara-i Kafkas: Transkafkasya, Kafkasya Dağlarının güneyinde Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’ı kapsayan bölge.
Me’huz: Alınmış, alıntılanmış.
Mecra: Akarsu yatağı, çığır, ark.
Medar-ı taayyüş: Geçim kaynağı.
Medar-ı tefrikî: Farklılık nedeni.
Memalik: Memleketler.
Menabi: Kaynaklar.
Mervi: Rivayet edilen, anlatılan.
Mestûr: Kaplı, örtülü.
Meşahir-i Muharrirînin: Ünlü yazarlarından.
Mevaki-i mezkûre: Adı geçen mevkiler.
Mevaridat: Gelirler.
Meyan: Ara.
Mezkûr: Adı geçen.
Meznun: Zannedilme.
Midya: Med İmparatorluğu.
Miyah-ı carî: Akarsular.
Muahhiren: Sonradan, daha sonraları.
Muğayyeret-i mezheb: Mezhep farklılığı (değişikliği).
Mukaddem: Önce, evvel.
Mühemmen emken: Olabildiğince, imkânlar ölçüsünde.
Mülayim: Yumuşak, ılıman.
Mülteka: Kavuşma, ulaşma, katılma.
Mülük: Melikler, krallar.
Mümted: Uzanan.
Münaferet: Nefretleşme.
Münkati’: Kesik.
Münsib: Bağlı, bağlanan.
Münteha-i şimal: Kuzey sınırı.
Mürtafi: Yükselti.
Müselles: Üçgen.
Müsemma: İsimlenlendirilen.
Müstenid: Dayalı.
Nebean: Kaynaklanma.
Neft: Petrol.
Neşr: yayınlama.
Nîm-müstakil: Yarı bağımsız.
Sa’y: Çalışma, gayret.
Sakin: Yerleşik.
Sanayi-i mahalliye: Mahalli sanayi, zanaat.
Sünniyul-Mezheb: Sünni mezheplere bağlı.
Şafi’ul Mezheb: Şafii mezhebine mensup.
şahid-i adil: Doğru tanık, sağlam delil ya da kanıt.
Şarken: Doğudan, doğu yönünden.
Şark-ı şimal: Kuzeydoğu.
Şimal: Kuzey.
Şimal-ı şarkî: Kuzeydoğu.
Şimal-i garbî: Kuzeybatı
Şimal-i garbî: Kuzeydoğu.
Tahrir: Yazı, kayıt.
Taht-ı hüküm: Yönetiminde, idaresinde.
Taht-ı itaat: İtaat altı, buyunduruk.
Takribî: Yaklaşık.
Taksimat-ı mülkiye: İdari bölüşüm.
Taksim-i miyah: Su bölümü çizgisi.
Taşyağı: Kömür.
tavaif-i mülük: Beylikler, emirlikler; bölge devletleri.
Tebeddül: Değişim, dönüşüm.
Tev’an: Kendi isteğiyle, zorlanmaksızın.
Tûl-i şarkî: Doğu boylamı.
Umera: Beyler, emirler.
Vasait-i nakliye: Ulaşım vasıtaları.
Yunan-ı Kadim: Antik Yunan.
Zab-ı Âla: Yıkarı Zap Suyu, Büyük Zap Suyu.
Zab-ı Esfel: Aşağı Zap Suyu, Küçük Zap Suyu.
Zahayir: Tahıllar.
Ziraate salih: Ziraete elverişli.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

PKK-KCK VE YENİ TÜRKİYE

    Müjdat Gökçe: Sayın Memdoğlu bizleri kırmadınız, talebimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Hatırlanacağı üzere daha önce de Sayın Memdoğlu ile ‘Çözüm Süreci ve Derin PKK” başlıklı bir röportaj gerçekleştirmiştik.

    Sayın Memdoğlu, Araştırmacı-Yazar olarak, “Yeni Türkiye” söylemini nasıl yorumluyorsunuz?

M. Memdoğlu: Sayın Gökçe, insaf ve hakkaniyet ölçülerini çerçevesinde, kendimizi, ailemizi, çevremizi, dostlarımızı, ülkemizi, tarihimizi yargılamadan sorgulayabilmeliyiz. Sorgulama, düşünmeyi, düşünme araştırmayı, araştırma da doğruya, doğru bilgiye ulaştırır. Duygusallıktan uzak, objektif yaklaşımlarla birbirimize tahammül etmeyi öğrenmeliyiz. Farklılıklarımızı ayrılık ve aykırılık değil, zenginliklerimiz olarak görmeliyiz.

İşte “Yeni Türkiye” söylemi de sadece sloganik bir ifadeden ibaret değildir. Geçmişte olduğu gibi Türkiye,  artık günübirlik politikalar üretmiyor. Elli yıl sonrasını düşünen ve buna göre hedef belirleyen, siyaset yapan, politikalar üreten bir ülke konumuna gelmiştir.

Yeni Türkiye, hiçbir taassupçuluğa, korkuya, komplekse yer vermeden,  artık geçmişiyle, tarihiyle yüzleşebiliyor.  Türkiye’nin kendisiyle yüzleşmesi -Başbakan’ın 1915 olayları için Ermenilere yönelik taziye mesajı- kendi korku ve tabularını yıkması, özellikle iç barışın tesis edilmesinde bir dönüm noktası olmuştur ve olacaktır. Takdir edersiniz ki Orta Doğu ve dünyadaki gelişmelere paralel olarak, kendi iç barışı ve huzurunu tesis edememiş, kendi sorunlarını çözememiş bir Türkiye’nin, bölgesinde de küresel bir güç olamayacağı açıktır. Son dönemdeki gelişmeler de bu düşüncemizi doğrular niteliktedir.

M. Gökçe: Çalışmalarınızda “Güneydoğu-Kürt Sorunu ve PKK” çok ciddi yer tutuyor. Son dönemdeki gelişmelerle PKK ve Türkiye’nin yeni siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz?

M. Memdoğlu: Türkiye’nin sorunlarını çözmek istemeyen, menfaatleri gereği kan, kaos ve gözyaşından beslenen uluslararası derin odaklar ve onların Türkiye’deki bağlantıları için şiddet; bir sonuç değil, sebeptir. Kimileri tarafından “bölge tamamen PKK/KCK’nın kontrolündedir” anti propagandasına rağmen “Çözüm Süreci” ve demokratikleşme paketleri ile birlikte başlayan normalleşmemeyvelerini vermeye başlamıştır. AK Parti’nin özelde Diyarbakır, genelde bölgedeki oylarını arttırmış olması, çözüm süreci ve demokratikleşme paketlerinin bölgede karşılık bulması olarak değerlendirilebilir.

Yeni Türkiye;  çatışma, silah ve şiddetten arındırılarak inşa ediliyor. Kaldı ki silahlı bir gücün, – PKK ya da bir başka örgüt – varlığı, ülke için tehdit olmaya devam edecektir. Silahlı PKK/KCK, sadece Türkiye için değil, tüm Orta Doğu için de tehdittir. Bunun için, sivil siyasetin önü açılmalı, sivil siyaset güçlendirilmeli ve en nihayetinde PKK’nın silahlardan arındırılması hedeflenmelidir.

M. Gökçe: Ve yine “Yeni Türkiye” bakış açısıyla, BDP’nin HDP’ye geçiş süreci; sizce bölgeye, bölge insanına, ülke siyasetine neler kazandırır?

M. Memdoğlu: BDP’nin yeni paradigma değişikliklerine gidemeyerek kendisini dönüştüremediğini, Türkiye partisi olamadığını, Türkiye’ye hitap edemediğini gören Öcalan, Türkiye’ye hitap edebilecek yeni bir parti kurulmasını istemiş, Öcalan’ın bu talebi HDP’nin kurulmasıyla gerçekleştirilmişti. Öcalan, HDP ile Aleviler, sol ve tüm sosyalist kesimlere ulaşmayı düşünürken; Diyarbakır’da İslam Konferansı Toplantısı çağrısı ile de dindar Kürtleri BDP içerisine çekmeyi hedeflemişti. HDP’nin kuruluşu ile Alevi, sol ve sosyalist kesimlere ulaşıp ulaşmadığı tartışmaya açık olsa da Öcalan, BDP ile dindar Kürtlere ulaşmada kısmi başarı elde etmiştir.

BDP’den önceki tüm siyasi Kürt partileri, ideolojik olarak dinden uzak Marksist-Leninist politikalar hedefleyen, Kürt etnisitesini ön plana çıkaran, Kürt milliyetçiliği ve ulusalcılığına vurgu yapan politikalar izlemeyi tercih etmişlerdir. BDP’nin yerel seçimlerde “dinî”  argümanları daha fazla kullanması, bir kesim inançlı Kürtlerin sempatisine mazhar olmuşken, seküler yapısıyla beyaz Türklerden de oy almayı hedefleyen HDP’ye aynı müsamahayı gösterebilecekler mi? Önümüzdeki süreçte bunu da görebileceğiz.

M. Gökçe: AK Parti’nin “Yeni Türkiye” söylemi bölgede neleri değiştirdi? HDP bu söyleme karşılık ne tür bir siyaset izlemeli? 

M. Memdoğlu: Yeni Türkiye söylemi ile birlikte, bölgeye bir özgüven geldi.  Tabi bunda silahların susmasının da çok büyük bir etkisi ve katkısı oldu. Ticaret ve turizm hareketlendi. Devletin verdiği teşvikler ile birlikte,  bölgede hatırı sayılır yatırımlar yapıldı. Siyaset dili geçmiş yıllara nazaran biraz daha yumuşadı.

HDP bu sürece nasıl ve ne kadar katkı yapabilir? BDP’nin HDP çatısı altında siyasi faaliyetlerine devam kararı almasının en önemli nedenlerinden biri de kamuoyundaki BDP=PKK algısının değiştirilmesine yöneliktir. Birleşmenin bir başka mihenk noktası ise, gerek Öcalan’ın, gerekse KCK-BDP ve HDP yetkililerinin birleşme ile ilgili açıklamalarının satır aralarında gizli. KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın “HDP’nin gelişmesi demek, Kürt sorunun çözülmesi demektir” ifadesi, bu olasılığı yöneliktir.. Önümüzdeki süreçte, “ev hapsi”ne (31.07. 2013 tarihli ‘Öcalan Ev Hapsine Alınır mı?’ başlıklı yazımızda bu ihtimali dile getirmiştik) alınması durumunda Öcalan’ın, “çatı partisi” olarak gördüğü HDP’ye Eşbaşkan olabilme planları yatmaktadır.

Yine geçtiğimiz günlerde kardeşi F. Öcalan ile görüşen Öcalan’ın; “ev hapsine çıkarsam bu sizler için de iyi olur” açıklaması, Öcalan’ın önümüzdeki günlerde ev hapsine alınabilme ihtimalinin, sürecin muhataplardan biri olan Öcalan tarafından kamuoyuna deklareedilmesi olarak yorumlayabiliriz.

Sonuçta, BDP’nin HDP çatısı altında siyaset yapma kararına, farklı çevrelerden, farklı tepkiler gösterilmiştir. Kürt siyasi çevrelerinden ise çok daha farklı değerlendirmeler yapılmaktadır. PKK-Kandil ve BDP içerisindeki marjinal gruplardan kısmi de olsa bir direncin oluşacağına, zamanla bunun da aşılabileceğini düşünüyorum.  En nihayetinde BDP ile HDP’nin birleşme konusunda izleyecekleri yol ve yöntemi ise yine Öcalan belirleyecektir.

M. Gökçe: Önümüzdeki 10 yıl içerisinde bölge siyasetini neler bekliyor? Bu konudaki öngörülerinizi bizimle paylaşır mısınız?

M. Memdoğlu: Sayın Gökçe, sohbetimizin başında da ifade ettiğimiz gibi, önümüzdeki yıllarda neyi hedeflerse hedeflesin, kendi iç sorunlarını çözememiş, iç barışı tesis edememiş bir Türkiye’nin tüm hedefleri söylemlerde kalır.

Geçtiğimiz dönem TBMM’de oluşturulan ve Meclis’teki tüm siyasi partilerden eşit oranda üyeler tarafından temsil edilen, Anayasa Komisyonu maalesef sivil bir anayasa hazırlayamadı.

Öncelikle Türkiye’nin çok acil, tüm fertlerini kucaklayan eşit-özgürlükçü-sivil ve demokratik bir anayasaya ihtiyacı var.

Çözüm sürecinin daha da olgunlaşması için, TMK’de yapılacak değişiklikle PKK içerisinde bugüne kadar hiçbir suça ve eyleme müdahil olmamış, örgüt elemanlarının geri dönüşleri için yasal zemin hazırlanmalı.

Türkiye’nin enerjiye olan büyük ihtiyacı, Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile olan ilişkilerin seyrini en ileri seviyeye çıkartmayı zorunlu kılıyor. Bugün Zaho’da, Erbil’de Süleymaniye’de ticaret yapan yüzlerce Türkiye firması var. Bu firmaların karşılıklı ticaretten elde ettiği gelirin, 10 milyar doları aştığı biliniyor. Türkiye’nin bölge ile ticareti özendirecek, kolaylaştıracak, daha da arttıracak hedefler ve yeni ticari yollar belirlemeli.

Sadece Irak Kürt Yönetimi ile değil, yıllardır Esed’den kimlik dahi alamayan Suriye Kürtlerine de dostluk elini uzatmalı, iyi ilişkiler kurmalıdır. Suriye Kürtlerine yönelik hasmane söylem ve politikalardan vazgeçilmelidir.

Önümüzdeki yüzyıl Türkler ile Kürtlerin yüzyılı olacaktır. Türklerle Kürtlerin ittifakı 21. Yüzyıla damgasını vuracaktır. Çok değil 20 yıl önceki gelişmeler ile günümüzü karşılaştırdığımız zaman, bu tezimizin ne kadar gerçekçi olduğu görülebilecektir.

Müjdat Gökçe: Sayın Memdoğlu, kıymetli vaktinizi bize ve okuyucularımıza ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum.  Oldukça aydınlatıcı ve yol gösterici bir sohbet oldu.  Araştırmalarınızda ve çalışmalarınızda başarı ve sağlık temenni ediyorum.

(Bu yazı ilk olarak 05 Mayıs 2014 tarihinde yayınlanmıştır.)

SENDİKAL VESAYET

      Gerçek demokrasilerde vesayet sistemine yer yoktur. Her türlü vesayetin var olduğu sözüm ona demokrasiler, zaten “demokrasi” olarak adlandırılamazlar.

Cumhuriyet tarihinden günümüze gelinceye kadar, Türkiye farklı vesayet sistemlerinin kontrolüne girmiştir. Bu vesayet sistemleri kimi zaman oligarşik, kimi zaman askeri, kimi zaman bürokratik, kimi zaman da farklı isimler altında karşımıza çıkmıştır.

Siyaset üzerindeki otoriter-vesayetçi yapılanmalar nedeniyledir ki demokrasinin aracı olan ve seçimlerle iş başına gelen siyasi partiler, iktidar olabilmişler ama bir türlü muktedir olamamışlardır.

Her türlü vesayetin engellenmesi, devlet imkânlarının tüm ülke fertlerine eşit hizmet sunmasıyla sağlanabilir. Türkiye toplumu bu vesayetçi zihniyetlerden çok çekti. Bir vesayeti sonlandırırken, başka bir vesayetçi anlayış ve yapılanma ile karşı karşıya kaldı. En son karşı karşıya kaldığımız vesayetçi sistem ise “sendikal vesayet”…

            “Olur mu hiç” dediğinizi duyar gibiyim. Burası Türkiye ve ne yazık ki devlet kurumlarını etkisi altına almış olan yeni vesayet sisteminin adı da “sendikal vesayet” iddiası.

            Bu tanımlama ve tespitten, sendika ve sendikal faaliyetlere karşı olduğum manası çıkartılmasın. Aksine tüm kamu çalışanlarının (askeri ve güvenlik hariç) sendikal güvenceye kavuşmasını hep desteklemişimdir.

Birçok devlet kurumundaki sendika temsilcileri, kurum insan kaynakları ve personel işlerinden sorumlu birim gibi hareket ettikleri iddia ediliyor.  Sendikadan onay alamamış bir personel, kesinlikle herhangi bir kadroya atanamıyor, atanmıyor.  Kendi vesayet sistemlerini kurmuş olan sendika temsilcileri, istedikleri kadroları elde edebiliyor, hakkaniyetten ve liyakatten yoksun bir şekilde kurum kadrolarını kendi (en çok el pençe duran) üyelerine dağıtabiliyorlar.

Bu atamalar yapılırken, ölçü olarak hangi kurallar dikkate alınıyor? Kurum içi yükselme sınavlarına tabi tutulmadan yapılan bu atamalar ne kadar adil? İtirazımız,  atanması yapılan personelin şahsına değil. Bizim itirazımız, devlet kadrolarının ehliyetsiz ve liyakatsiz kişiler tarafından işgal edilmesidir.

Peki, bu iddialar doğruysa ve iktidar partisi AK Parti’nin bu atamalardan haberi var ise  (ki olmaması mümkün değildir)  o zaman, geçmiş dönemlerde bu ve benzeri haksız uygulamaları eleştirken, bugünkü siyasi şartlar nedeniyle de o uygulamaların mislisince yapılmasına göz yummak ne kadar doğru, ne kadar adil?

Sendikal mücadelede “sosyal haklara sahip olmak istiyorsan sendikalı olmaktan başka yol yok”  sloganı, bugünlerde “iyi bir kadroya atanmak istiyorsan, mutlaka sendikaya üye ol, bunun başka yolu yok” sloganına dönüşmüş durumda.

Sendikalı olmak,  çalışanlar için bir koruma kalkanına sahip olmak mıdır? Evet.

Sendikalı olmak,  işyerinde çeşitli konularda söz sahibi olmak mıdır? Evet.

Sendikalı olmak, bir siyasi partinin arka bahçesi olmak mıdır? Hayır.

Sendikalı olmak, üyesi bulunduğu sendikanın eliyle işlenen haksızlıklara rıza göstermek midir? Hayır.

Peki, sendikalı olmak, kamu kuruluşlarındaki her atamaya müdahil olmak mıdır? Hayır.

Türkiye, tarafgirlik ve taassupçuluk zehrinden kaynaklı bu kısır döngüden ne zaman ve nasıl kurtulacak? 

Anayasanın güçler ayrılığı ilkesi gereği; yasama, yürütme ve yargı organları başta olmak üzere, her birey, yapı, kurum, kuruluş, teşkilat,  (vb.)  kendi görev ve yetki sınırları içerisinde hareket ettiği müddetçe…

Dost söylerse, acı söyler…

Sağlıcakla kalın efendim.


14 Ağustos 2014 Perşembe

ÊZİDİ DOĞMAYI ONLAR TERCİH ETMEDİ





















"Her çocuk islam fıtratı üzerine doğar"  Hz. Muhammed (s.a.v)

Êzidileri de Allah (C.C) yaratmıştır...

Êzidi bir anne ve babadan olmayı bu çocuklar mı istedi?...

Êzidi doğmak bu çocukların tercihi değildir...

Kadın, yaşlı, çoluk çocuk demeden sivilleri katledenler! Anne ve babanız, sizin tercihiniz mi?

Anne ve babanızı değiştirebilir misiniz?

Kimlik, sadece etnik köken değildir. 

Kimlik: Bireylerin kendisini özgürce ifade etmesi ve inandığı gibi özgürce yaşamasıdır...

IŞİD'in  (hâşâ) İslam adına  yaptığı cinayetler, katliamlar insanlık dışıdır. İnsanı değildir...

Aidiyeti ve inancı nedeniyle sivilleri katletmek  vahşiliktir,  vahşettir...


12 Ağustos 2014 Salı

OSMANLI ARŞİVLERİNDE (KAMUS'UL A'LAM) HARPUT

KAMUS’UL A'LAM:
SAHİFE: 2032-2033
YAZAR: ŞEMSEDDİN SAMİ

           HARPUT: Anadolu’nun kısm-ı şarkisinde “Ma’muratülaziz”  vilayetinin merkezi bir şehir olup, Diyarbekir’in 95 kilometre şimal-ı garbisinde ve Murad nehri mecrasının kurbunda olarak hizay-ı behrden 1237 metre irtifai olan bir tepenin üzerinde vak’ıdır.

            Hükümet konağı ahiren bu tepenin altında, yani cenub-i garbisinde ve ovada vak’i “Mezr’a” nam mahale indirilerek oradan bazı ebniye-i emiriye ve cam’i ve han gibi ebniye inşa olunmakla şimdiki halde Harput şehri iki kısımdan mürekkeb olmuştur. Mezr’a Hakan-ı Mağfur Sultan Abdülaziz Han’ın zamanında i’mar olunmakla “Ma’muratülaziz” namını alarak Sancağa ve ba’dehu teşekkül eden vilayete dahi bu isim verilmiştir.

            Mezr’a ile beraber Harput’un 25.000 ahalisi olup, yalnız 2500’ü Ermeni ve kusûr-i  müslimdir.
            Nefs-i Harput’da 10 Cami-i şerif, 10 medrese,  8 kütüphane, 13 İslam ve 9 Hıristiyan mektebi 8 Kilise, 9 Haman, 12 Han ve 843 dükkân ile 2675 hane mevcuttur.  Rüşdiye-i Mülkiye mektebi ile Amerika misyonerlerinin yaptırdıkları cesim bir protestan mektebi dahi nefsi Harput’dadır. Mezr’a da dahi 4 cami şerif, büyük bir Rüşdiye-i askeriye mektebi ile İslam ve Hıristiyana mahsus diğer 5 mekteb, 4 Hamam, 3 Han, cesim bir kışla iki mensucat fabrikası, bir dabbağhane, 10 misafirhane, 19 mağaza, 250 dükkan ve 555 hane bulunur.

            Harput’un etrafında bağ ve bahçeler pek çok ve meyveleri güzel olup, arazisi dahi pek mümbit mahsuldardır. Civarlarında sık sık ve büyük karyeler bulunuyor. Kışın havası ziyadece soğuk ise de yazın serin ve sağlamdır. Harput, hayli eski ise de şehir halinde olmayıp, bir kale hükmünde idi. Asıl ismi “HARBURÛD” dır ki Ermeni lisanında “Taş kale” demektir. Araplar “Hısn-ı Ziyad” tesmiye etmişlerdi. Coğrafiyon-i Arap asarından “Hartbırud” ismiyle dahi meskûndur. Kal’esi el yevm harabtır. Ba’dehu idare-i Osmaniye zamanında tevessü etmiş olacağı anlaşılıyor. Pek mümbit ve mahsuldar arazi arasında ve Bağdat Caddesi üzerinde vak’ı olmakla hayli ehemmiyet-i ticariyesi olup, Anadolu demiryolunun oralara kadar temdîdi halinde bu ehemmiyetin kat kat artacağı şüphesizdir.  En karib iskelesi Giresun olup, bu iskeleye bir şose ile merbuttur.  Sivas tariki ile Samsuna dahi inilir.

            Harput eskiden Diyarbekir vilayetine mülhak bir kaza suretinde idare olunup, kaymakamları ekseriya yerli beylerden ta’yin olunmakla beyin meskeni olan karye merkez ittihaz olunurdu. Ba’dehu yine Diyarbekir vilayetine mülhak olmak üzere teşkil olunan bir sancağa merkez ittihaz olunarak, evvelce merkez-i livâ olan “Keban” kasabası buna ilhak olunmuştu. Nihayet 1296 tarihinde “Ma’muratülaziz” namıyla teşkil olunan vilayete merkez ittihaz olunmuştur.  (Ma’muratülaziz maddesine müracaat.)

            Harput Sancağı Ma’muratülaziz vilayetinin merkez sancağı olup, şarken ve şark-ı cenubi cihetinden Diyarbekir vilayetinin Erğani Sancağıyla, cenuben Malatya Sancağıyla, Ğarben Sivas vilayetinin Sivas Sancağıyla, şimalen Erzurum Vilayetinin Erzincan Sancağıyla, şimal-i şarki cihetinden dahi Dersim Sancağıyla muhat ve mahduddur. Murat, yani Fırat nehri sancağın ortasında geçip, derun-i livada Çalte ve Kızlık çaylarıyla Kuru çayı ve birçok çay ve dereler ahzeder. Arazisi arızalı olup, nehr-i meskurun vadisiyle şark tarafında olan Harput ciheti pek mümbit ve mahsuldar ise de ğarb-i şimali ciheti, yani Eğîn ve Arapkir kazaları taşlık ve az mahsulâtlıdır. Ahalisi 100.000 nüfus radelerinde olup, bir rub’u Hıristiyan ve üç rub’u İslam’dır. 10.000 nüfusa baliğ Kürd aşiretleri dahi bulunup, başlıca Ra’îyi eğnam ile meşhur olurlar. Bu sancak Harput, Keban Arapkir ve Eğin isimleriyle dört kazadan mürekkeb olup, Harput şark cihetinde, Keban Murat nehrinin iki tarafında Arapkir ile Eğin kazaları dahi sancağın garb-ı şimali cihetinde vak’idir. 

NEDEN HDP?

Yerel seçimlerden sonra, Türkiye siyasetindeki ilk değişiklik; beklenildiği gibi Barış ve Demokrasi Partisi BDP’nin, Halkların Demokrasi Partisi HDP ile birleşme kararı alması oldu.  BDP’nin 22 Nisan 2014 tarihinde gerçekleştirilen son grup toplantısında konuşan Eşbaşkan Selahattin Demirtaş, artık HDP çatısı altında siyasi faaliyetlerine devam edeceklerini kararını aldıklarını açıkladı.

Halkın Emek Partisi HEP geleneğinden gelen tüm partiler, (ÖZEP, ÖZDEP, DEP, HADEP, DEHAP ve DTP) Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Aynı gelenekten gelen Barış ve Demokrasi Partisi BDP’nin ise kapatılmayıp, HDP çatısı altında siyasi faaliyetlerine devam etme kararı almış olması, Türkiye’nin normalleşmesi ve demokrasini açısından önemli bir kazanç olmuştur.

Peki, çatı partisi fikri nerede ve kimler tarafından gündeme getirildi? Bu sürece nasıl gelindi? 14 Kasım 2013 tarihli “Öcalan ve Çatı Partisi” başlıklı yazımızda konuyu detaylarıyla yazmıştık. (http://www.gazetesiz.com/makaleler/mehmet-memdoglu/ocalan-ve-cati-partisi-122408.html)

Çözüm sürecinin başladığı 2012 yılı sonbaharından bugüne, BDP’nin Türkiye partisi olamadığını gören Öcalan, Türkiye’ye hitap edebilecek bir yeni parti kurulmasını istemiş, Öcalan’ın bu talebi HDP’nin kurulmasıyla gerçekleştirilmişti. O günlerde, HDP ile Aleviler, sol ve tüm sosyalist kesimlere ulaşmayı düşünen Öcalan; Diyarbakır’da İslam Konferansı Toplantısı çağrısı ile de dindar Kürtleri BDP içerisine çekmeyi hedeflemişti. HDP’nin kuruluşu ile Alevi, sol ve sosyalist kesimlere ulaşıp ulaşmadığı tartışmaya açık olsa da Öcalan, BDP ile dindar Kürtlere ulaşmada kısmi başarı elde etmiştir.

BDP, üç büyükşehir ve yedi ilde seçimi kazanmasına rağmen, seçimlerde beklediği sonuçlara ulaşamamıştır. Seçimlerden sonra gerçekleştirdikleri ilk değerlendirme toplantısında, özellikle Diyarbakır ve Hakkâri’deki büyük oy kayıplarının nedenleri partinin yetkili kurumlarında değerlendirilmiş, tartışmalara neden olmuştur. BDP’nin seçimlerde istenilen başarıyı yakalayamadığı BDP seçmeni tarafından kısmen de olsa dillendirilmeye ve sorgulanmaya başlanmıştır. Bu iyi bir gelişme midir? Evet, güzel bir gelişmedir. Şiddet üzerinden politika üretenler, siyaset yapanlar, şiddetin, silahın ve çatışmanın olmadığı ortamlarda etkili olamayarak, marjinalleşeceklerdir.

Genelde Kürt siyaseti, özelde BDP, PKK’nın vesayetinden kurtulamadığı, arınamadığı için istenilen ve beklenilen başarıyı elde edememiştir. BDP, tüm Türkiye’ye hitap edememiş, yeni paradigma değişikliklerine gidememiş konjonktürel gelişmelere göre politikalar belirleyememiştir. BDP, Kürt etnisitesine dayalı politikalardan bir türlü vazgeçmemiştir.

BDP’nin HDP ile birleşmesine, Kürt siyasi çevrelerinden çok farklı değerlendirmeler yapılmaktadır. PKK-Kandil ve BDP içerisinden, kısmi bir direncin oluşacağına, zamanla bunun da aşılabileceğini düşünüyorum. Neticede BDP ile HDP’nin birleşme konusunda izlenecekleri yol ve yöntemi ise yine Öcalan belirleyecektir.

Bugün, İmralı ile Kandil, Kandil ile BDP arasında genelde basına yansımayan ama zaman zaman yaşanan çekişmeler,  PKK’nın silahı bırakmak istememesinin sancılarıdır. Türkiye, kuruluşundan beri varlığını şiddetle hissettirmiş bir örgütün, demokratik siyasete dâhil edilmesinin zorluklarıyla boğuşmaktadır.

BDP ve HDP,  Kürt sorununun çözümü için birbirine yakın benzer yöntemleri dile getiriyorlar.  Nitekim HDP Eşbaşkanı Ertuğrul Kürkçü, BDP ile HDP’nin birleşme kararını, “Hedef kitlemize göre yeniden bir şekillendirmeyle, yeni kuruluş sürecini yaşayacağız. HDP grubu sadece meclis grubu olmakla yetinmeyip, Türkiye’nin geleceğine dönük bir süreci kapsıyor. Toplumun tamamının gelecek tercihi olacağız. Bu durum sadece Türkiye’yi değil dünyayı ilgilendiriyor. Buradaki Kürt sorununda çözümün gelişmesi bölgeye ve Ortadoğu’ya da yansıyacaktır. Önünü açacaktır” diyerek, birleşme sonrası HDP’nin yükleneceği misyon, hedef ve izleyecekleri yol hakkında ipuçları vermiştir.

BDP ve HDP birleşmesinden amaçlanan ve hedeflenen, çözüm sürecinin olgunlaştığı bir dönemde, Kürt siyasetini silahın ve şiddetin gölgesinden arındırılmasıdır. Böyle bir birleşme ile başarıya ulaşılabilir mi? Türkiye bunu çatışmaların yaşanmadığı 1.5 yıl tecrübe etmiştir. Şiddetin olmadığı bir ortamda, Türkiye normale dönecektir.

Unutulmamalıdır ki:

Şiddetin her türlüsünün süregeldiği ülkelerde, toplum arasında ötekileştirme vardır, kin vardır, nefret vardır.


Toplumun tüm fertlerinin birbirilerini anlayışla karşıladığı günler temennisiyle…

(Bu yazı ilk olarak 25 Nisan 2014 tarihinde yayınlanmıştır.)

11 Ağustos 2014 Pazartesi

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİM SONUÇLARI TAHMİNİMİZ

15 Temmuz 2014 tarihli Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları değerlendirmemiz...

2010 yılında gerçekleştirilen Anayasa değişikliği referandumu ile Cumhurbaşkanı, artık halk tarafından seçilecek. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, Türkiye için bir devrim niteliğindedir. Halk tarafından seçilecek bir cumhurbaşkanı, aynı zamanda yürütme organına bir yenilik ve bir canlılık getirecektir. CHP ve MHP ortak aday olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu gösterirken,  HDP; Eşgenel Başkan Selahattin Demirtaş’ı aday gösterdi. AK Parti ise beklenildiği üzere 12. Cumhurbaşkanı adayı olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan isminde karar kıldı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ilk turda seçilmese (büyük bir olasılıkla ilk turda seçilecektir.) bile, ikinci tura kalması halinde, Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı olarak seçilecektir.

Son seçimlerde CHP,  %25,5 MHP ise  % 17,5 oranında oy aldılar. Her iki partinin toplam oyu  % 43 eder. Düz mantıkla, Sayın İhsanoğlu’nun  % 43, oranında oy alabileceğini düşünmek, Türkiye’deki siyasi zemini bilmemek demektir.  Sayın İhsanoğlu’nun %37-38 oranında bir oy alabileceğini düşünüyorum.

            HDP’nin, “Halkların ve Değişimin Adayı” sloganıyla açıkladığı Selahattin Demirtaş ise en iyimser tahminle ilk turda % 9-10 oranında oy alabilecektir.

Cumhurbaşkanı seçimlerinin belirleyici gücü, yine Kürtler olacaktır. Siyasi değişimin sonucu olarak, bu yılın sonbaharında erken genel seçim heyecanı yaşayabiliriz.


Buna hazırlıklı olalım…

kimden: Mehmet Memdoğlu mmemdoglu@gmail.com
kime: koseyazisi@gazetesiz.com
tarih: 15 Temmuz 2014 17:07
konu: Cumhurbaşkanlığı Seçim Tahmini
gönderen: gmail.com

10 Ağustos 2014 Pazar

CUMHUR, “BAŞKANI”NI SEÇTİ

Cumhuriyet Türkiye’si, tarihinde yine bir ilki yaşadı. Cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçildi. 10 Ağustos 2014, Türkiye’de ileri demokrasi açısından önemli bir tarih oldu.

Cumhurbaşkanı seçimlerinin bir başka ilki ise yurt dışındaki Türkiye Cumhuriyet vatandaşlarının gümrük kapılarına gelmeden bulundukları ülke büyükelçiliklerinde oy kullanmalarıydı. Beklenilen katılımın olmaması ayrı bir araştırma konusu.

Cumhuriyet Türkiye’sinde ilklere sahne olan Cumhurbaşkanı seçiminin en renkli adayı şüphesiz Selahattin Demirtaş oldu. HDP’nin Cumhurbaşkanı seçimine aday göstermesi, Türkiye’nin normalleşmesi açısından çok önemlidir. Selahattin Demirtaş’ın HDP tarafından aday gösterilmesine itiraz etmiş biri olarak, seçim çalışmaları süresince kullandığı dil ve vermiş olduğu mesajlar nedeniyle Demirtaş, bizden de gerekli taktiri hak etmiştir.

Cumhurbaşkanı seçim dönemi propaganda çalışmaları beklenildiği kadar renkli ve çekişmeli geçmedi. Bunda adayların propaganda faaliyetlerinde izledikleri çalışma metotları etkili oldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan her zamanki gibi Türkiye’yi dolaşmayı, düzenlenen mitinglerde halka hitap etmeyi seçerken, Ekmeleddin İhsanoğlu ve Selahattin Demirtaş daha çok kapalı alan toplantılarıyla seçim çalışmalarını sürdürdü. 

Birçok ilki bünyesinde barındıran Cumhurbaşkanı seçim çalışmalarında, CHP ve MHP’nin ortak adayı Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu, yapmış olduğu siyasi gaflarla tarihe geçti.

Bir başka tarihi vaka ise Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın, Cumhurbaşkanı seçim sonuçlarının tasnifinde elektrik kesintilerinin olmaması için tüm önlemlerin alındığını ve hiçbir “kedi”nin elektrik trafolarını sabote edemeyeceğini açıklamış olması oldu.

Recep Tayyip Erdoğan, Ekmeleddin İhsanoğlu ve Selahattin Demirtaş’ın yarıştığı seçimin galibi, -resmi olmayan sonuçlarına göre- beklenildiği gibi  AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan oldu. İl ve bölgelerdeki oy oranlarına bakıldığında 30 Mart yerel seçimlerinden çok da farklı olmayan seçim sonuçlarında, Başbakan Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti’nin halk tarafından seçilmiş 12. Cumhurbaşkanı oldu. Seçim sonuçlarına saygı göstermek, kendimize saygı göstermek demektir. Vatana, devlete, millete hayırlı ve uğurlu olsun.

Türkiye karşıtları uluslararası kesimler ile seçimde oy kullanmayan Türkiye'deki kimi marjinal gruplar, Cumhurbaşkanı seçime katılımın düşük olduğunu göstermeye çalışıyorlar. Bununla,  seçimlerin "meşruluğunu" tartışmaya açıp, Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan'ı yıpratmak için yeni bir "mühendislik" çalışması başlatacaklardır.

 Oysaki aynı kesimler, geçtiğimiz Mayıs ayında Mısır’da gerçekleştirilen Cumhurbaşkanı seçiminde, üç kez uzatılmasına rağmen ancak %47 katılımın sağlandığı seçimde Abdülfettah El Sisi’nin meşruiyetini tartışmamış ve Cumhurbaşkanlığını onaylamışlardı.  Bu kesimler, %72.5  katılımın sağlandığı Türkiye’deki seçimde Recep Tayyip Erdoğan’ın seçilmiş olmasını hazmedemeyeceklerdir.

Cumhurbaşkanının seçilmesiyle birlikte, Türkiye’yi yeni bir heyecan bekliyor. AK Parti Genel Başkanı kim olacak? Önümüzdeki sonbaharda AK Parti’nin olağan genel kongreye gitmesi kuvvetle muhtemeldir. Kongre sonucunda, AK Parti’yi 2015 genel seçimlerine götürecek yeni kadro da şekillenmiş olacaktır.


Türkiye’yi çok hassas ve önemli bir süreç bekliyor. Kendi sorunlarını çözemeyen bir Türkiye’nin bölgede ve dünyada “lider ülke” olma iddiası elbette ki gerçekçi olmayacaktır.