Kitaplar, genellikle kendi yazarının
röntgenidir; onun ruh ve zihin dünyasını yansıtır. İster tarihî, ister
düşünsel, isterse roman türünden olsun, yazılan her kitap az ya da çok
yazarından bir iz ya da öz taşır. Yazar, yazarken masum davranmaz; kendini
dayatır, okuyucusunu kendi perspektifine çekmeye çalışır, kitabın akışı içinde
onu değiştirme ve dönüştürmeyi amaçlar. En objektif kabul edilen bilimsel
eserlerde bile, kullanılan dil, başvurulan jargonlar ve kurulan cümle örgüleri
az çok yazarın düşünce ve inanç dünyasının kodları hakkında ipuçları
verir; aidiyetini gösterir. Bu anlamda
yazarlıkta tam bir masumiyet aranılmaz ve aranılmamalı. Her yazar ve çizer,
kendi inandığını, kendi doğrularını ve kendi hedeflerini “en doğru” ve “en
isabetli” kabul etme noktasından hareketle işe koyulur. Başka inanç, düşünce ve
eğilimleri ise “olabilirlik” çerçevesinde değerlendirir. Bu jakobenik tavır,
yazar-çizerliğin temel handikabı gibi görülüyor. Belirtilen kabuller dışına
çıkarak kendini kanıtlamak, günümüz yazarlığı açısından adeta mümkün görülmüyor
gibi...
İşte, bu saptama bağlamında, bu çalışmayı
hazırlarken, tamamen farklı bir yol izledim. Bu güne kadar nadir karşılaşılan
bir çalışma tarzını seçtim. Şahsî inanç, düşünce ve eğilimlerimi bir yana
bırakarak, kendimden en ufak bir iz dahi yansıtmadan bir çalışmaya girişeyim
dedim. Üstelik, Türkiye’nin en hassas konusunun öznesi durumundaki şahsı, yani
Abdullah Öcalan’ı baz alarak... Biliyorum, birçok kişi “Neden Öcalan”, “Ne
münasebet” diyecektir. Demeye de hakları olabilir. Ama bana göre ülkenin en büyük sorunu kabul
edilen bir sorunun temel çözümü o sorunun başındaki şahsın tanınması ve
tanımlanmasıyla mümkün olur...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder