8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle, iktidar, muhalefet, sivil toplum kuruluşları ile toplumun değişik kesimlerinden “kadın” ve “aile” hakkında açıklamalar, konuşmalar yapıldı. Her zaman karşılaştığımız gibi, kadınlara (güya) armağan edilen güne tüm kesimler pragmatistçe yaklaşarak, kadını kendi politikalarına alet etmekten kaçınmamışlardır.
Bilindiği üzere, Dünya Kadınlar Günü’ne esin kaynağı olan olay; 8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York kentinde dokuma işçilerinin daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlamasının ardından, polisin işçilere müdahale etmesi sonrası çıkan yangında, işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçinin ölmesi olmuştur.
Türkiye’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlanmıştır. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmamış, 1984’ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmıştır.
Bu kısa hatırlatmadan sonra, asıl konumuz olan ve “halen İmralı Cezaevi’nde tutuklu bulunan Öcalan’ın kadın ve aileye bakışı nedir?”, onu irdelemeye çalışalım. Aslında bu konu bir yazıya sığdırılamayacak kadar geniş ve uzun bir konu. Öcalan’ın kadın ve aile hakkında sayısız açıklamaları mevcut. (Konu ile ilgili daha geniş bilgi için bakınız: A. Öcalan, Kürdistan’da Kadın ve Aile) Bununla birlikte, Öcalan’ın bakışını, yine Öcalan’ın açıklamalarından ana hatlarıyla yansıtmaya çalışacağız.
01 Mart 2014 günü yayınlanan mesajında Öcalan; “Hiçbir öykü, kadının kölelik ve özgürlük öyküsü kadar beni hem esefle, öfkeyle hem kıvançla ve coşkuyla etkilemiyor… Bana öyle geliyor ki toplumsal yaşamda yapılan en temel hata, yanlışlık ve çirkinlik kadın konusunda yapılmakta ve yaşamı peşinen kaybetmeye götürmektedir. Bunun başlıca nedeni kapitalizm kültürüdür…” dedi.
Bugün için bu açıklamayı yapan Öcalan, geçmiş yıllarda “kadın” ve “aile” için neler söylemiş?
Öcalan, “Bir Halkı Savunmak” adlı kitabında, (s.243) “Gerçek bir kadın özgürlüğü, üzerindeki koca, baba, aşık, kardeş, dost vb. köleleştirici duygu ve iradelerin kaldırılmasıyla mümkündür. En iyi aşk en tehlikeli mülkiyettir. Kadına yönelik erkek egemen dünyasının ürettiği tüm düşünce, din, bilim ve sanat kalıplarını çok sıkı bir eleştiriden geçirmeden özgür kadın kimliği açığa çıkarılamaz.” derken, kadını bir başka tartışma konusu olarak kullanmıştır.
13 Mayıs 1999 tarihli avukat görüşmesinde Öcalan; “Ciddi bir proje geliştirmek istiyorum. Bir grup kadın yoğunlaşabilir mi. Onları üçe ayırıyorum. Mitolojik bir söylemle anlatacağım. Birincisi tanrıçalık yolunda olan kadınlar ikincisi melekleşen ya da melek olma yolunda olan kadınlar üçüncüsü baştan çıkarılması gereken kadınlar. Bunu mitolojik söylemle belirtiyorum. Her grupta on ile yüz arası toplam azami üç yüze yakın gruplar olur. Bu gruplar oluşursa onlarla ilgilenirim. Her üç grupta önemli. Birbirimizle uğraşırız, onlar mı beni yoldan çıkarır ben mi onları tanrıçalık yoluna sokarım bakacağız. Herkes yerini burada görür melekleşme yoluna mı girerler, beni baştan çıkarabilirler mi, göreceğiz.” derken, kendi zaviyesinden kadın portresini çizmiş, kadını kendi politikalarına nasıl alet ettiğini açıkça ifade etmiştir.
07 Nisan 2004 tarihli avukat görüşmesinde ise: “Ben aşka ve sevgiye karşı değilim. Aşka inanan bir insanım. Aşkın büyük savaşçısıyım, emekçisiyim. Özgür bir kadın yaratmak için çok çaba sarf ettim. Dağda nasıl yürüyeceklerini, savaşacaklarını, atlayacaklarını ve yüzmeye varana kadar öğrettim” diyerek, aşk yorumunu ve kadına yaklaşım tarzını bir başka açıdan dillendirmektedir.
30 Haziran 1996 tarihinde Tunceli merkezde düzenlenen bayrak töreni sırasında kendisini havaya uçurarak 8 askerin şehit, 29 askerin de yaralanmalarına sebep olan intihar bomba eylemcisi ZİLAN (K) Zeynep Kınacı’nın bizzat Öcalan’a verilmek üzere yazdığı mektubunda; “Kendimi intihar eylemini gerçekleştirmek için aday görüyorum. Bizler, sizin bitmez, tükenmez emek ve çabalarınıza karşılık, canımızı bile versek yeterli değildir. Keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı. Siz yaşamınızla bir halkı yeniden yarattınız.” şeklindeki ifadesi, örgüt içerisindeki kadınların Öcalan’ı ne şekilde gördükleri ve nasıl bir ruh haliyle eğitildiklerinin göstergesi niteliğindedir.
“Kürdistan’da Kadın ve Aile” (s.52) adlı kitabında ise Öcalan; “Bizde aile çok yönüyle eleştiriye tabi tutulabilir. Aileden çok, bir dramdır Kürdistan’da yaşanan. Bizde bir kargaşa olan aile, düşüncenin gömüldüğü, iradenin yazboz tahtasına çevrildiği, insanımızı paramparça edildiği, dağıtıldığı bir şeytan üçgenidir. Onun için devrimcileştirilmesi gereken kurumların başında aileyi ele alıyoruz.”
“Aile, faşizmin geleneksel bir kurumudur. Avrupa’da böyle bir kurum yoktur. Avrupa bu kuruma ancak mercimek kadar değer verir. Türkiye’de ve bizde öyle değildir.” (s.92) derken de aile kurumunun gereksizliğini kendi bakış açısıyla ortaya koymaktadır.
Kadını, aileyi, anneyi, babayı sevgiliyi bu tür sembolik günlere indirgeme taraftarı değilim.
Neden derseniz?
Kendi öz değerlerimizi bir güne sığdırmaya çalışmak, Türkiye’deki toplumsal yozlaşmayı daha da derinleştirmek demektir.
Bizim kültürümüzde "Ana", baş tacıdır. Dünyanın güzelliği, “Cennet”in de anahtarıdır.
Selametle kalın efendim…
(Bu yazı ilk olarak 10 Mart 2014 tarihinde yayınlanmıştır. )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder