“Dağları
delsek ne fayda, okyanusları aşsak ne olacaktı ki?
Çünkü!
Ne
dağın arkasında, ne de aşılacak okyanusun sonunda Leyla yok” dedi.
Ve
Mecnun misali kalakaldı.
Öylece
bakındı etrafına…
Kum
fırtınası, yer ve gökyüzünü sarmış gibiydi.
Baktığı
halde,
Sadece kalbini alıp götürenden başkasını görmüyor, göremiyordu.
Oysaki
ne fırtına vardı, ne de kum.
Güneş
ise bir o kadar berrak ve parlaktı.
“Hani
ruhla beden kardeştiler,
İkisi
de bir arada hayat buluyorlardı?” diye düşündü…
Aradı
ruhunu, onu esir alanı da
O
kadar bitap ve yorgundu ki
Uzanıverdi
toprak yığınına…
Uyandığında…
Binlerce
yaprağın üzerini örttüğünü sanarak irkildi.
Ve
uzun uzun bakındı gökyüzüne…
Bir
söğüt ağacıydı.
Diğer
ağaçların hepsi gökyüzüne el uzatırken,
Söğüt
ağacı toprağa eğiliyor, eğiliyordu.
Bir
süre düşündü ve bedenine baktı
O
da topraktan uzaklaşamıyordu, yorgun ve bitkin.
Anladı
ki söğüt ağacının da bir derdi vardı.
İlkbaharda
yükü artıyor, arttıkça daha da eğiliyor,
Sonbaharda
ise yapraklarını döküp, ayağa kalkıyordu.
O
günden sonra hiç ayrılmadı gölgesinden.
Biliyordu
ki onun da ruhu gidenin esiri olmuş
Ve
bir daha dönmemişti.
“Tıpkı
benim gibi, ikimizde yaralı, ikimiz de çaresiz” dedi.
Ve
hiç ümidini yitirmeden, bekledi, bekledi, bekledi…
Ta
ki söğüt ilkbaharda kuruyana,
Kendisi
de sonbaharda toprak oluncaya dek…
Memdoğlu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder