Bir
bahar akşamı,
zeytin
ağacının altına oturmuş,
elindeki
papatya ile dertleşen bir âşık gördüm.
Âşık,
papatyaya:
“Hiç
karın ortasında açan kardelen gördün mü?
Buzları
kıran sıcaklığını hissettin mi?
Etrafını
saran soğukluğa rağmen,
O narin, dupduru güzelliğini izledin mi?
İşte!...
Sevgili’yi, güneşin aşkıyla tutuşurken,
Sevgili’yi, güneşin aşkıyla tutuşurken,
Işığı
gördüğünde canından olan
kardelenler
gibi sevdim.
Peki,
karagül kokladın mı hiç?
Dalında
olduğu sürece rengi kara
ama
kokusu mis gibi…
Yaprağına
dokunduğun an,
rengi
kırmızıya döner,
ancak
kokusuna da veda eder.
İşte,
Sevgili’yi, yaprağına dokunulduğunda kokusunu yitiren,
kara
gülün esrarı gibi sevdim.
Ya
gelincik çiçeğini?
O
kadar hassastır ki
en
ufak rüzgârda ömrü kısalır.
Biraz
daha, taze gelin gibi salınıp yaşamak için,
başakların
arasında tutunmaya çalışır.
Fırtına
estiğinde ne hassaslığı,
ne
de güzelliği kalır.
İşte,
Sevgili’yi, rüzgâr estiğinde ölmemek için,
başaklara
tutunan gelincikler gibi sevdim.
Peki,
kanadı kırık bir kuşa el uzattın mı hiç?
Sevgiye
ve şefkate muhtaçtır.
Bi
çaredir, gözlerine baktığında gönlüne akar saflığı.
Eline
alır, yarasını sarar bağrına basarsın.
Bilirsin
ki kanat çırptığında uçup gidecek…
İşte,
Sevgili’yi, uçacağını bilmesine rağmen,
yaralı
kuşu seven çocuklar gibi sevdim.
Ben
Sevgili’yi, büyük bir aşkla sevdim.
Ben,
Sevgili’nin bana kattığı ışığı sevdim.
Ben,
Sevgili’nin yüreğime dokunuşunu sevdim.
Ben
O’nu çok sevdim” dedi,
ve
dik yamaçlardan süzülen bahar suyu gibi,
yürüyerek
gözlerden kaybolacaktı ki…
Papatya:
“Ben de öleceğini bilmesine rağmen,
gölgesiyle
beni güneşin kavurucu sıcağından
korumaya
çalışan Sevgili’yi çok sevdim” dedi…
Ardından
incecik bedenini yemyeşil çimlere bırakıverdi…
Memdoğlu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder