Adalet, bir ülkenin mutluluk terazisidir
Henüz on beşindedir Mahinur. Buğday tenli,
elâ gözlü, selvi boylu dünyalar güzeli genç bir kızdır. Görenler, yirmili
yaşlarda zanneder Mahinur’u. Köyde büyümüştür. Mahirdir, çalışkandır, her iş
gelir elinden. Çalışkanlığı dillere destandır adeta. Tarla işleri, ev işi ve
temizlik derken, en çok da yaptığı güzel ve lezzetli yemekler ile konuşulur.
Her genç kız gibi, onun da pembe hayalleri
vardır. En büyük hayali de sık
aralıklarla köylerine gelen ebe gibi, okuyup ebe olmaktır. Okumayı yazmayı çok
sevse de maalesef ailesi tarafından okula gönderilmemiş, “ebe” olma hayali
sonlandırılmış, çilesi başlamıştır Mahinur’un.
Temmuz ayının ortaları, yine sıcak bir
gündür. Bahçelerindeki böğürtlenler
olgunlaşmıştır. Herkes gibi Mahinur’un da canı çeker, böğürtlen yemek için
çalılıklara yaklaşır. Çile bu ya tam da böğürtleni koparacağı esnada ayağı
kayar ve çalılıkların ortasına yuvarlanır. Kurtulmak için çabalasa da nafile…
Mahinur’un
feryadını duyan civar komşular, bahçeye koşarlar. Vücuduna dolanmış olan
çalılıkları keserek o narin bedenini kurtarırlar. Saçları da dolanmıştır, bu
kez çalıları değil; o çok sevdiği
saçlarını kesmek zorunda kalırlar. Metanetli görünmeye çalışsa da gözyaşlarını
gizleyemez. Çok üzülmüştür…
Çileli
doğmuştur…
Yakın
akrabalarından bir taliplisi çıkar. Ailesi yaşı ve akrabalığı bahane ederek,
böyle bir evliliğe rıza göstermez. Arkadaşlarının ikna etmesiyle çocuk yaşta
evliliği kabul ederek Türkiye’nin “çocuk
gelinler” kervanına katılır Mahinur.
Aileler arasında tatsız olaylar yaşanmasına rağmen, o yılın sonbaharında düğünü yapılır.
Düğün
sonrası Mahinur’un çilesi daha da artmaya başlamıştır. Gelin olarak gittiği evde itilip kakılır,
hakarete uğrar. Ses çıkarmasa da sahipsizlik hissi yüreğine hançer gibi saplanır
durur. Yanlıştır tabi. Ama dönemin adetleri gereği babasının: “Kızım bu ev artık sana yabancıdır. Unutma
ki bu eve ancak cenazen gelebilir” sözü, işkence görmesine rıza göstermek
mecburiyetinde bırakır kendisini.
Çektiği
çile yetmezmiş gibi hamileyken eşi askere gider. Artık onun için günler ay, aylar yıl, yıllar
asır gibidir. O kutsal annelik duygusunu
tattığında eşi henüz askerden dönmemiştir. Dokunaklı sesiyle, hüzünlü
ninnilerle büyütür yavrusunu. Sayılı ve zahmetli günler gelir geçer, eşi askerden
döndüğünde oğlu yaşına girmek üzeredir.
Çektiği
tüm acıları yüreğinin heybesine koyan Mahinur, eşinin askerden dönmesiyle
birlikte, daha iyi bir yaşam için şehir merkezine taşınırlar. Geçim şartları, hayalini
kurdukları gibi bir yaşam sunmaz kendilerine.
Hayat, eşini ve Mahinur’u gurbete mecbur eder.
Nereyi
mi?
Taşıyla
toprağıyla altın (!) olan İstanbul’a göç ederler. Nice türkülere, şarkılara, âşıklara,
sevdalara, romanlara konu olan İstanbul, Mahinur’un beklediği mutluluğu esirger
kendisinden.
Sözbirliği
etmişçesine, insana mutluluk veren Boğaz’ın masmavi suları, Üsküdar sahilleri,
tarihi Eminönü Çarşısı, Sultan Ahmet ve Taksim meydanları, İstiklal Caddesi,
Galata Kulesi, Eyüp Sultan da esirger mutluluğunu Mahinur’dan. Ve İstanbul
maceraları kısa sürer. Onun için İstanbul’un ne taşı, ne de toprağı altın olur.
Memleketlerine geri dönerler.
Köylerine
döndüklerinde, ikinci kez anne olmuştur
ancak ciğerparesi özürlüdür. “O neylerse
güzel eyler” diyerek, Allah’a şükreder.
Yıllarca eşinden sözlü taciz ve hakaretlere maruz kalsa da yüreğine taş
basmıştır bir kere. “Ya Sabır” der, O’na sığınır.
Yıllar
geçmiştir, çocuklar yetişkinliğe erişmiştir ama Mahinur’un çilesi devam
etmektedir. Eşinin sorumsuzluğuna kendisinin çaresizliği de eklenince,
psikolojik sorunları olan özürlü çocuğuna iyi bir eğitim veremez. Bu eksikliğe
toplum ve mahalle baskısı da eklenince, evladı kendisini insanlardan
soyutlamaya, huzuru ve mutluluğu yanlış olan mecralarda aramaya başlar.
Psikolojik
sorunlu evladının “ölçüsüz” yaşantısına, çevresine verdiği zarar ile fiziki
işkence de eklenince, oğlu; bir zamanlar “taşı toprağı altın” diye gittikleri
İstanbul’a gitme kararı alır. Ciğerparesini bu kararından vazgeçirmek için çok
yalvarır, çok ağlar ama nafile, “kararım kesin” der ve İstanbul’a gider oğlu.
Ne gariptir ki psikolojik sorunları olan oğlunun İstanbul’a gidişine en çok,
ona sevgi ve şefkatini verememiş babası sevinir.
Mahinur’a
mutlu ve huzurlu bir yaşam sunmayan İstanbul, Mahunur’un oğlundan da esirger bu
güzellikleri. Psikolojik sorunlarına korkusuzluğu da eklenince, oğlu yeraltı dünyasının ağına düşer. Gayri
kanuni işlerle uğraşır evladı.
İstanbul’a
gidişinin üzerinden bir yıl geçmemiştir ki güpegündüz, İstanbul’un merkezinde
ticari sebeplerden ötürü, önceden de birkaç kez tartıştığı bir grup tarafından
silahla vurularak öldürülür. Faili belli olan bu vahşi cinayet dosyası, diğer
faili meçhul dosyaların bulunduğu tozlu raflardaki yerini alır.
Allah
hiçbir anneye evlat acısı yaşatmasın. Yavrusunu meçhul bir cinayet sonrası
kaybeden Mahinur, üzüntü ve kederden sağlığını yitirir. Gencecik annenin yaralı
yüreği bu acıya, bu çileye fazla dayanamaz. Bir temmuz günü saçları kesilerek
başlayan Mahinur’un bu dünyadaki çilesi,
yine sıcak bir temmuz günü Rahmet-i Rahman’a ruhunu teslim ederek son
bulur.
Faili
belli olan “faili meçhul” dosyalar, yüzlerce, binlerce annenin yüreğini,
acısını sızlatmaya devam etmektedir. Faili meçhul dosyaların varlığı ülkemiz
için yüz kızartıcı bir durum değil midir?
Aydınlatılacak
her faili meçhul dosya, hayattaki annelerin acılarını birazcık da olsa
hafifletecek, bu acıyla vefat etmiş annelerin ruhlarını da huzura erdirecektir.
Adalet,
bir ülkenin, bir milletin huzur terazisidir. Hiçbir cinayet faili meçhul
kalmasın, adalet yerini bulsun.
Anneler
ağlamasın artık.
Memdoğlu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder