Dini bayramlarımız biz Müslümanlar için
çok şey ifade eder. (Maalesef, son yıllarda tatil olarak addedilmektedirler.)
Allah’ın birer hediyesi olan bu günlerde toplum olarak aile büyüklerini ziyaret
edip, hayır dualarını almak için büyük gayret gösteririz.
Şehrin gürültüsünden uzaklaşmak isteyen Abdulkadir
ve ailesi de o yılın Kurban Bayramı’nı köyde bulunan dedeleriyle birlikte
geçirmeye karar verirler. Dedesi Hasan’ın ikamet ettiği köy, babasının da
anlata anlata bitiremediği; havası, yaylaları, pınarları ve doğal güzellikleri;
kısacası iklimi insanı kendine hayran bırakan bir köydü…
Arefe günü olması sebebiyle, evlerdeki
tatlı telaş ile birlikte köydeki bayram hazırlıkları devam etmekteydi.
Abdülkadir ve arkadaşları ise bu hengâmeyi fırsat bilerek, köyün birkaç
kilometre uzaklığındaki yaylaya çıkmaya karar verirler. Ardıç ağaçlarıyla
süslenmiş, inişli, çıkışlı tepeciklerin bulunduğu bir vadiden, takribi dört
kilometrelik bir yürüyüşün ardından, yaylanın bulunduğu zirveye ulaşırlar. Bir
müddet envaiçeşit dağ çiçeklerinin süslediği yayladan, bacaları tüten köyü
seyre dalarlar. Havadaki bol oksijen ile birlikte, yayla böceklerinin dağ
senfonisi andıran sesleri uykularını getirir. Gruptaki arkadaşlarından Fuat’ın:
“Buraya uyumaya değil, gezmeye geldik.
Hadi, tembellik etmeyin de kalkın” ifadesiyle birlikte, gençlerin hepsi
ayağa kalkar ve yaylanın kuzeyinde yer alan büyük çam ağaçlarına doğru
yürürler. Çamlık alana vardıklarında, Abdülkadir’in dikkatini yaban arısı yuvası
çeker. Arkadaşları arı yuvasına yaklaşmaz, Abdülkadir’i de yuvaya yaklaşmaması konusunda
uyarırlar. Bu ikaz kendisini daha da meraklandırır ve arı yuvasına birkaç adım
daha yaklaşır. İşte o anda yüzünde bir acı hisseder. Bu acı kendisini daha da
telaşlandırır. Bir yandan elleriyle başı etrafında dolaşan arıyı uzaklaştırmaya
çalışırken, diğer yandan da bulunduğu yerden uzaklaşmak için çeşmeye doğru koşar.
Çeşmeye vardığında, yaşadığı korkunun da
etkisiyle kalp atışları ve nefes alışları hızlanmış, konuşma kabiliyeti ise
yavaşlamıştır. Arkadaşları dudağındaki kızarıklığı ve şişkinliği fark ederler.
Köyde ikamet eden arkadaşlarından Mithat, acısını hafifletmesi için,
-babasından gördüğü şekliyle- temiz topraktan biraz çamur yapar ve
Abdülkadir’in dudağına sürer. Bir an için rahatlasa da acının şiddeti gittikçe
artmaya başlar. Beklemediği bir başka şey yaşar Abdülkadir. Çektiği acıyla
birlikte yüzü ve vücudu da kaşınır.
Çeşme başındaki gençlerin telaşı, ötede
ineklerini otlatan Hacı amcanın dikkatini çeker. Yaşadığı tecrübelere de
dayanarak, hareketliliği yorumlamaya çalışan Hacı amca, gençlerden birinin
yaban arısı tarafından sokulmuş olabileceği düşüncesinde yanılmaz. Hızlı
adımlarla çeşme başına gelir ve arı ısırığına maruz kalan -sonradan isminin
Abdulkadir olduğunu öğrendiği- delikanlının, bir an önce hayvanları sulamak
için ağaç gövdesinden yaptıkları yalak da soğuk suyla kendisini yıkaması
gerektiğine ikna eder. Kısa süreli de olsa, soğuk su ile yıkanan Abdülkadir’in
vücudundaki kaşıntı hafifler, kızarıklar azalır. Arı sokmasından kaynaklı bir
zehirlenme vakasıyla karşı karşıya kaldığına kani olan Hacı amca da bu
rahatlamanın geçici olduğunun bilinciyle, hızlı adımlarla ineklerinin bulunduğu
yere yürür. Heybesinde bulundurduğu bakracını çıkarır ve seri bir şekilde “Sarı
Gelinim” diye seslendiği ineğinden süt sağar. Dakikalar ilerledikçe
Abdülkadir’in vücut direnci de düşer ve yarı baygın bir vaziyet de arkadaşının
kucağına yıkılıverir. Yayla da zamana karşı
bir yarış başlar adeta.
Durumun vahameti köye de ulaşır. Köyde, herkeste
telaştan ziyade bir korku vardır. Çünkü Abdülkadir’in de bulunduğu yaylanın
zirvesine araçla gitme imkanı yoktur. Abdülkadir’i sedye ile köye, köyden de en
yakın hastaneye götürmek, onun hayatına mal olabilirdi. Babası, dedesi ve
köydeki diğer ahali, korku ve telaş içerisinde yaylanın zirvesine doğru
yürürler.
Yaylanın zirvesinde ise taze süt ile
birlikle geri dönen Hacı amca, yarı baygın haldeki Abdülkadir’e sütü içiremez.
Soğukkanlılığını yitirmeyen Hacı amca, askerlik yaptığı yıllarda karşılaştığı
benzer bir vakıayı hatırlar. Sırtını çeşme duvarına dayayarak Abdülkadir’in
kafasını kendi göğüs hizasına kadar kaldırır. Sol eliyle yarı baygın haldeki
delikanlının burnunu sıkarken, sağ elindeki sütü de hafifçe ağzına döker.
Nefessiz kalan Abdülkadir, can havliyle nefes almak için çırpınınca sütü de
yutmuş olur. Hacı amca, aynı şeyi birkaç kez tekrarlar. Kısa bir süre sonra,
Abdülkadir kusmaya başlar. Çevredekiler bu manzaraya şaşkın şaşkın bakarken,
Hacı amca çevredekilerin aksine bu sonuca sevinir ve “Elhamdülillah… Şükürler olsun sana Rabbim!...” der, Abdülkadir’i
öpüp, yüzünü okşamaya başlar. Abdülkadir’in yavaş yavaş kendisine gelmesi herkesi
sevince boğar. Yaşadıklarına bir anlam veremez, derin bir uykudan uyandığını, rüya
gördüğünü zanneder Abdülkadir.
Merak, tüm canlılarda gözlenen öğrenmeye
yönelik bir davranıştır. Merak, insanlık tarihinden günümüze, bilim ve
teknolojinin gelişmesine sebebiyet verdiği kadar, ferdi de çeşitli tehlikeler, afetler ve belalar
ile karşı karşıya getirmiştir. Aşırı merak, insanı tehlikelerle karşı karşıya
getirebilir. Abdülkadir’in aşırı merakı da kendi hayatına mal olabilecek bir
vakıayla sonlanabilirdi.
Bilgi, öğrenme sürecinin sonucunda elde
edilen bir zenginliktir. Konusunda bilgi sahibi her insan, bilgisini tecrübe
etmediği müddetçe, onu yerinde kullanamayabilir. Benzer bir şey tecrübe için de
geçerlidir. Bilgiden mahrum bir tecrübe de beklenilen sonuçları vermeyebilir. Kişi
ne kadar bilgili olursa olun, bilgisini “tecrübe” ettiği an, bazen tek başına
hayat kurtarmaya vesile olabilir. Bilgi ve tecrübe hayatın sigortasıdır adeta.
Hacı amcanın bilgi ve tecrübesi ömrünün baharında bir delikanlının hayatını kurtarmasına vesile olmuştur.
Ve sözün özü: “bilgi ile tecrübe” kişiyi olgunlaştırıyor
olsa da, “vaktin ve ömrün” tecrübesi yoktur…
Selâmetle kalın efendim…
Memdoğlu…